Tarih; niceliksel zaman açısından geçmişte olup bitenleri, toplumların geçirdikleri dönemleri yer ve zaman belirterek anlatan, geçmişte yaşanan olaylar arasında nedensel ilişkiler kurmaya çalışan, bu ilişkileri belge ve kalıntılara dayandırarak sistematik olarak incelemeyi konu edinen bir disiplindir. Tarih ister bilimsel olarak ele alınsın, ister sanatsal veya edebi düzlemde ele alınsın bir inşa faaliyeti; yani bir geçmiş mimarisidir. Geçmişin kurgulanması ise bugünden bağımsız değildir. Geçmiş, yalnızca yaşanmış ve bitmiş olaylar dizgesi değildir. “Geçmiş” her şeyden önce “bugün” ile bağlantılı ve bu yüzden de her gün yeniden yaratılan bir mücadele alanıdır. İşte bu noktada tarz, üslup ve zevk gibi öznel etkenlerin yanı sıra, tarihçinin dünya görüşü, meşrebi, doktrini de büyük rol oynar. Tarih yazarı, aynı zamanda bir programcıdır. O halde programın ne ve nasıl olduğu irdelenmeden, üretilen fikirlerin sağlıklı bir değerlendirmesini yapmak imkânsızdır. Tarih; toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel oluşumları/etkenlerin belirlediği hayatın ta kendisidir. Tarih bize, elden kaçan, hareketli, birbirlerine çözülmez bir şekilde dolanmış ve ardı sıra yüzlerce farklı ve çelişkili çehreye bürünebilen bir sorunlar yumağı olarak gözükür. Buna nasıl yaklaşılacağı, hangi zaman diliminin alınacağı tarihi kavrama açısından yaşamsaldır.
Tarihin nesnelliğini ya da nesnel bir tarihin imkân dâhilinde olmasını düşünme yönündeki bütün kuramsal yalıtılmışlık biçimlerini sarsarak yerinden eden bir tarihçi Bernard Lewis. Politikanın kirli işerine tutkun denilebilecek türden angaje bir tipoloji: Amerikan siyasetini ve Siyonist yayılmacılık başta olmak üzere Ortadoğu coğrafyasını meşgul eden sorunlar ve gerilimler üzerine düşünen ve bu çerçevede kamusal tartışma sahnesine sık sık giren bir oryantalist tarihçi. Modern dönemde tarih yazımına ilişkin iki görüşün egemen olduğunu tarihe dair yazılan felsefi içerimli kitaplardan kolaylıkla anlayabiliyoruz Tarihi dolayısıyla da tarihçiyi bütün olup bitenlerden yalıtarak yersiz yurtsuzlaştıran bir disiplin olarak düşünmek sıklıkla karşılaştığımız bir kolaycılık. İkinci bir yaklaşım ise tarihçiyi bir zümrenin, bir sınıfın, bir ulusun sözcüsü ya da belli başlı ideolojilerin yardakçısı olarak görmek. Edward Said’in son oryantalist olarak nitelediği Bernard Lewis, siyasal tartışmalara katılma biçimi, Ortadoğu sorunlarına bakışı, İsrail ve Amerika hassasiyeti gibi noktalarda gösterdiği istikrar nedeniyle angaje bir tarihçi olarak görülebilir. Elbette bu genel tespit, onun bu genel düşünsel ve siyasal eğilimine uymayan yazılarına, kitaplarına rastlanmıyor demek değildir; ancak bu tür kitapların yazarın kamusal tartışma ortamında yer alış biçimi bakımından bir istisna oluşturamadıkları da ortadadır.
