Çekingen adımlarla yayınevi binasına girdi. Günlerdir içini kasıp kavuran merak kasırgası dinmek üzereydi nihayet. Danışmadaki memura yayınevi sahibinin odasını sordu. Memur başını kaldırmadan koridorun sağ kısmındaki en son kapıyı işaret etti. Tarif üzere yürüdü. Gittikçe artan bir nabız ritmiyle kapıyı tıklattı ve besmele çekerek bir gölge gibi içeri süzüldü. Masasında gazete okumakta olan elli yaşlarındaki adama, heyecanını gizleme telaşıyla selam verdi ve:
- Efendim, ben geçen ay size bir roman dosyası göndermiştim, dedi. Posta yoluyla, hatırlarsanız...
Adam, kısa bir duraksamanın ardından:
- Ha evet, evet tabii hatırladım, dedi. Buyurun şöyle oturun lütfen.
Gösterilen koltuğa diken üzerinde oturur gibi ilişti. Yayıncı elindeki gazeteyi katlayıp masanın kenarına bıraktı. Kısaca hal-hatır sorma devresinin ardından iki çay siparişi verdi. Genç kadın, "Buraya kadar herşey olması gerektiği gibi" diye geçirdi içinden. "İnşallah bundan sonrası da umduğum gibi gelişir". Çaylardan alınan ilk yudumun ardından lafa ilk yayıncı girdi:
- Dosyanızı okudum, dedi. Doğrusu olayları kurgulama yeteneğinize ve edebi yönünüze diyeceğim yok. Fakat...
Araya sıkıntılı bir sessizlik girdi. Genç kadın, yayıncının suskunluğunu pek hayra yormadı. Gerçi her türlü tavıra ve cevaba hazırlıklı ve alışkındı ama yine de daralmaktan alıkoyamadı kalbini. Yayıncı cümlenin sonunu getirmekte gecikince:
- Fakat... diye yineledi sorgulayan bakışlarla.
- Fakat, yeterince sosyolojik bulmadım yazdıklarınızı, ideallerinize sımsıkı tutunacağım derken, toplumu ve gerçekleri unutmuş gibisiniz...
Genç kadın, anlamakta güçlük çekercesine son cümleyi aklında ölçüp tarttı.
- Ben mi toplumu unutmuşum? diye sordu. Gayesi insana ulaşmak olan biri, insanın oluşturduğu toplumu nasıl unutabilir? Onun gerçeklerinden nasıl soyutlayabilir kendini?
Yayıncı, çayından bir yudum daha aldı ve genç kadının hüzünle gölgelenen çehresinde göz gezdirdi:
- Daha açık konuşmam gerekirse, dedi. Sizin bir parça uyuma ihtiyacınız var. Satırlarınızdaki şiirimsi hava, katı ve vazgeçilmez prensiplerinizle hiç bağdaşmıyor. Mesela; dostluğu, sevgiyi ve kuşları anlatırken; niçin kuşlarınız hep yaralı, dostluklarınız ideolojilerle perçinli, sevgileriniz prangalı...
- Çünkü ben yüreğimdekileri yazıyorum. Yazmış olmak için yazmıyorum ki hiçbir şeyi. İnancımı yaşamla harmanlamak benim işim. Kuşlar, dostluk ve sevgi yalın halleriyle neye yararlar ki...
- Doğrusunu isterseniz sizin özgürlük tutkunuz; sadece bir bengisu gerçekliğinde... Siz satırlarınızla var, fakat hayatın içinde yoksunuz...
- Yılgın ve çözülmüş olmadığımdan kaynaklanan bir itham mı bu?
Yayıncı, soruyu duymazdan gelip, sandalyesini geri itti ve en alttaki çekmeceden bir dosya çıkardı.
- Hem yeteneğinize, hem de emeğinize yazık olacak, dedi. Keşke hüznü ve gözyaşını daha az seven; hoşgörülü ve yaşamayı bilen kahramanlar seçseydiniz kendinize. Böylece daha da genişletebilirdiniz okur kitlenizi.
Genç kadının yüzüne acı bir tebessüm yayıldı ve gitmek için ayağa kalktı.
- Sizi anlıyorum, dedi. Eğer basmakalıp eserlerse kıymet verdiğiniz, elimden hiçbir şey gelmez.
