Benimki de Kaleşko

Nehir Aydın Gökduman

Deli dolu rüyalar görüyorum son zamanlarda. Kırmızı mekanlarda kırmızı elbiseli insanlar ha bire kırmızıya boyayıp duruyorlar birilerini... Sabahları yorgun ve mutsuz uyanıyorum. Mücahit neden son günlerde saat başı haberlere kilitlendiğimi merak ediyor. Bu sabah ranzanın ikinci katından sarkmış soruyordu: "Anne Ramallah bize çok mu uzak?" Sabah haberlerinin sesini fazla açmış olmalıyım. Uykuyla uyanıklık arasında bir şeyler mi duydu acaba? Art ardına ışık hızıyla yağıyor sorular; "Ramallah'a uçakla gitmeye paramız yetmezse otobüse binemez miyiz? Bu kaçıncı intihar saldırısı? İstişhadi eylem mi diyecektim? İsrailliler Arafat amcayı öldürebilirler mi? Bizim ekmeğimiz de suyumuz da bol; oradaki kardeşlerimizle paylaşamaz mıyız? Hani Filistin'in kurtuluş öyküsünü yazacaktın? Babamla geçen gün konuşurken, ben barışa inanmıyorum, diyordun. Barış kötü bir şey mi? Yoksa babama mı küstün?" Soru sormaya doymuyor. Şimdiki çocukların soru sorma ve cevap bekleme teknikleri de değişik. Her fırsatta açığımı yakalama peşinde sanki. Biz çocukken demek istemiyorum ama, soru bile soramazdık. Öğretmenimize sorsak duymazdan gelirdi, büyüklerimize sorsak büyüyünce öğrenirsin diye geçiştirirlerdi. Üstelik çarpım cetvelini sorardık en fazla; ya da Cin Ali'nin neden cin olduğunu... Oğlum inadına, "Filistin öyküsünü yarım bıraktın, sonunu neden anlatmadın?" diye dikleniyor. Çalışma masasının üstü karmakarışık dergi ve kitaplarla dolu. Çok dağınık. Zaman zaman masasını toplarken göz atıyorum okuduklarına... Klonlamayı, metamorfozu, Satanizmin perde arkasını onun okuduğu dergilerden öğrendim. Öğretmeni sınıfta soru sormaya çekindiğini söylüyor. Biraz da benden esirgese merakını...

"Filistin'de taş kalmamış! Doğru mu? Allah'ın taşı tükenir mi? On sekiz yaşındaki abla bedenine gizlediği bombayla taşlaşmış yüreklere mi okuyordu titrek parmaklarındaki kâğıtta yazılanları? Yardıma çağırdıkları onu duymuşlar mıdır? Uyuyan birileri de kim? Eskimolar bile kış uykusuna yatmıyorlar artık... İsrail esir aldığı abileri nereye götürüyor? Onlar vatanlarını savunmaktan başka ne yaptılar ki?" O sırada televizyonda gözleri ve elleri bağlı Filistinli erkekleri gören Tarık bağırıyor: "Anne! Anne! O amcalar körebe mi oynuyorlar? Bizim kreşte oynadığımızdan. Ama bunlar çok büyük. Hem bir sürü körebe olmaz ki! Neden hepsinin gözleri bağlı böyle? Ellerini öne uzatıp neden birbirlerini tutmaya çalışmıyorlar? Bizim kreşte körebe oynarken herkes kıkırdıyor. Bu amcaların yüzü neden asık?" Mücahit yaşından büyük bir hüzünle kumandanın tuşlarına basıyor. "Tarık bak, Şirinler başlamış. Gargamel Şirine'yi yakalamış..." "lıh, körebe amcaları aç! Körebe amcaları aç!" "Anne kardeşimin psikolojisi bozulacak! Ne yapmalıyım? Hem benim sorularımın hiçbirini cevaplamıyorsun. Sakın Tarık'a uzun uzun anlatma faslına girişme! Dünyanın anlayamadığını o nereden anlayacak. Bırak körebe sansın! Sahi şu sapanlarıyla taş atan çocukların okulları yok mu? Kaç kere gördüm, boyu benden bile küçüktü birçoğunun... Ben bir gün okula gitmesem kemiklerimi kırarsın. Ya onların ebeveynleri! Anne haberleri dinlerken neden dolu dolu oluyor gözlerin? Ortadoğu derken sesin neden titriyor? Neden Mescidi Aksa kartpostalına dalıp dalıp iç geçiriyorsun? Bu savaş elli yıldır sürüyor diyenleri anlayamıyorum. Onlar Musa(a)'yı tanımıyorlar mı? İsrailoğulları'ndan çektiklerini... Anne ben büyüyünce astronot olmaktan vazgeçtim. Doktor olup Kudüs'teki yaralıları tedavi edeceğim..."