Batı'nın etno merkezci söylemine karşı son yıllarda geliştirilen ve Batı kültürünün ‘öteki’ kültürler üzerindeki sorgusuz üstünlüğü mitinin yıkılmasına neden olan araştırmaların kökeninin 1960'ların Paris entelektüel ortamına uzandığı bilinmektedir. Oryantalizm üzerine çalışan önemli figürlerden Edward Said'in en güçlü kaynaklarından biri akademik disiplinlerin salt bilgi değil, aynı zamanda iktidar ürettiği tezini ortaya atan Michel Foucault'dur. Said'in çıkış noktası, Foucault'nun, oryantalizmin Avrupa emperyalizmini üretmeye yardımcı olduğu savıdır. Doğu, Said'in deyişiyle, “Avrupa'nın en büyük, en zengin, en eski sömürgelerinin mekânı, uygarlıkları ile dillerinin kaynağı, kültürel rakibi, en derin, en sık yinelenen ‘öteki’ imgelerinden biridir. Ayrıca Şark, onun karşıt imgesi, düşüncesi, kimliği, deneyimi olarak Avrupa'nın (ya da Batı'nın) tanımlanmasına yardımcı olmuştur. (...) Şark, Avrupa'nın maddi uygarlığı ile kültürünün bütünleyici bir parçasıdır.” (Said; 2001, 11)
Batı kültürünün ‘öteki’ kültürler üzerindeki sorgusuz üstünlüğüne dayanan ve Batı kültüründe güçlü bir eğilim olan etnomerkezciliğe karşı son yıllarda bu baskın söylemi merkezden çeken bir dizi araştırmacı, Batı-dışı kültürlerin ve diğer söylemlerin (de) marjinal değil, fakat, en az Batı kültürü kadar dikkate değer olduğunu açımlama çabasına girişir. ‘Çokkültürlü’ olarak adlandırılan ve dünyanın, merkezî bir kültür olmaksızın, bir dizi eşdeğer kültür tarafından kurulduğunu savlayan bu araştırmacıların başında gelen Said, Doğu'ya ilişkin olguların imgesel düzlemde incelenmesinin, neredeyse tümüyle egemen Batı bilincine dayandığını belirterek genelde insan bilimlerinde, özelde ise oryantalist incelemelerde incelemecinin kimliğini gündeme getirir. Araştırmacıyı yaşam koşullarından, bir sınıfa, bir inanç öbeğine, bir toplumsal konuma -bilinçli ya da bilinçsiz- bağlanmışlığından ya da sırf toplumun bir üyesi olarak hareket etmekten uzak tutacak bir yöntemin henüz geliştirilemediğini belirten Said, insan bilimleri alanındaki hiçbir bilgisel üretimde, o bilgileri üreten yazarın bir insan öznesi olarak içinde yaşadığı koşullarla ilgisinin göz ardı edilemeyeceği, yadsınamayacağı doğruysa, Şark'ı inceleyen bir Avrupalı ya da Amerikalının kendi gerçekliğinin temel koşullarının da yadsınamayacağının doğru olduğunu yazar. (Said; 2001, 11-19)
Oryantalist incelemeler ve incelemecinin kimliği konusundaki bu anımsayışın nedeni, yukarıda da belirttiğimiz gibi Bernard Lewis. Bu bağlamda Oryantalizmadlı anıtsal yapıtında Edward Said tarafından dile getirilen Bernard Lewis ile ilgili çözümlemeleri de hatırlamakta yarar var: Said, eserinde, bir cümle ile ifade edersek, Lewis’in, Doğu’yu ve Batı’yı dikotomik bir algı ile kavrayan ve Batı’yı idealize ederek orienti küçümseyen klasik oryantalizmin enerjik bir temsilcisi ve Arap-İslam dünyasının kötülüğünü kanıtlama peşinde olan bir kimse olduğunu söyler. Onun bu niteliğini Babil’den Dragomanlara veHaşişiler adlı iki kitabı üzerinden okumanın anlamlı olacağını düşünüyorum. Tarih/siyaset alanında özellikle 11 Eylül ve sonrasında hız kazanan Ortadoğu incelemeleri ile metinlerarasılık bağlamında okunması ve değerlendirilmesi gereken iki kitabın yazarının Batılı anlamda tarih eğitimi almış bir araştırmacı oluşu; ancak, emperyal kibre ve Siyonizm’e yakın oluşuyla inceleme nesnesinin içinden çalışması, incelemenin/değerlendirmelerin söylenceye yakın nesnelliği konusunda bir örnek olarak duruyor.Yanlış Giden Neydi? ve İslâm'ın Krizi, 11 Eylül sonrası dönemde kaleme alınmış eserlerdir ve burada Bernard Lewis'in İslâm ve İslâm dünyası hakkında yapmış olduğu olumsuz değerlendirmeleri fark etmemek mümkün değildir.
