“Egemen olağanüstü hale karar verendir.” Carl Schmitt’in bu meşhur egemenlik tanımıyla küre ölçeğinde bir “olağanüstü hale” yol açan salgın hadisesine bakınca yeryüzünde “mutlak egemenin” kim olduğu ve de kimler olmadığı bir daha gözler önüne seriliyor.1
İşin aslına bakılırsa insanın acziyetinin farkına varması için harici bir hadiseye ihtiyacı bulunmuyor. İnsanı bütün harici etkilerden, olay ve olgulardan soyutlayıp ele aldığımızda kendi acziyetini idrak etmesi imkan dahilindedir. Dahası bu acziyet durumu herhangi bir akıl yürütmeyi gerektirmeyecek bedihi bir durumdur insan için. Hal böyleyken -bizce- ayan beyan ortada olan bu hakikatle insanoğlunun kahir ekseriyetinin hali arasında niçin muvafakat yok sorusu sorulabilir ki bu yerinde bir soru olurdu. Bu soruyu Ortega Y Gasset’in şu sözüyle cevaplayabiliriz diye düşünüyorum: “İnsan olmak demek, insan olmamak tehlikesine açık bulunmak demektir.”2
Ancak her şeyi egemenliği altına aldığını, her şeye güç yetirebileceğini, her şeyi bilebileceğini, her şeyi planladığını vehmeden insanoğlunun bu musibet karşısındaki çaresizliği yine de bize bir şey söylüyor olmalı. Öncelikle bugünkü durumun ne ifade etmediğini ortaya çıkarmaya çalışarak işe başlanabilir. Örneğin insanların kahir ekseriyetinin her şey bittiğinde -şayet biterse- hiçbir şey olmamış gibi tuttuğu yola devam edeceğini tahmin etmek güç değil. Dolayısıyla bu acziyet, çaresizlik halinin kalıcı bir dönüşüme yol açacağını da bu dönüşümün insanın lehine bir dönüşüm olacağını da şu şartlarda beklemek naif bir yaklaşım olur.
“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!”, “Bildiğimiz dünyanın sonu!” gibi tumturaklı sözlerle esastan bir değişim, dönüşüm beklentisi içinde olan epeyce kişinin bulunduğu bir gerçek. Söyleyen kişinin kendisine göre müspet veya menfi yönde ya da yaşanılacak değişime herhangi bir değer atfetmek sizin bir değişim öngörüsünü ifade etmek üzere böyle çarpıcı önermelere başvurduğunu düşünebiliriz. Şöyle bir akıl yürütme yapıldığı görülüyor, içinde bulunduğumuz salgın hadisesi hayatın olağan akışını durdurması ve neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alması hasebiyle insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir olay ve bu denli büyük çapta bir olayın da büyük değişiklikleri beraberinde getirmesi kaçınılmazdır.
Evvel-emirde şunu söylemek gerekir ki gerçekleşmesinden önce kimsenin öngöremediği bir hadisenin bitişinden sonra ne olacağına dair böyle erkenden öngörüde bulunmak sakil kaçıyor. Bugün başına ne geldiğini anlamaktan acizken yarını düşünmeye ya da planlamaya koyulmak bir tür psikolojik savunma refleksi olarak da görülebilir. (Ki yarını düşünmek ister insanın kendi eliyle şekillendireceğini düşündüğü bir yarın olsun isterse de başka birilerinin ya da insan dışındaki olguların -yazgı, yapılar, insan eliyle oluşturulup insanın iradesini aştığı varsayılan kurumlar, organizasyonlar ve sairenin- şekillendireceği bir yarın olsun fark etmez aslına bakılırsa yarını planlamaktır.) Sanki ölüm uzak gelecekten bu kadar yakına, “şimdi”ye gelince “şimdi”-en azından zihnen- atlanıp “geleceğe” sığınılıyor. Ancak nasıl izah edilirse edilsin şunu söyleyebiliriz ki bu salgın hadisesine dair yapılan analizlerde “sonrasına dair”3 olan değerlendirmelerin bu kadar geniş yer tutması gerçekten calib-i dikkat bir durum.