Sen büyüyüp doktor oluncaya kadar akacak mı bu kan! Bir elli yıl daha, bir asır daha, yoksa özge milenyumları mı beklememiz gerekiyor? Bizim başaramadığımızı çocuklarımıza devretmek içimi acıtıyor. Cümleler hayal alemimde uçuşarak, beynimdeki nöronlarda gerekli etkiyi yapmadan havada asılı kalıyor sanki... Bunun anlaşılın ruh gibiyim olsa gerek. Kahramanlarının isimleri kitabın başında başka başlayan, sonunda daha başka biten romanlar yazmam, ya da bu öykü beni anlatmıyor, bu ben değilim, laf olsun için yazma deyip bir tuşta hepsini silmem hep bundan. Algılayamıyorum olup biteni. Televizyon ekranlarından evimin ortasına damlayan kan sinir sistemimi felce uğratıyor; katleden ve katledilenlerle aynı galakside yaşadığımı bilmek ne acı.

O bir tek cümle: "Barışa inanmıyorum!" beni sükunete sürükleyen. Gazapla yoğrulmuş topraklarda ekin gövermez, diye bir atasözü uydurdum. Hayatın kıyısında duranları kavganın ortasına çekebilecek bir mıknatıs icat edebilseydim bir de. Daha geçenlerde Kudüs nerenin Şehri? Filistin diye de bir devlet mi var? Ben haritada göremiyorum, diye sordu çevremdekilerden birisi... Turkey'i hindi olarak algılayan Avrupalılara darılmasa yine cahilliğine bağışlayacağım. Fakat böyleleri zulme inadına kapatıyorlar gözlerini. Ama sorun şu şu kanaldaki şu şu dizinin başrol oyuncuları kim? Kimin eli kimin cebinde? Kim nerede kiminle ne yapıyor? Profitrol, gül tatlısı, paskalya çöreği, meyveli tart, rulo pasta nasıl yapılır, bilirler. Çevrelerinde olan biteni, kim kime küsmüş, kim kimden daha meziyetli, kim kimin hakkında ne demiş, yakından takip ederler.

Bazen kırıcı oluyorum. Fakat ağzımın payını aldığım da olmuyor değil... Başörtülüler bu saydıklarımın hepsine dahilmiş... "Sen bizim gün müdavimlerine gel de bir bak canım" dedi, sokağımıza yeni taşınan Hülya... "Grubumuzun dörtte üçü örtülü. Ne yalan söyleyeyim, Vakko'dan aldıkları eşarplar çok şık ama hiçbir şeyden de kusur kalmıyorlar. Evleri, arabaları muhteşem, giyim kuşam, yeme içme süper, gezip tozma, takıp takıştırma ona keza. Uzun uzun anlattı sonra... Bu başörtülülerden birinin oğlu üniversitede okuyormuş, ilköğretim ve lise çağlarında akıllı uslu, mülayim bir çocukmuş. Fakat üniversite ortamında eski efendiliğinden eser kalmamış. Okulda mı okuyor, o eylem senin bu eylem benim fink mi atıyor belli değilmiş. Bir zaman başörtüsü direnişlerinde boy göstermiş, vazgeçirememiş ailesi. Kaç kez polisle yüz göz olmuş, hatta aldığı cop darbeleriyle sağ kaşına üç dikiş atılmış... Gözaltıları hiç sayma! Hadi bunlar neyse ne! Çocuk, sanki ailesine kasteder gibi geçen cuma çıkışı da Filistin'e destek yürüyüşüne katılmış. Slogan atarken gazetelerde resmi çıkmış! Annesi resmi görünce deliye dönmüş. Ben oğlumu okuyup adam olsun diye oralara gönderdim, terörist olsun diye değil deyip şah kalkıp şah oturmuş. Oğlunu arayıp demediğini bırakmamış. Tamam Filistin'de akan kan acıymış acı olmasına ama onun oğlunun havaya yumruk sallamasıyla çözümlenecek iş değilmiş ki! Koskoca devlet bile tank antlaşmasından vazgeçmediğine göre bir bildiği olmalıymış. Ayda iki yüz elli milyon harçlık gönderiyorlarmış oğullarını avukat çıkartmak için. Az mı paraymış... YÖK zaten öğrenci atmak için fırsat kolluyormuş. Oğullarını karışıklıktan uzak tutmak İçin gerekirse evini, kocasını diğer çocuklarını bırakır, kaldığı öğrenci evine kapağı atarmış. Ana okulu öğrencileri gibi okula kendi götürür, kendi getirirmiş... Millet ne derse desin. Üniversitenin önüne kamp bile kurarmış vallahi... Halbuki başı örtülü bir anne olarak ümmetin kanayan yarası Filistin'e duyarlı olması gerekmez miymiş! (Bunu kendi üzerine vazife olmayan bir işi başkasına savsaklama rahatlığı içinde söylüyor.)