Bernard Lewis Türkiye’de oldukça iyi tanınan, bundan da öte oldukça sempatik bulunan birisi. Bu algının gelişmesinin en önemli nedeni sadece Türkiye üzerine yapmış olduğu Modern Türkiye’nin Doğuşu, Atatürk Değişim ve Uluslaşma Hareketi gibi çalışmalardan kaynaklanmaz: Ermeni sorunu karşısındaki tutumu, yani Ermeni soykırımı iddialarının asılsız olduğunu söyleyen ve akabinde Fransa’da hakkında açılan davada simgesel de olsa mahkûm olan Lewis,Türkiye’ye her gelişinde Türklerden ve Atatürk’ten övgüyle söz eder. Elbette onun Türkiye ilgili düşünceleri Ermeni meselesi konusunda fikir beyan etmekle ve Türk modernleşmesi ile sınırlı değil. Onun Türkiye ilgili başka fikirleri de var. Bunlar içinde, Türkiye’nin Ortadoğu’daki iki demokrasiden biri olduğu [diğeri İsrail], kurmuş olduğu laik ve demokratik sistem ile Ortadoğu’daki diğer Müslüman devletlerin rol modeli haline geldiği, bir süre sonra İran’ın ve Irak’ın Türkiye’yi örnek alarak Türkiyeleşeceği, AB’nin Türkiye’yi hiçbir zaman kabul etmeyeceği gibi düşünceler de var. Türkiye'nin demokratik kimliğine ve bölge ülkeleri için yegâne model olduğuna yapmış olduğu vurgu, Türkiye'nin resmî politikaları ile birebir örtüşür. Türkiye’nin demokrasisi ve iyi Batılılaşması bakımından, Türkiye'nin komşuları ve Ortadoğu ülkeleri nezdinde edindiği örnek role sürekli vurgu yapar. Bu övgü dolu sözlerinden dolayı 1998 yılı “Atatürk Uluslararası Barış Ödülü” Bernard Lewis'e verilmiştir. Lewis, ödülünü, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'den almıştır. Demirel, Bernard Lewis'i “Ortaya koyduğu belgeler, yaptığı eleştiri ve yorumlarla, özgürlüğü ve demokrasiyi savunuyor. İnsanlığı hoşgörüye çağırıyor.”sözleri ile övmüştür. 2002 yılında ise Amerika Atatürk Toplumu Derneği tarafından, "evrensellik ve barışı simgeleyen" Atatürk ödülüne lâyık görülmüştür. Buna gerekçe olarak da Bernard Lewis'in Türkiye'yi çok iyi kavramış olduğu ve İslâm ve Batı medeniyetine bakışının Atatürk ile aynı çizgide olduğu gösterilmiştir. (Oral; 2003)Lewis’in ödül almasını kolaylaştıran özelliği de sık sık Mustafa Kemal övgüsü yapmayı bir alışkanlık haline getirmiş olmasıdır. Türkiye’nin içinde bulunduğu güç koşullarda İslam ile Avrupa seçenekleri arasında bir seçim yapma zorunluluğuyla karşı karşıya kaldığını ve [İslam’ı değil] Avrupa’yı seçtiğini ifade eden Lewis, bu seçimin modernleşme ve Batılılaşma politikalarını kalıcı kıldığını ve bunu başaran ismin de Mustafa Kemal olduğunu belirtir. Türkiye’deki Kemalistler gibi onu hem milliyetçi bir lider hem de Batının arasına katılma hevesinde bir değişimci olarak selamlar. (Lewis; 2008, 612-615) Noam Chomsky’nin Lewis’i basit bir propagandacı olmakla itham etmesinin haklılığı Lewis’in Kemalizm modelinin her zaman tutarlı bir savunucusu konumunda oluşu hatırlandığında ortaya çıkar.
