Ümraniye'de bir depoda ele geçirilen 27 adet el bombasının sahibi olduğu iddia edilen emekli astsubay Oktay Yıldırım emniyet ifadesinde bombaları Hasdal'da bir "askeri çöplük"te bulduğunu söylemiş. Oktay Yıldırım'ın bombaların kaynağına ilişkin ifadesi hiç inandırıcı değil ama sözlerinde çarpıcı bir Türkiye fotoğrafı okumak mümkün. Ümraniye'de bulunan bombalara mekan olup olmadığı bir kenara ama Türkiye'nin her geçen gün biraz daha "askeri çöplük" görüntüsüne büründüğü çok açık.
Militarizmin yaygınlığı ve kuşatıcılığı günlük hayatın her alanına dayatma, hukuksuzluk, mantıksızlık ve çürüme şeklinde yansıyor. "Merkez" Ankara'da muhtıra yoluyla siyaseti dizayn etme ve toplumu harekete geçirme faaliyetine geçince, ülkenin muhtelif yörelerinde herkes durumdan vazife çıkarmaya başlıyor. Çeşitli etkinliklerde asker kişilerin siyasi parti yöneticilerine had bildirdiğine dair haberler sıklaşıyor. Ardı ardına verilen askeri zayiatın hesabını vermesi gerekenler başarılı bir manevrayla topu hükümete atıp kendilerini hesap sorma mevkiine oturtuyorlar. Muhtıralarla kışkırtılan topluluklar üzerinden adeta cami avlularında muhtemel koalisyon hesaplarının ön çalışmaları gerçekleştiriliyor. Hatta asker merkezli siyasi dizayn faaliyeti ülke sınırlarıyla da kalmayıp ABD'ye kadar uzanıyor ve Siyonist lobi merkezleriyle ortak projeksiyonlara girişiliyor.
Tabloyu tamamlayan görüntü ise şüphesiz çeteler. Ülkenin her yerinden emekli askerlerin başrollerinde yer aldığı çeteler fışkırıyor adeta. Hepsi vatanı kurtarmaya, sorumsuz politikacıların ülkeyi içine düşürdüğü tehlikeli duruma son vermeye kararlı, vatan için gerektiğinde dağa çıkmaya hazır yerli Rambo namzetleri ile karşılaşıyoruz mütemadiyen. Kısacası birileri bu ülkeyi tam tekmil bir askeri çöplüğe dönüştürmeye kararlı görünüyor!
Tam Yetki, Sıfır Sorumluluk!
Giderek siyasetten ekonomiye, dış politikadan yargıya kadar her alan haki bir renge boyanmak isteniyor. Asker her konuda konuşuyor, her alanı belirliyor, herkesten hesap soruyor ama kendisine yönelik eleştirilere, sorgulamalara ise asla izin vermiyor, şiddetle tepki gösteriyor. Bir dizi kirli, karanlık senaryonun tam merkezinde yer almasına rağmen lağım patladığında bir kenara çekilip tehditkar ifadelerle kendisine yönelik tartışmaları örtüyor. Her defasında orduyu yıpratmaya çalışan kötü niyetli güçlerden şikayet edip, bu tarz oyunlara alet olanlardan hesap sorulacağına dair tehditler savuruyor. Bu yolla militarist yapının yara almadan sürdürülmesi, sistem üzerindeki vesayet konumunun korunması hedefleniyor.
Bu tutumun açık bir örneği Şemdinli hadisesinde açığa çıkmıştı. İddianamede çeteci yapılanmayı sorgulayan Savcı Ferhat Sarıkaya meslekten men edilirken, ismi dosyada şüpheli konumunda geçen Org. Büyükanıt Genelkurmay Başkanlığına terfi etmişti. Bu durum hükümetten de kamuoyundan da dikkate değer bir tepki görmemiş, bilakis böyle bir dosyada Büyükanıt'ın isminin zikredilmiş olmasından ötürü ordu adına kıyametler kopartılmıştı. Aynı çarpıklık Genelkurmay'ın medyaya yönelik Andıç belgesinin ve Deniz Kuvvetleri eski komutanı Oramiral Özden Örnek'in günlüklerinin ifşa edilmesiyle bir kere daha tazelendi. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde belirginleşti ve muhtıra ile zirveye çıktı. Tüm bu hukuksuzluklar dizisinde hep aynı savunuyla karşılaştık: Orduyu yıpratmaya çalışıyorlar!
ABD'deki Hudson Enstitüsü'nde gerçekleşen toplantıya dair tartışmalarda da farklı bir tutum söz konusu değildi. Akıl almaz iddiaların tam merkezinde yer almasına karşın Genelkurmay hesap vermek yerine her zamanki üslubuyla saldırıda bulunmayı tercih etti. Günler sonra yapılan açıklama(ma)da iddialarla ilgili hiçbir mantıklı, doyurucu cevap yer almazken, yine bol miktarda hamaset ve tehdit ifadesi ile karşılaşılıyordu.