Dinlemek istesem daha çok şey anlatacak. Başı örtülü annelerin üniversitede okuyabilmek için mücadele veren kızlarını nasıl horladıklarını, her fırsatta ne yapıp edin, okulunuzu bitirin de bize benzemeyin diye çıkışıp durduklarını, kızların devlet-aile ikileminde çaresiz kaldıklarını, bizim yerimizde olsa bu memlekette bir gün bile durmayacağını anlatmayı başarıyor yine de. Kar romanını okumuş muyum? Sahi bir arkadaşı daha varmış. O da örtülü. (Ne çok örtülü arkadaşı var, benim bile o kadar yok.) Bu arkadaşı liseyi bitirdiğinden beri köşesine çekilmiş bekliyormuş... Ne evleniyor, ne bir işin ucundan tutuyormuş. Ona her rastlayışında, Tarkan'ın hazır kart reklam filminde birşeyleri arayıp durması fakat bir türlü bulamaması melankolikliğinde, başörtü zulmünün kendiliğinden sona ermesini beklediğini söylüyormuş... Yoo, mutasavvıf falan değilmiş sandığım gibi; binleri, yüz binleri tekerrür edip kendini bir tarihe odaklasın. Başörtüsü zulmü bir gün nasıl olsa son bulacak diyormuş, bilge bir edayla. Neden kendimi yorayım. Memur ve işçi sendikalarında bile mitinglere sayılı insan katılır, fakat maaşlara yapılan zam herkese yansır, fizikte de bir yığın kural var felsefemi güçlendirecek...

Daha bir yığın örtülü arkadaş hikâyesi... Beni de tam olarak arkadaşım diyemese bile örtülü tanıdıkları koleksiyonuna eklediği duruşundan belli. İster istemez rahatsız oluyorum. Belki de ileride bir başka arkadaşının yanında benim bir örtülü tanıdığım vardı. Ben anlatırdım o da koyunun kaval dinlediği gibi dinlerdi diye anlatmaya başlayacak... Aslında ilk kez, yazımla uğraşan biriyle tanışmış olması ilgisini çekiyor, fakat yazım alanımın istediği kategoride olmaması ilgisini gizlemeye yöneltiyor onu. Kendi görüşünden insanların yazdığı edebi metinleri ne çok önemsediğini anlatıyor sonra... Halepçe'yi, Filistin'i, Güneydoğu'yu objektif kalemlerin mürekkebinden okumuş. Okumuş okumuş ağlamış; okumuş okumuş anlatmış çocuklarına... Yine de çocuklarının öyle ulu orta marşlar söylemesini, büyük adam misali laflar etmesini, televizyon haberlerini izlemesini istemezmiş. Çocuk adı üstünde çocukmuş işte; çocukluğunu yaşamalıymış. Önüne gelen çocukların saflığını, masumluğunu kullanıyormuş zaten! Geçen akşam, haber saatinde dokuz-on yaşlarındaki Filistinli kız çocuğunun, İsrail askerlerince tutuklanan babasının arkasından yaktığı ağıt, aynı yaşlardaki kendi kızını öyle etkilemiş ki, çocuğun gece boyunca yüzü gülmemiş. Babasına sarılıp saatlerce ayrılmamış. "Baba o küçük kızın babasını nereye götürmüşler? Ezilmiş çocukluğum derken ne demek istedi? Yoksa tankın altında mı kalmış? Bence de babası suçsuz onun. Utanın diye kime seslendi? Babamı istiyorum derken neden bağırdı?" diye sorup durmuş. Gece uykuya dalmakta zorlanmış sonra. "Babamla yatacağım" diye tutturmuş. Sabah olunca da babasına kendini öptürmemiş... Maalesef salondaki kanepede yattım diyor, Hülya. Kalktığımda oram buram tutulmuştu; ağzımın tadı kaçmıştı. Baba kız sessiz sedasız kahvaltılarını ettiler. Bense bir bardak portakal suyuyla yetindim. Bundan sonra kızının televizyon izlemesine kısıtlama getirecekmiş. Ama her şey bununla bitmiyormuş ki... Daha dün bizim çocukları apartmanın bahçesinde Filistinli, İsrailli oyunlar oynarken görmüş. Üşenmeden balkondan uzun uzun izlemiş oyunlarını. Dört çocuk ellerindeki oyuncak tabancalarla savaş oyunu oynamaya karar vermişler. Bizimkiler biz Filistinli olacağız diye tutturmuşlar, fakat diğer iki çocuk İsrailli olmaya kesinlikle razı olmuyormuş. Halbuki oyunmuş işte. Oluverseler ne olacakmış. En sonunda hepsi Filistinli olup hayali düşmanlarına karşı savaşmışlar. Olan mahallenin taşına toprağına olmuş. Bu gidişle bizim memlekette de taş kıtlığı oluşursa şaşmamak lazımmış!