Uzun yıllar Ortadoğu ve İslam tarihi alanında bir numara olarak kabul edilen Ortadoğu araştırmalarının duâyeni’nin siyasî duruşu bir tarafa, akademik kimliğine yönelik ciddi itirazlar da var. Mesela, 28 Haziran 2003’te Amerika’nın en iyi politik yayını sloganı ile yayınlanan Counterpunch dergisinde yayınlanan M. Shahid Alam imzalı Bernard Lewis: Bilim mi Yanıltmaca mı?[Bernard Lewis: Scholarship or Sophistry?] başlıklı makale, onun son elli yıldan beri radikal Siyonist oryantalizmin bayraktarlığını yaptığı ve sayısız müridi ile birlikte İsrail’in Ortadoğu’da varlık kazanması için elinden geleni ardına koymadığını ortaya koymaktadır.
Emperyal Oryantalizm
Babil’den Dragomanlara’nın sosyal ve siyasal bilimlerde önemli bir yeri olan Ortadoğu ve oryantalizm incelemeleri ile siyasal metinlerarasılık bağlamında okunması ve değerlendirilmesi gereken bir yapıt oluşu kadar 1940’lı yıllardan itibaren yazarın 60 yıla yayılan çalışmalarının genel bir retrospektifini sunan bir toplam ortaya koyuyor oluşu bakımından da ayrıca üzerinde durulması gereken bir yönü var. Bernard Lewis, elli bir adet makale ve bildirisini bir araya getirdiği kitaba Babil'den Dragomanlara adını vermiş. İlk anda anlaşılması güç bir isim tercih edilmiş gibi görünse de, dillerdeki değişimlerle toplumsal yapılardaki dönüşüm arasında kurduğu bağlantı dolayısıyla böylesi bir isim kitaba uygun düşmüş.
Tevrat'ın Tekvin bölümünde anlatıldığı üzere Babil Kulesi, Babilliler tarafından görkemli kentlerinin başı göğe değen kulesi olarak bir anlamda Tanrı'yla yarışabilmek amacıyla inşa edilmeye çalışılmıştı. Sonunda ise Tanrı, işçilerin dillerini birbirlerini anlayamayacak şekilde karıştırarak kulenin yapımını engellemiş ve insanların bir anlamda kendisine meydan okumasına izin vermemişti. Nitekim bu gelişme üzerine kule hiçbir zaman bitirilememiş ve insanlar konuştukları farklı dillerle dünyanın dört bir yanına dağılmışlardı. Değişik kültürel çevrelere ait insanların arasında dilden kaynaklanan bir anlaşmazlık ve dolayısıyla sorunlar her zaman mevcut olmuştur. Dilsel dolayısıyla da kültürel farklılıkları bulunan insanlar birbirleriyle etkileşime geçmek istediklerinde mutlaka bir aracıya, yani tercümana ihtiyaç duymuşlardır. Bu bağlamda Yunanca bir kökenden gelen Dragoman kelimesiyle tanımlanan çevirmenler devreye girmiş ve yaptıkları aracılıkla birbirlerini anlaması mümkün olmayan insanların ilişki kurmalarına vesile olmuşlardı. Kimi zaman çevirmenler kimi zaman tüccarlar kimi zaman da gezginler tarafından dünyanın bir ucundan ötekine taşınan sözcükler, Lewis'in de işaret ettiği gibi sadece bir dilin taşınması olarak kalmamıştı. Bu durum aynı zamanda taşınan kültürel öğeler vasıtasıyla dünya üzerindeki uygarlıkların oluşum süreçlerini anlamamıza ya da en azından bu sürecin nasıl işlediğini kavramamıza da katkı sağlamaktadır. .