Genelkurmay kimin ne hainlik içinde olduğunu iyi görmek için konuyla ilgili açıklama yapmayı ertelemişmiş! Zaten bahse konu olay bir dizi tesadüfün sonucu imiş. Orduyu yıpratmak için aslı astarı olmayan haberler üretilip, üzerine yorumlar geliştiriliyormuş!
Genelkurmay toplantının programının önceden belli olduğunu, toplantı davetiyesinde program içeriğinin ve Genelkurmay'a bağlı SAREM heyetinin katılacağının yazılı bulunduğunu, Enstitü Başkanı'nın toplantıyı ikrar ettiğini görmezden, bilmezden geliyor. Dahası, kimsenin de bilmediğini varsayıyor. Oysa Genelkurmay pek farkında görünmese de bu mesele öyle bir çırpıda inkar edilebilecek kadar kapalı bir konu olmaktan çıkalı çok oldu. Kaldı ki, söz konusu Enstitü ile Genelkurmay ilişkisi yeni değil. Geçen yıl Genelkurmay 2. Başkanı Org. Saygun'un ABD'de bulunduğu sırada söz konusu kuruluşu ziyaret ettiği biliniyor.
Tüm bunlara rağmen nasıl oluyor da askerler Türkçesi bozuk bir bildiriyle konuyu kapattıklarını varsayabiliyorlar? Çünkü kamuoyu teşkilinde etkili olduğu düşünülen 'sivil kurumlar' arasında ve medyada mebzul miktarda destek güçlerine sahip olduklarını biliyorlar. Nasılsa yanlışları örtme, gizleme mekanizmasının devreye gireceğinden eminler. Oysa bu kadar açık usulsüzlüğün, çarpıklığın örtülmesinin mümkün olmadığını anlamaları lazım. Genelkurmay'ın Hudson Enstitüsü ile ilgili açığa çıkan bilgileri inkar çabası karşısında belli çevrelerin takındığı göz yumma tutumu, aynen bombalarla yakalanan emekli astsubayın mahkeme çıkışında destekçilerince alkışlanmasına benziyor.
Aslında Hudson Enstitüsü meselesiyle ilgili asıl can alıcı husus provokatif nitelikli senaryo ayrıntıları ya da PKK'nın önde gelen isimlerinin Türkiye'ye teslim edilme kurgusuna AK Parti hükümetinin elini güçlendirebileceği endişesiyle karşı çıkılması falan değil. Şüphesiz bu tarz provokatif nitelikli yaklaşımların gelecekte -ve halen- bu ülkede ne tür kirli ve karanlık çabaların ortaya konulabileceğini –ve de konulduğunu- göstermesinden dolayı dikkatle izlenmesi gerektiği açıktır. Mamafih asıl çarpıcı husus ABD'de dış politika tespitinde bir hayli etkili olan Siyonist kuruluşların riyasetinde darbeci odaklarla sürdürülen kirli irtibattır. Meselenin özünde ABD'nin dış politika önceliklerinde Türkiye'ye biçilen rol bulunmakta. Ve gözüken o ki, ABD yönetiminde etkili çevreler bir müddettir darbeci güçlerle işbirliğini artırmışlardır. Bu noktada bazı siyasilerin Hudson toplantısına ilişkin medyaya yansıyan tepkilerinin de gerçekçilikten uzak olduğunun anlaşılması lazım. "Bu tarz senaryoların gündeme geldiği bir toplantıda askerlerin ne işi var? Neden bu toplantıyı terk etmemişler?" Diye saf saf soruyorlar. Niye terk etsinler ki, söz konusu senaryoları zaten birlikte üretiyorlar!
Bağımsızlık Sloganı NATO Ordusuna Ne Kadar da Yakışıyor!
Genelkurmay destekli laiklik mitinglerinde hiçbir somut temeli olmayan bağımsızlık sloganlarını ve anti-Amerikan söylemleri dillendirenler tabi bulundukları Genelkurmay'ın ABD ile yakınlık derecesini sorgulamaktan ısrarla kaçındılar. Soyut sloganlarla durumu idare etmek işlerine geldi. Ne var ki, ardı ardına ortaya çıkan bilgiler, belgeler konunun boş retoriklerle sürdürülemeyeceğini net biçimde ortaya koymakta.
Oyakbank olayı bu gerçeğin taze bir tezahürü oldu. Asker gölgesinde ulusalcı sloganlarla ortalığı velveleye verenler, neo-liberal ekonomi politikalarına karşı askerle aynı cephede çarpıştıklarını zannedenler bir anda kabak gibi ortada kalakaldılar. Miting meydanlarında "bu gericiler memleketi parça parça satıyorlar" diye avaz avaz bağıranların birden nutku tutuldu. Askerler satış nasıl yapılırmış bir güzel gösterdiler!