Hülya, ev hanımı ama geleneksel ölçütlerin dışında. Üniversite mezunu. Keyfi öyle isteği için çalışmıyor. Kocası özel bir bankada müdür. Büyük şehirlere alışkın. Burası kendi tabiriyle ilk kırsalı. Aslında kocasına Tedaş'tan önemli bir teklif geldiğini, fakat kafa dinlemek için burayı tercih ettiklerini söylüyor. Sohbetin ortasında garip bir haleti ruhiyeye bürünerek birden buradaki insanların dine hiç saygı göstermediklerine getiriyor lafı. Bana yaranmak istediğini düşünmeyeyim diye de bütün rol kabiliyetini kullanıyor sanki. "Ayol, ramazanda bile yol ortasında cak cak cak sakız çiğniyorlar... Bakkalı çakkalı içki satıyor; birahaneler küçüğüne büyüğüne ardına kadar açık! İnanır mısın Amerika' da ulu orta içki satışı yasak... Buradaki plajlarda ar-edep-disiplin yok. Ailesi de bekârı da aynı kumun üstünde. Ben mayo giyerim ama bu yaşta da bikini olmaz ki! Yerine göre askılı da giyerim, mini de. Fakat bizim erkeklerimiz eğitimsiz. Kendilerini bir türlü terbiye edemiyorlar!... Ben New York'tayken... Konu birdenbire yine değişiyor. Banka soygunları da arttı. Yalçın çelik yelek almaktan söz ediyor. Kurşun bu, sekip başını isabet almayacağı ne malum!... Marulları ve maydanozları salata yapmadan önce sirkeli suda bekletiyor musun? Yapraklarında milyonlarca bakteri barınıyormuş. Öyle rastgele yıkamakla temizlenmezlermiş..."

Hülya, silahlardan nefret ediyor. Çocuklara oyuncak tabanca alınmasına bile karşı. Kendisi bugüne kadar en küçük bir suç aletine para ödememiş; marketlerde cop ve kelepçe satılması da ne oluyormuş kuzum? Tahta kılıç ya da mantar tabancası bile görmek istemezmiş o. Gürültüyü patırtıyı, şamatayı da sevmiyor... Öğrenci direnişlerine eskiden beri karşı... Başörtülü kızların yerlere savrulması evet hazin bir şeymiş ama polis de emir kuluymuş nihayetinde. "Çok merhametliyim, " diyor. "Elimde değil. Evimdeki örümceklere, minik parke böceklerine bile kıyamıyorum. Geçen akşam o böceklerden birini yakaladım. Dışarıda nasıl bir yağmur yağıyor tahmin edemezsin. Küçük böceciği çöpe atsam havasızlıktan ölecek, dışarı atsam soğuktan donacak, yağmurdan ıslanacak. Götürdüm balkonun bir kenarına bıraktım. Sabah kalktığımda bıraktığım yerde yoktu. Ölmüş müdür dersin? Ah neden yağmurun durmasını bekleyemedim. Merhametsiz Hülya! İnsafsız Hülya!"