Ölüm burada üstü örtülen, istatistik biliminin bir kavramı olarak sıkça tekrarlansa bile hiç “zikredilmeyen” esas mefhum gibi duruyor. Bugüne kadar “Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum.” anlayışıyla yaşansa da ölümün lafzı bile ağızların tadını kaçırıyor işte! Seküler hayat ölümü anlamlandıramadığından hayatın tamamına şamil bir anlam kriziyle karşı karşıya. Ancak bunu demek, krizini kendi içinde taşıyor ve kendi kendine çökecek demek değil. Krizle karşı karşıya olmak başka bir şey krizi aşmaya çalışmak ve bunu başaramadığında değişim-dönüşüm iradesi ortaya koymaksa başka, krizle karşı karşıya olduğunu görmezden gelse bile bu zaaflı halinden de yararlanıp onu alaşağı edecek bir başka irade sahibi ve güçlü odağın olması ise daha başka bir şey.
Değişim-dönüşüm derken “I. Dünya Savaşı’ndan sonra Cemiyet-i Akvam, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler kuruldu.” gibi bir şey kast edilmiyorsa; salgın hadisesinin esas olarak yaptığı şey olan dünya üzerinde hayatın olağan akışını durdurmasına atıfla hayatın olağan akışında, insanın kendine ve eşyaya bakışında ve buna bağlı olarak dünya genelindeki -çeşitli tonlarıyla- cari hayat tarzında bir değişim-dönüşüm kast ediliyorsa bunun nasıl olacağı sorusu cevaplanmayı bekliyor. Eğer bu ikincisi kast edilmiyorsa değişim denilen şeyle tam olarak ne değişmiş olacak merakımızı muciptir. İnsanın iradesinin söze konu edilmediği herhangi bir gelişme bize göre insanın hayatında esasa dair bir etkide bulunamaz. İnsanın iradesi de dışarıdaki hadiselerden etkilenmeye açıksa da irade mefhumunun tanımı gereği -yeryüzündeki eşya ve diğer insanların iradeleriyle ilişkisi bakımından- kendi kendisiyle kaim bir şeydir.
Amacını Kendi İçinde Taşıyacak Şekilde Yaşama Tutunmak
“Raskolnikov yürürken, ‘Acaba neredeydi?’ diye düşündü. ‘Nerede okumuştum, hani bir idam mahkûmu, ölümünden biraz önce şöyle söylemiş ya da düşünmüştü: 'Yüksek ve sarp bir kayalıkta, ancak iki ayağımın sığabileceği, dar bir çıkıntıda, dört bir yanım uçurumlar, okyanuslar, sonsuz bir gece, sonsuz bir yalnızlık ve hiç bitmeyecek fırtınayla sarılmış vaziyette yaşamak zorunda olsam ve bütün ömrümce, bin yıl boyunca, hatta sonsuza kadar o bir karış toprakta durmam da gerekse, o şekilde yaşamak, şu anda bir saat içinde ölecek olmaktan çok daha iyidir?' Yeter ki yaşasındı, sırf yaşasın! Nasıl olursa olsun ama yeter ki yaşasın!..”4
Dostoyevski böyle anlatmıştı bu yalınkat isteği: Nasıl olursa olsun yaşamak… Bırakın hayatın tamamını en ufak bir işinde insan “Nasıl olursa olsun!” diyebilir mi peki? Ölümün gündemimizde bu kadar yer işgal ettiği bir zaman dilimi “Hangi hayat yaşanmaya değer?” sorusunun sorulması için en uygun zaman değil midir? Ama amacını kendi içinde taşıyacak şekilde yaşama tutunmak gailesi ne kadar soru kaldırıyor orası şüpheli.