Geçen yıl Erdemir'in özelleştirilmesi olayında da aynı tutarsızlık, ikiyüzlülük açığa çıkmıştı. Özelleştirmeye şiddetle karşı çıkanlar Erdemir Oyakbank'a satılınca suspus olmuş ve itirazlarını geri çekmişlerdi. Hatta ulusal bir kuruluşta kaldı diye bu satışı tebrik edenler dahi görülmüştü. Bu çevrelerin mantığıyla "askerileştirme"de sorun yoktu! Ulusalcılık ideolojisi her türlü aykırılığı, çarpıklığı bir çırpıda örtüveriyordu. Aslında Erdemir'le birlikte bu çevrelerin özelleştirmeye ilkesel bir tavırla karşı çıkmadıkları belli olmuştu. Kaldı ki, kısa bir süre sonra Oyakbank'ın Erdemir'deki hissesinin büyük bölümünü Fransız sermayesine satması karşısında da yine aynı çevrelerin ıkınıp sıkınmaktan başka bir şey yapmadıkları görülmüştü.
Arka arkaya yaşanan bu gelişmeler askerlerin de onların "sivil" uzantılarının da geliştirdikleri pek çok kaygının, söylemin ya da sloganın politik kaygılarla dillendirilmiş araçlar olduğunu bize göstermektedir. Sorun vatanseverlik, halk yararı, ulusal çıkarlar falan değil, doğrudan iktidarın elden kaçırılmaması, denetim altında tutulmasıdır. Bunu sağlayacak her türlü malzeme tepe tepe kullanılmaktadır. Bu bazen özelleştirme konusu olur, bazen Çankaya tartışması, bazen de asker cenazeleri! Malzemenin elverişliliği, kullanılabilirliği ya da bu tarz bir tutumun ilkesel açıdan tutarlılığı, haklılığı ya da ahlakiliği hiç önemli değildir! Önemli olan, belirleyici olan tek şey oligarşinin iktidar tutkusuna hizmet edip etmediğidir. Her konu araçsallaştırılıp, saldırı silahına dönüştürülebilmekte; topluma korku salmakta ve siyasileri tehdit etmekte kullanılmaktadır.
Militarist ideolojinin 'sivil' sözcülerinin sıkça dillendirdikleri bir hatırlatma, daha doğrusu bir suçlama var. Hükümet, "Ülkenin anayasal kurumlarıyla kavga içinde olan bir hükümet mi olur?" şeklinde suçlanmakta. Ülkenin anayasal kurumları ile kastedilen ise öncelikle askeri bürokrasi. Gerçekten de bir devletin kurumları arasında bu kadar yoğun çatışma olgusu pek olağan bir durum değil, burada yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu kesin. Mamafih yanlışlık yukarıda dile getirilen soruda görüldüğü üzere hükümetten kaynaklanmıyor. Tam tersi bir durum söz konusu. Çarpıklık ordunun tutumunda ortaya çıkıyor. Eğer ülke yönetimi keyfilik ya da alışkanlıklara değil de, hukuka göre olacaksa askerin mütehakkim tutumundan vazgeçmesi ve sivil iradeye tabi olmayı içine sindirmesi şart. Dolayısıyla militarizmin gönüllü kullarının seçilmişleri hizaya getirme sadedinde dillendirdikleri o saçma soruyu şöyle düzeltmek gerekiyor: "Ülkenin seçilmiş yöneticilerine muhalefet yapan bir bürokrasi mi olur?"
İhtiyacımız Olan Şey Cılız İtirazlar Değil, Kimlikli ve Bütüncül Bir Muhalefettir!
Peki, bu çarpıklık nasıl giderilecek? Kim, hangi güçle bürokratik oligarşinin iktidarını sarsacak? Ülke "askeri çöplük" görüntüsünden nasıl kurtulacak? Mevcut seçilmiş yöneticilere bakıldığında işleyişe birtakım noktalarda itirazlarının olmasına karşın, kaybedebileceklerinin çokluğu ve tutarlı bir siyasi kimlik taşımamaları nedeniyle statükoya esastan bir karşı koyma tavrı geliştiremediklerini görüyoruz. Zaten bin türlü pazarlıkla gelebildikleri makamları koruma uğruna gerektiğinde her türlü zilleti sineye çekmeye teşne bir konuma çok çabuk sürükleniyorlar. Hesaplar, kitaplar korkuları, korkular çaresizlikleri besliyor. Tepeden aşağıya yılgınlık, nemelazımcılık pompalanıyor. "Germeyelim" adı altında kimliksizlik dayatılıyor.
İşte öncelikle bu anlayışı, bu ölümcül kültürü tasfiye etmek gerek. Bu iş statükoya bağımlı olanların, bir biçimde düzenden beslenenlerin harcı değil; ancak düzene net bir kimlikle muhalif tavır geliştirebilenlerin yapabilecekleri bir iş. Yukarıdan aşağıya bir şeylerin değişmesini bekleyenlerin hali ortada. Benzeri hayal kırıklıklarını yeniden yaşamak istemeyenlerin yapması gereken şey; kendi özgüçlerine güvenip, sahih bir kimlikle muhalif tavrı hayatın her alanında aşağıdan yukarıya doğru örneklendirmek, inşa etmek olmalı. Kısacası çöplükten yükselen kokulara karşı burnumuzu tıkamak çözüm oluşturmuyor, bu çöplüğü topyekün temizlemek şart! Biz buna talip olmalıyız!