(Lewis; 2008, 25 vd) Kitaba adını veren bu bölümü Lewis Yahudi kültürü odaklı olarak inceler. Öncelikle çeviri sürecinin karmaşık ve birbiriyle çelişen görüşleri barındırdığını ifade eder. Tercümeye etken olan nedenleri incelerken bu konudaki dini geleneklerin de bir değerlendirmesini sunar. Kitaplı dinlerin çeviri sorunu karşısındaki tavırlarından hareketle Yahudileri ve Hıristiyanları ayrıcalıklı kılar. Müslümanların ise bu sorunla ilgili olarak epey farklı bir pozisyon benimsediklerini, Kur'an’ın çevirinsin teşvik edilmek yerine, böyle bir girişimin alenen yasaklandığını ifade eder. Bu sebepler arasında metnin kutsal olması, taklit edilemez oluşu ve insan eseri olmayışını saydıktan sonra bu konuda oldukça yanlı bir tutum içine girer: Kur'an’ı tercüme etme girişiminin “haddini bilmezlik, inançsızlık taşıyan bir eylem” olarak görüldüğünü ifade eder. (Lewis; 2008, 28) Oysa böyle bir algı olsa tarihi süreç içinde hiç Kur'an çevirisi yapılmaması gerekirdi. Bu, saldırganlığa varan bir ideolojiklik sergilemekten kaynaklanır. Bilindiği üzere ilk Kur’an tercümesi Farsçaya olmuştur. (Ata; 2004, IX) Rivayetlere göre bu tercüme işlemi Hz. Peygamber dönemine kadar götürülmektedir. “Kur’an’ın bütün olarak ilk Farsçaya tercümesi ise Samanîler devrinde (875-999), hükümdar Samani Mansur İbni Nûh (hükümranlığı 961-976)’un buyruğu üzerine Buhara’da yapılmış ve bunda Taberî’nin hacimli Kur’an Tefsiri esas alınmıştır. Bu tercüme metni herhangi bir ek açıklamaya yer vermeksizin kelime kelime yapılan bir tercümedir.” (Ata, 2004: IX)
Kitapta yer alan makalelerin tamamı tarihle ilgili. Bernard Lewis makalelerini üç gruba ayırıyor, ancak bu ayrım bölümlere yansımış değil: Birinci gruptaki makaleler, doğrudan geçmiş tarihle ilgili makaleler. İkinci gruptakiler ise olaylar olup biterken süregelen tartışmalarla, başka bir deyişle güncel tarihle ilgili makalelerden oluşuyor. Bu ilk iki grup yazarın da ifade ettiği gibi aslında birbiriyle örtüşerek ötekini tamamlıyor. Üçüncü grupta ise tarihçinin işlevi ve bu bağlamda görevleri ele alınıyor. (Lewis; 2008, 19) Saddam'ın yönetim anlayışından Usame bin Ladin'in amacının ne olabileceğine oradan modern İsrail devletinin doğuş öyküsünden Pan-Arabizm'e değin güncelliği olan pek çok konuyu irdeleyen makalelerin konusal çeşitliliği dikkat çekiyor. Onu 1990'lı yıllardan itibaren asıl gündemde tutan unsurların başında günümüzde İslam dünyası ve Batı arasındaki ilişkiler hakkında yazdıkları geliyor. Bunların en önemlilerinden biri, Lewis’in1990 yılında yazdığı Müslüman Öfkenin Kökleri adlı makaledir. Müslümanların, Batı dünyasına karşı