Tam da bu bahisle irtibatlı olarak, içinden geçtiğimiz bu süreçte doktorlar, hemşireler, teknisyenler ve hastanelerde çalışan diğerlerinin “sağlık çalışanları” ismi altında toplum tarafından abartılı sevgi gösterilerine mazhar olmaları ilgi çekici bir manzara arzediyor. Kendisi de bir psikiyatri doktoru olan Macar asıllı Amerikalı düşünür Thomas Szasz modern dönemde Tanrı’nın yerini devlet ve bilimin aldığı5 görüşünü dile getirirken bilim içerisinde tıbbın müstesna yerine vurgu yapar. Erdemli olmanın Tanrı için ifade ettiği anlamın sağlıklı olmanın tıp bilimi için ifade ettiği anlamla ikame edildiğini6 söyleyen yazar her ne kadar daha özel olarak tıp derken psikiyatriyi, sağlıklı olmak derken de ruhsal sağlığı kastediyor olsa da geçmişle modern zamanlar arasında yaptığı kıyaslama Batı ve artık büyük oranda Batılılaşmış “Batı dışı toplumlar” için genel olarak tıp biliminin bugünkü anlamını kavramamıza yardımcı olabilir. İçinden geçtiğimiz şu süreçte insanları hayatta tutacak bir ilahi güç olarak tıp biliminin -bazı durumlara gücü yetmeyen bir Tanrı olduğu yer yer aşikâr olsa bile yine de- yegâne umut kaynağı olarak görülmesi ibretlik. Bir mucize bekler gibi bu hastalığa bir aşı, ilaç bulunmasını bekleyen “insanlığın” hali de öyle. Tanrı’nın haşa devre dışı kalışının hastalık, iyileşme gibi süreçlerde dile yani düşünceye taalluk eden tezahürleri zaten Türkçede öteden beri görülebiliyordu. İnsanla başlayıp insanla biten bir süreci işaret etmesi bakımından “hastalığı yenmek” tabiri örneğin çok dikkat çekicidir.
Cevabı Doğru Anlamak Bazen Doğru Soruyu Sormuş Olmakla Mümkün
Ölüm hakikati karşısında üzerine ışık tutulmuş tavşan misali kalakalan seküler dünyanın olan biteni anlama çabası içine girmeden açıklama, bundan sonra olacakları öngörme çabasını bir kenara koyup biz Allah’ın her an yaratmakta olduğuna iman eden Müslümanlar için “içimizden sadece beyinsizlere isabet etmekle kalmayan bu fitne”nin ne anlama geldiğini soracak olsak peki ne söylenebilir?
“Cevap vermek” diyor Muhammed İkbal “şüphesiz ki şuurlu bir benliğin hazır oluşunun belirleyicisidir.”7 İdlib’de çoluk çocuk başına yıllardır bomba yağarken tüm dünyanın bunu sadece izlediğine şahitlik eden birisi dünyanın başına gelen bu salgın musibetini kendi yaşadıklarıyla nasıl olur da ilişkili görmez? Yine aynı şekilde bunca zulme şahitlik edip, zalimlerin karşısında yer alıp zulme uğrayanları desteklese de verdiği desteğin zulmü durduramadığını görüp kahrolan, gök kubbe bu kadar zulüm karşısında nasıl oluyor da çökmüyor diye şaşırıp kalan bir başkasının bugün yaşadığımız olayın kendi sorusuna bir cevap teşkil ettiğini düşünmemesi mümkün mü?
Yani cevap olarak gördüğümüz şey daha öncesinde sorduğumuz soruyla irtibatlıdır. Tabii ki nihai kertede Allah’ın muradını yakin (kesin bilgi) ifade edecek şekilde bilme imkan ve salahiyetimiz bulunmuyor. Burada öncesinde sorduğumuz soruların ne kadar doğru olduğudur, Rabbimizin icabeti olarak gördüğümüz hadiselerin mahiyetini doğru bir şekilde anlamamıza imkan verecek olan. Ancak şunu söylemek gerekir ki Rabbimizi “tenzih” ederken “tâtil” yanlışına da düşmemek, ne olup bitiyorsa her şeyin onun bilgisi ve iradesi dahilinde olduğunu hatırlayarak kudretine sığınmak gerekiyor. Bugün insanoğlunun başına gelen musibetin hangi yapıp ettiklerinden dolayı olabileceğini tezekkür etmek gerekiyor ki “O, birçoğunu da bağışlar”.