- Lütfen oturun. Maksadım sizi üzmek değildi. Yaşça hayli büyüğüm sizden. Yaşım tecrübemle müşterek takdir edersiniz ki. Bir şey anlatacağım eğer dinlerseniz.
Genç kadın, yeniden koltuğun ucuna ilişti. Başını öne eğdi ve yayıncının anlatacaklarını bekledi.
- Ben bugüne kadar onlarca kitap yayımladım, diye başladı yayıncı. Çoğunun yazarını da tanırım. İçlerinde öyleleri vardır ki can ciğer dost olmuşuzdur. Hele bir tanesi...
Sesindeki titremeyi gizlemek için ayağa kalktı ve masanın solundaki pencereye doğru yürüdü. Bakışlarını araba klaksonlarının inlettiği caddeye dikti.
- Hele bir tanesi, diye devam etti, dalgın ve buruk bir edayla... Hele bir tanesi vardı ki bütün dostlarım bir yana o bir yanaydı.
Genç kadının yüreğinde anlamını bilemediği bir bulutlanma oldu. Sanki hazin bir öykünün sonunu dinlemeden öğrenmişti de o kendine çok görülen hüzne ve gözyaşına boyanmak üzereydi. Gözleri hâlâ trafikte devam etti yayıncı:
- Bir gün onu hoyratça kopardılar içimizden. Bir gece yarısı yolunu kestiler. Alıp götürdüler. Tıpkı yazdığı satırlar gibi direnmesini istediler alay ederek. Onu bulduğumuzda kısmi bir felce uğramıştı ve ağır bir depresyon geçiriyordu. Bizi tanımaktan bile acizdi. Fazla yaşamadı; haftasına defnettik.
Sonra masasına oturdu ve acının oynaştığı gözleriyle misafirine baktı:
- O gün bugündür orta yollu olmalarını tavsiye ediyorum yazmaya gönül vermiş herkese, dedi, kararlı bir sesle. Fincancı katırını ürkütmeden... Arı kovanına çomak sokmadan yani...
Genç kadın, dinlediği öykünün içine yaydığı matemi savuşturmakla meşguldü.
- Çok üzüldüm, dedi. Fakat, onların istediği de bu değil mi zaten? Biraz gözdağı vermek ve pes etmemizi sağlamak... Rabbimiz Kur'an-ı Mecid'de, şeytan ve dostlarının hilelerinin zayıf ve etkisiz olduğunu belirtmiyor mu? Öyleyse bu tükeniş neden?
- Şeytan ve dostları güçlü mü'minlere karşı zayıftır. Ya biz! Hangimiz Kur'an ahlakıyla ahlâklanabildik ve vahdeti sağlayabildik ki? Durmadan okuruz Yüce Kur'an'ı ama yaşamaya gelince: "ben; benim düşüncem; benim hayatım; benim liderim... " demekten bir türlü sadede gelemeyiz... Öyleyse güçlü değiliz şeytanlara karşı... Onlardan korkmaya ve gönüllerini etmeye mecburuz...
Genç kadın, kendinden emin bir ifadeyle baktı yayıncının umut vaadetmeyen çehresine.
- Bunu biraz da fincancı katırını ürkütmeme gayretlerimize borçlu değil miyiz sizce? diye sordu. Vahdeti sağlamanın da kuralları vardır... İlk sırada da adanmışlık gelir... Adamsın yolu ise cesaretten geçer ölesiye.
- Yazmak ve böyle konuşmak güzel şey, dedi, yayıncı, inanmayan bir gülümsemeyle. Eminim yazı makinesinin başına geçtiğinizde muhteşem devrimler yapar sizin gibileri...
Genç kadın, gittikçe anlamını yitiren bu sohbete son noktayı koymak üzere ayağa kalktı ve masanın üzerindeki dosyaya uzandı.
- Yine de teşekkür ederim, dedi. En azından dosyamı okuma lütfunda bulundunuz.
Yayıncı bilge bir duruşla:
- Eğer tavsiyelerimi dikkâte alırsanız gelecekteki eserlerinizle de ilgilenebilirim, diye ekledi. Fakat lütfen hayata daha geniş bir yelpazeden bakın; daha az sitem, daha az hüzün, daha az mesaj olsun satırlarınızda... Ha bir de isyan!. .