olan öfkelerinin sebeplerini sorgulayan ve bu öfkenin neden kolaylıkla kaybolmayacağını tartışan makalesindeki en önemli argümanlarından biri, daha sonra 1993 yılında Huntington'ın geliştireceği 'Medeniyetler Çatışması' kavramıydı. Lewis, bu makalesinde özellikle 1980'li yıllardaki İslami aktivizmi kendince tahlil ettikten sonra sonuç olarak bu hareketlilik ve havanın bir medeniyetler çatışmasına yol açabileceğini ifade etmektedir. Ona göre bu hareket 'onların' Musevi-Hıristiyan mirasına ve seküler sistemine ve bunların her ikisinin dünya çapında yükseliyor olmasına karşı tarihi, ancak irrasyonel bir rakibin tepkisidir. (Lewis; 2008, 533-574) Kitapta onun oryantalist ve Siyonist bakış açısını görebileceğimiz makaleler genel olarak şunlar: Ortadoğu’da Din ve Cinayet, Avrupa ve İslam, Tarihsel Perspektiften Filistin’de Britanya Mandası, Pan-Arabizm, Modern İsrail’in Doğuşu, 27 Mayıs 1971 Tarihli Sovyet-Birleşik Arap Cumhuriyeti Antlaşması Üzerine Oryantalist Notlar, İslam ve Batı, Kendine Rağmen Batılılaşmış Ortadoğu, Dünya Meselelerinde Ortadoğu, Dostlar ve Düşmanlar, Kahire’ye Dönüş, Ortadoğu İbadette, Anti-Siyonist Kara, Lübnan’da Sağ ve Sol, İslam Devrimi, Tanrının Düşmanları, Müslümanların İsyanının Kökleri, Diğer Ortadoğu Sorunları, Amerikan Emperyalizmi mi Dediniz?, Ortadoğu’da Güç, Zayıflıklar ve Tercihler, İslam Hukuku, Saddam’dan Herkes Nefret Etmiyor, Ortadoğu Devletleri Artık Emperyal Devletlerin Piyonu Değil, Saddam Ne Ekti?, Modern Türkiye’nin Paradoksuna Yeniden Bakmak, Net Olmalıyız, Tarihi Savunmak, Usame ve Kötücül Çağrısı, Devirme Zamanı…
Ortadoğu'yu ve Arapları küçültmeye, itibarsızlaştırmaya çalışan Lewis’in özellikle güncellikle ilişkili yazıları gerçekten de oryantalizm ile emperyalizm arasındaki ilişkinin ete kemiğe bürünmüş hâli gibidir. Ona göre Batı dışındaki dünya geridir; Ortadoğu ise daha da geridir. İslam'ın hâkim olduğu bu coğrafya Batı karşısında yaklaşık üç yüz yıl önce gerilemeye başlamıştır. Bu gerileme,'Müslüman öfkesi'nin nedenidir. Gerilik ile Ortadoğu, Araplarla şiddet bir ve aynıdır. “Terör”ün muhtaç olduğu her şey bu coğrafyada zaten mevcuttur. Ona göre Araplar, tıpkı bir dönemler Sovyetler Birliği ve diğer ‘İsrail düşmanları’ gibi, Nazizm’den etkilenmektedirler. Lewis, Siyonizm’e karşı olduğunu söyleyen herkesin aslında gizli birer Yahudi düşmanı olduğunu söylemekle Filistinlilerin yok edilmesine ve mülksüzleştirilmesine de entelektüel düzlemde katkı yapar. Bu hacimli kitap, bu minval üzere şekillenen, kimi zaman güncel konularda kimi zaman da akademik olarak okuyucuya Bernard Lewis'in akademik ve ideolojik serüvenini ve yaklaşık yetmiş yıllık süreçte nelerle uğraşıp neleri yaptığını da ortaya koyan bir içerik taşıyor.