Yüzlerce, binlerce yardıma muhtaç Filistinliyle alay ediyor bu kadın! Böcek kadar değer verilmeyen, hunharca katledilen, kanı sudan ucuz masum analardan oğullardan sanki haberi yok, Minik bedenlerinden onlarca mermi çıkarılan bebelerden, binlerce kayıp gençten, canını feda etmekten kaçınmayan fidanlardan bihaber... Haber programlarının magazin içeriklisini de şiddet içerenini de sevmiyor. Aslında güllük gülistanlık bir ülke olabiliriz; ama mazoşizm özümüzde var! Çevirdiğimiz filmlerden, yazdığımız eserlerden belli bu. İnsanları gözyaşına boğmakta birebiriz; komediye müzikale baleye, operaya gelince ise sıfıra sıfır... Acı çeken diğer halklar da acıyı kendileri davet ediyorlar Hülya'ya göre... Barışa inanmıyoruz diye bağırıp duran Filistinliler neye inanıyorlar peki! En sonunda Yaser Arafat'ı da kendilerine benzettiler! Davalarında haklılar haklı olmasına ama, bölgeye yaşlı bir çınar gibi kök salmış İsrail'i de söküp atamayacakları belli değil mi? Toprak parçası canlarından daha mı kıymetli! "Şimdi gelip benden varımı yoğumu isteseler seve seve heba ederim çocuklarım için," diyor, mağrurlanarak... Verilenin yalnızca toprak parçası olmadığını bir anlayabilseydiniz Hülya Hanım! Ayaklar altında çiğnenen onurun, namusun, özgürlüğün, inancın farkına varabilseydiniz. O küçük kızın, " Filistin her şeye layık değil mi?" haykırışı bir ok gibi saplanabilseydi yüreğinize... Sizin biblolarınız, rahat koltuklarınız, seramikleriniz, avizeleriniz çocuklarınıza feda olsun tabii... Zaten alırken ter dökmediniz! Yenisini edinmek için de dökmeyeceksiniz... Ruhunuzu da satar mıydınız? Şu engin görüşlerinizin biriciğinden feragat etmeyi kabul edebilir miydiniz peki!

İyi ki gitmeyi akledebiliyor. Bir an ömrünün geri kalan kısmını bizde geçireceğini sanıp derin bir yeise kapıldım. Hülya'nın kocasının yerinde olduğumu farzettim bir an. Rabbim beni ne güzel yaratmışsın! Ya öyle bir konumda olsaydım? Sabah Hülya'yı görseydim, başında bigudilerle kahvaltıda ha bire konuşsaydı. Dudağının iki yanındaki yukarı doğru küstahça kıvrılan çizgilerle, "Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşıyoruz hayatım, Mozambik de değil," diye başlayan o muteber ifadelerini sıralasaydı. İşe giderken ançüezli börek tarifi için upuzun bir liste tutuştursaydı elime... Bayat ekmekleri robottan geçirip fırınladıktan sonra binbir çeşit malzemeyle yoğurup nasıl kremşantili pasta haline getirdiğini, ekmek İsrafından asla hoşlanmadığını anlatsaydı alay eder gibi... Kedimizin maması bitmiş, Fino'ya da eti sıyrılmamış kemik... Yo yo geçinemezdim imkânı yok! Öğle yemeğini kesinlikle dışarıda yerdim. Ya akşamı, gecesi ne olacaktı günün? Allah'ım beni ne güzel yaratmışsın...