Kendi durumumuzun idrakine varmak için daha büyük bir musibet bekleyecek halimiz olmadığına göre birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etmek suretiyle “bin nasihat” yolunu tutmaktan başka çaremiz yok görünüyor. İmam Gazali, kendisinden öğüt isteyen Ebu’l Feth Ahmed b. Selame’ye gönderdiği mektubunda “Öğüt mü? Ben kendimi başkasına öğüt vermeye salahiyetli görmüyorum ki! Çünkü öğüt vermek ‘öğüt kabul etme’ servetinin zekâtıdır. Serveti olmayan nasıl zekât verebilir?”8 derken mektubunun devamında Hz. Peygamber’den rivayet edilen şu sözleri aktararak adeta bizi soktuğu müşkil durumdan kurtarıyor: “Ben size konuşan ve susan olmak üzere iki nasihatçi bırakıyorum: Konuşan nasihatçi Kur’an, susan nasihatçi de ölümdür.”9 Yine meşhur bir rivayet olan “Size nasihatçi olarak ölüm yeter.” sözünü hatırlayalım. Ölümün bize neyi nasihat ettiğini bir daha düşünelim.
Dipnotlar:
1- Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat-Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm, Çev.: A. Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2016,s. 13. Zaten Carl Schmitt, modern devlet kuramının bütün önemli kavramlarının dünyevileştirilmiş teolojik kavramlar olduğunu söyler. “Egemen” kavramını bu bağlamda kullanmak da böylece kavramı aslına irca etmek oluyor. Bkz. A.g.e., 43-57
2- Ortega Y Gasset, İnsan ve Herkes, Çev.:Neyire Gül Işık, Metis Yayınları, İstanbul, 1999, s. 40.
3- Sonrası derken kaba taslak olarak “Bundan böyle bu şekilde yaşamaya alışmalıyız.” şeklinde ifade edilen bu halin süreceği öngörülerini de kast ettiğimizi belirtmeliyiz. Zira bu değerlendirmeler de bu salgın hadisesi bittikten tabiri caizse “normal hayata” döndükten sonra siyasal-toplumsal ve gündelik hayatta nelerin değişeceğine dair yapılan öngörüler gibi bir gelecek projeksiyonu taşıyor.
4- Fyodor Dostoyevski, Suç ve Ceza, Çev.: Mehmet Ali Özkan, Şule Yayınları, İstanbul, 2010, s. 216
5- Thomas Szasz, Vahşi Dil-Tersinden Okumalar Lugatı, çev. Mehmet Atalay (İstanbul: Kaknüs Yayınları 2006), 242
6- A.g.e, 119
7- Muhammed İkbal, İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden İnşası, çev. Rahim Acar (İstanbul: Timaş Yayınları 2013),52
8- Bekir Topaloğlu, Dini Sohbetler, (İstanbul: Nesil Yayınları1993), 55 İmam Gazali’nin Risaletü’l Va’zıve’l- İ’tikadadlı risalesinde geçen bu sözleri Bekir Topaloğlu adı geçen kitabına “Öğüt ve İnanç Üzerine” başlığıyla çevirerek almıştır.
9- A.g.e, 55. Bekir Topaloğlu bu rivayetle ilgili düştüğü dipnotta hadis olarak nakledilen bu sözü tevsik edemediğini belirtiyor ve buna yakın olarak kaynaklarda geçen “Size öyle bir şey bıraktım ki ona sarıldığınız takdirde yolunuzu asla şaşırmazsınız: Allah’ın Kitabı” (Tirmizi, Menakib. 31; Muvatta, Kader. 3) ve “Size nasihatçi olarak ölüm yeter” (Iraki, Muğni, İhya haşiyesinde IV, 450, 9 numaralı not; Acluni, Keşfu’l Hafa, ‘Kefa’ maddesi, sened-i zaif ile) rivayetlerini aktarıyor.