Kendini "başka arzunuz!" dememek için zor tuttu genç kadın. Dosyasını kolunun altına sıkıştırdı ve kapıya yürüdü. O sırada içeri neşesi her halinden belli olan bir bey girdi. Kadın, gayri ihtiyari işitti konuşulanları.
Yayıncı, iki kolunu yanlara açarak:
- Vay dostum! dedi, şen bir nidayla. Seni hangi rüzgâr attı buraya...
- Dağ rüzgârları attı abi, dağ!
Samimi bir sarılmanın ardından:
- Hayırdır, görünmüyordun uzun zamandır? diye sordu yayıncı.
- Dağlardaydım abi... Şu bizim "Şifalı Bitkiler Kitabı"nın İkinci cildini hazırlamak için uğraşıp didindim... Var mı öyle dört duvar arasında kitap yazmak. Aylardır dolaştım o yayla senin bu yayla benim. Güzelim papatya, defne, kekik, ısırganotları içinde bir görecektin ki beni...
- Hemen baskıya hazırlayalım dedi, yayıncı. Birinciden daha çok ilgi göreceğine eminim. Ama adını "otacı" koyalım dedi, adam. "Şifalı Bitkiler" miadını doldurdu artık!
- İstediğin adı koyarız... Bir de kapak yaptırırız şöyle albenilisinden.
Sonra, önceki misafirini yolculamadığını anımsadı. Sağa-sola bakındı, mahcubiyet içinde. Gittiğini farkedince büsbütün kaybetti neşesini.
- Kimdi o? diye sordu, otacı.
Hiiiç, diye mırıldandı. Bir düş gezgini desek...
Genç kadın, şehrin insan kaynayan kaldırımlarına vurdu kendini. Kalabalığın içinde alabildiğine yalnızlaşarak yürüdü saatlerce. Ayakları onu şehrin görkemli ve müdavimlerinin eksik olmadığı bir parka sürükledi. Bir banka oturup dosyasını açtı ve sanki satırları kendisi yazmamış gibi büyük bir merak ve hasretle okumaya başladı. Her satırda biraz daha büyüdü iç yangını. Gözleri doldu; garip bir ürperti sardı yüreğini... Dosyayı çocuğunu sever gibi okşadı ve göğsüne bastırdı.
- Ah öznelerim! diye mırıldandı. Sizi sevmiyorlar, anlamıyorlar. Neden bıçak gibi keskinsiniz; pamuk gibi yumuşacık değil...
Sonra onlardan özür diler gibi dosyaya daha sıkı sarıldı ve gözlerini ufka dikti. İçini çekerek:
- Bilmiyorlar! dedi... Sizi ne çok sevdiğimi ve sizi terk etmemin imkânsız olduğunu. Ve size inandığımı fecre inandığım gibi...
O sırada yan banka iki kadın oturdu. Çekirdek çıtlatarak etrafı izlediler uzun müddet. Bir ara:
- Aman kardeş, diye yakındı sarı saçlısı. Doğru dürüst uyuyamaz oldum geceleri. Karmakarışık rüyalar görüyorum; abuk subuk kâbuslar... Aklımı yitireceğim vallahi!
- Ben de görürdüm eskiden, dedi, yarım eşarplı olanı. Gece olsun istemezdim. Sonra meşin kaplı bir cevşen edindim kendime. Bir de rüya tabirleri kitabı... Allah seni inandırsın ne kâbus kaldı, ne uykusuzluk... Mışıl mışıl uyuyorum artık...
- Ne duruyorsun, haydi gidip bana da alalım. Hem gitmişken birkaç dua kitabıyla Yasin cüzü de alırız, cuma evlerinde okumak için...
İvecen adımlarla parkı terkeden iki kadının arkasından mahzun bir halde bakakaldı. Dosyasını kapattı ve yeniden kolunun altına sıkıştırdı.
Yeğnileşmiş bir gönülle ayağa kalktı. Burnunda tüten yazı makinesine doğru yol alırken:
- Öznelerim beni bekliyorlar, dedi, vakarla... Onları incitmemeliyim. Bir ab-ı hayat gibi içine akmalıyım çağın... Umutla beslenen güller devşirmeliyim renkleri al olan, kokuları mis... Hakikatin ta kendisi buysa başka ne yapabilirim?...