Kapıdan çıkarken, göz ucuyla yüzümün asık olup olmadığını kontrol ediyor. Bakışlarımdaki acımayı görmemiş olamaz. "Ben de beklerim," diyor. "Vallahi aslında önce sizin hoş geldine gelmeniz gerekiyordu ama..." Kapıyı kapadıktan sonra derin derin soluklanıyorum. Memleketin, hatta dünyanın milyonlarca Hülya'sına nasıl laf anlatacağız? Her gece üçte duaya dursak, aylarca karanlıkta oturup, oruç tutsak, elçilik önünde ölüm-zulüm-özgürlük marşları söylesek, Edirne'den Kars'a kadar yürüsek Rabbim halimize acır mı? Bize de Hülyalara da akıl fikir verir mi? Haritada dev puntolarla yazılmış bir Filistin'imiz olur mu? Gece 00'dan sonra geçmiyor vakit. Anksiyete denilen o nedeni belirsiz iç sıkıntısı bütün ağırlığıyla üzerime çöküyor. Günün telaşesi içinde akıp giden akrep ve yelkovan birbirine dolanıyor sanki. Hayatın özenilecek hiçbir yanının olmadığını hatırlatıp duruyor yanı basımdaki ucube fısıltı.,. Ben zaten özenmiyorum ki; özenmiyorum ki beni yaşama göbeğimden bağlayacak ve Rabbimi unutturacak hiçbir şeye. Fakat yine de her an kötü bir şey olacağı hissinden kurtarmayı başaramıyorum kendimi. Kameraya çekilmiş o hazin vedalar, son kez kucaklaşan analar-oğullar, küçük kız çocuklarının ağıtları hafızamı zorladıkça bencilliğim örseleniyor. Hülya gibi haber izlemeyi bıraksam mı acaba? Okuduğum çoğu kitap da anlamsız gelmeye başladığına göre, ne yapmalıyım?

Ne zamandır sabahtan ya da dünden plânlamıyorum akşam ne pişireceğimi. Hava kararmaya başlayınca öylesine mutfağa giriyor, buzdolabını açıyor ve elime geçen ilk poşette ne varsa üstün körü ocağın üzerine bırakıyorum. Tadı şöyle böyle oluyor yemeğin. Yani iştahımızla orantılı. Hülya her akşam dört çeşit yemek yapıyor. Kocası tatsız, pilavsız ve çorbasız masaya oturmazmış. Haber izlerken yemek yemeyi çok severlermiş. Haber izlerken! Evet haber izlerken! Ketçap yerine biraz mazlum kanı alır mıydınız?

Şimdi dostluk ve barış(!) için operasyonlar düzenleniyor Filistin'de... Kudüs'te, Ramallah'ta Beytüllahim'de, El Halil'de, Cenin' de... ölüm kol geziyor. Bir patatesle, birkaç yudum suyla imtihan ediliyor insanlar... Devasa tanklar Dostluk ve barış için bütün şer odaklarını bombalayacak! Duyduğum her uçak sesiyle ürperiyorum. Fazla mı yalnız kaldım. Kendimi fazla mı dinledim. Kalabalıklara karışsam, hava alsam azıcık. Hiç değilse bahçede oynamakta olan çocuklarımın yanına insem. Merdivenleri inerken her basamakta belli belirsiz bir hafiflik... Mücahit ve Tarık ellerindeki tahtalarla oradan oraya koşuşturup duruyorlar bahçenin içinde. Mücahit beni görünce sağ elini yukarı kaldırarak, " Anne şu Tarık'a bir şey söyle," diye dikleniyor. "Deminden beri bana Ariel Şaron deyip dil çıkarıyor. Ama ben ona vurmadım ki, yanlışlıkla elim çarptı sadece. Benimkisi kaleşnikof, seninkisi MP-5 olsun dedim, kabul etmedi. Hadi ben Filistinli olayım sen İsrailli ol dedim, ona da hayır. Böyle de savaş oyunu oynanmaz ki..." Tarık kendi aleminde oynamayı bırakıp ağabeyine inat bütün gücüyle haykırıyor: "Ben İsrailli diğiliiim! Pilistinliyiiim!"

Buruk bir tebessüm yayılıyor yüzüme. O sırada sokağın başında Porsche marka bir otomobil park ediyor. Hülya'nın kocası iniyor içinden. Hülya balkondan sarkmış, sevgilisine gülümseyen Julliet pozlarında. Evin içinde de böylesine romantikler mi acaba diye düşündüğüm sırada; Tarık, farkına varamadığım bir hızla bahçeden dışarı fırlıyor. Ve kaşla göz arasında müdürün karşısına dikilip elindeki tahtayı hırsla havaya kaldırarak avaz avaz bağırıyor: "Benimki de kaleşko!.. Benimki de kaleşko!.."