Doğu'nun ‘Terörist’ Kökeni
Haşişiler, tıpkı Lewis'in diğer çalışmaları gibi ideolojik kaygılarla kaleme alınmıştır Bernard Lewis'in ‘Alamut İsmailiyesi’ni incelediği Haşişiler adlı kitabı daha önce Türkçeye “Ortaçağ İslam Dünyasında Terörizm ve Siyaset” alt başlığı çevrilmişti. Kitap ikinci kez yayımlanırken seçilen alt başlık ise şöyle karşımıza çıkıyor: “İslam'da Radikal Bir Tarikat”. Aslında söz konusu farklılık başka dillerdeki çevirilerde de mevcut. Yabancı bir dildeki ilk çeviri olan Fransızca çeviride alt başlık değiştirilerek “Ortaçağ İslam Dünyasında Terörizm ve Siyaset” olmuştur. İtalyancada “Tarihin İlk Teröristleri”, Almancada ise “Radikal İslam'da Dini Katl Geleneği Üzerine”dir. Lewis, bu tanımlardan kimine katılmadığını açıklar kitaba yazdığı önsözde. Öte yandan Batı dillerinde alt başlık üzerinden yapılan bu değişikliklerin nedenleri hakkında yaptığı açıklamada bu alt başlık tercihlerinin aslında yanlış olmadığını da açıkça söyler: “Tüm bu tashihlerden kasıt, açıkça, kitapta tasvir edilmiş fiiller ile günümüzde Ortadoğu’nun Müslüman coğrafyasında kol gezen benzer hadiseler arasında paralellikler kurmaktır. Şüphesiz, Ortaçağ’ın Haşîşîleri ile günümüzdeki suretleri arasında yadsınamaz bir benzerlik mevcuttur: Suriye-İran bağlantısı; terörün planlı bir şekilde kullanımı; davasının hizmetinde ve öbür dünyada mekanının cennet olacağına inanan suikastçı ajanın, kendini kurban etmeye varan adanmışlığı. Saldırıların odağında harici bir düşmanın yer alması bağlamında, geçmişte Haçlı ordularına, bugün İsrail’e yönelik eylemlerde bu benzerlik durumu iyice su yüzüne çıkmaktadır.” (Lewis; 2007, X) Verilmek istenen mesaj son derece açıktır: Terör, katliam ve cinayet Ortadoğuluların kültüründe vardır. Ve bu sadece Batılılara yönelmez aynı zamanda kendileriyle aynı inancı paylaşanlara da yönelir. Haşişilerin öfkesi ve hançerlerinin yöneldiği unsurlarla bugün arasında ilginç bağıntılar kuran Lewis, tam anlamıyla ideolojik, basmakalıpçı ve önyargılı tarih yazımı örneği ortaya koymaktadır: “Günümüzde kimi İslamcı terörist örgütlerin İsraillilere ve Batılılara karşı faaliyet yürütmekte oldukları doğrudur. Fakat uzun vadede daha ses getirecek muhtemel hedefler olarak, İslam dünyasının mevcut -kendi deyimleriyle mürted- rejimlerini bellemişlerdir ve hedefleri bu rejimleri alaşağı edip yerlerine kendi nizamlarını hakim kılmaktır.” (Lewis; 2007, XI) İsmailiye mezhebinden yola çıkarak bugüne ilişkin birtakım hükümlere varmak çok ucuz bir yöntemdir. Bu yapı ile ilgili nihai hükmü şöyledir Lewis’in: “Bir bakımdan, Haşîşîlerin tarihte bir eşi bulunmamaktadır; o da, terörün politik bir silah olarak uzun vadede planlı ve sistematik bir şekilde kullanılmasıdır. Iraklı cellâtlar ise daha ziyade, Hindistan'da adam öldürüp soyan eşkıyalardan kurulu Thug tarikatıyla benzeşmekte, küçük çaplı ve rastgele eylemler yapmaktaydılar. Daha eski tarihlere ait siyasî cinayet hadiseleri, ne denli dramatik de olsalar, tek tek bireylerin, bilemediniz küçük entrikacı grupların tezgâhından çıkma, hedefi ve tesiri soyut bir eylem olmanın ötesine geçememektedir. Cinayet ve entrikadaki maharetleri bakımından, Haşîşîlerin sayısız selefleri mevcuttur; cinayetin bir sanat, bir ayin ve bir vazife olarak saflaştırılmasında dahi, kendilerinden önce davranmış, bu yönde arayış içinde olmuş olanlar çıkmıştır. Fakat Haşîşîler için, ilk teröristler diyebiliriz.”1(Lewis; 2007)
Süreklilik ve değişim ilkelerinin karşılıklı etkileşimlerinin bir ürünüdür tarih: Geçmişin anlaşılmasından yola çıkarak, bugünü ve geleceği anlamaya yarayan yolu açmaktır tarihin amacı. Tarihçi, bildiği ya da bilebileceği çok sayıda veri içinden, kendisine göre temel önem taşıyan sorunlara veya görüşlere bir yorum getirebilmek bakımından anlamlı olanlarını seçmek zorundadır. Bu seçme süreci en tehlikeli olanıdır; zira, benimsenen siyasal ve ideolojik tutumlar, gerçekliğin bozulmasına götürebilir. Lewis’in Ortadoğu ile ilgili yargılarına baktığımız zaman düpedüz Amerika’nın politik sözcülüğünü yaptığını, ABD’li politika üreticilerine olan organik yakınlığı bir tarafa, bizzat kendisinin bir politika yapıcı gibi konuştuğunu görüyoruz. Bu noktada, onun Amerikalı bir siyasetçi edası ile yaptığı çözümlemelerde Pentagon raporları gibi duruyor.
Dipnotlar:
1-Marco Polo’nun “sahte cennette uyuşturucu çekip kafayı bulan, huri ve gılmanlarla meşk yapan gözü kara terörist güruh” diye tanımladığı Haşhaşiler diye bilinen İsmailî hareketi hakkında, yaklaşık 750 yıldan beri kamuoyuna mal edilmiş ortak kanı Haricilikle aynıdır. Ne zaman bir şiddet, kan ve çatışma ortamı olsa, nerede bir ‘terörist’ eylem gerçekleşse veya tarikatçılık meselesi söz konusu edilse; sağcı, solcu, metafizik veya materyalist meşrepli popüler yazarların çoğu, şu noktada görüş birliği içindeler: “Bunlar, Hassan Sabbah gibi canidirler; onun geleneğindendirler. Eylemci örgütler, Hasan Sabbah'ın Fedailer şebekesinin günümüzdeki mirasçılarıdırlar. Haşhaşiler gibi afyon çekerek, gözü dönmüş eylemler yaparlar. Sağ ve sol militanlar da bunlardan farksızdır. Dolayısıyla Hasan Sabbahçıların izinden giderler. Başta Taha Akyol (bkz. Haricilik ve Hizbullah kitabı) olmak üzere E. Ruhi Fığlalı (bkz. İtikadi İslam Mezhepleri), Ömer Rıza Doğrul (Cennet Fedaileri), Amin Maalouf (Semerkant), Freidoune Sahebjam (Dağın Şeyhi Hasan Sabbah), Amir Taheri (Hizbullah) gibi yazarlarda buna rastlamak mümkündür.
Kaynaklar
SAİD, Edward (2001) Şarkiyatçılık, Çev: Berna Ünler, Metis Yay., İstanbul.
LEWIS, Bernard (2008) Babil’den Dragomanlara,Çev: Ebru Kılıç, Kapı Yay.
ORAL, Özgür (2003) “Bernard Lewis ve Oryantalist Gelenek”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 2.
ATA, A. (2004), Türkçe İlk Kur’an Tercümesi-Karahanlı Türkçesi, TDK Yay., Ankara.
LEWIS, Bernard (2007)Haşişiler, Çev: Kemal Sarısözen, Kapı Yay.