23 Haziran günü HADEP Kongresi'nde yaşanan "bayrak olayı" Türkiye genelinde bir sarsıntı ve tartışmaya yol açtı. Resmi, sivil (ya da görüntü itibariyle sivil) tüm kuruluşlar ve çevreler bu olayın vehametini dile getirip, nasıl bir infial hali içinde olduklarını en yüksek perdeden haykırma yarışına giriştiler. En önemli gelişme ise tepkinin halka, sokağa yansıtılmasıydı. Politikacıların ve medyanın çağrısına uyan pek çok kişi evlerine, işyerlerine, arabalarına bayraklar astı. Bu durum tabi olarak düzenin sözcüleri tarafından, halkın "devlete bağlılığının ve bölücülüğe karşı kararlılığı"nın somut bir ifadesi olarak nitelendirildi ve bol bol alkışlandı. Tam bir bayrak fetişizmiydi yaşanan. Tepkilere yol açan bayrak indirme ve asma eyleminin kim tarafından ve ne amaçla yapıldığı hususunda rivayetler muhtelif. Eylemin PKK tarafından da üstlenilmemesi, öte yandan eylemi gerçekleştiren kişilerin henüz yakalanmamış olmaları, üstelik bir de polisin her gün işlediği hukuk cinayetlerinden bir yenisini tekrarlayarak, apar topar basına teşhir ettiği iki HADEP'liden birinin bayrağı yerden kaldıran, diğerinin de eylem sırasında üniversite imtihanında bulunan şahıslar olmaları olay hakkındaki spekülasyonları teşvik etti. Olayı herkes kendi zaviyesinden yorumluyor. Tabi bu yorumlar aynı zamanda, söz konusu çevrelerin Kürt sorununa ilişkin yaklaşımlarını delillendirmede bir gerekçe olarak da ileri sürülebiliyor. örneğin, olayı "bölücü eşkiyanın Ankara'nın göbeğinde devlete meydan okuması" şeklinde niteleyen eski Başsavcı Nusret Demiral'ın, gayet açık sözlü bir biçimde "ben olsam o Kongre'nin yapıldığı salonu kuşatır, on bin kişinin tümünü gözaltına alırdım" şeklindeki sözleri soruna ilişkin kökten Kemalist yaklaşım ve "çözüm" önerisinin ipuçlarını da ortaya koyuyordu. Tabi bayrak olayını, Kürt sorununa demokratik düzlemde çözüm arama çabalarına yönelik, devletin illegal uzantılarının ya da bizzat PKK'nın bir sabote eylemi olarak yorumlayanlar da var. Bu çevreler biraz mahcup, biraz sıkılgan bir edayla da olsa, sesleri pek duyulmasa da, soruna ilişkin demokratik çözüm tezlerini savunmayı sürdürmekteler.
Bayrak olayının ardından oluşturulan hava ve tepkilerin biçimi bunun bir provokasyon olabileceğini söyleyenlerin iddialarını güçlendiriyor. Bir müddettir, daha farklı bir siyasi gerekçe ile irtibatlandırılarak, gündemde çok yoğun bir yer teşkil etmeye başlayan darbe söylentileri, darbe tartışmaları da bu iddialarla örtüş-ekte. Öte yandan Türk bayrağının indirilip, PKK bayrağının çekilmesi eylemi sırasında salonu dolduran insanların coşkulu alkışları göz önüne alındığında ise, bu eylemin politik olarak benimsenmese de, kitlenin temayülleriyle çakıştığı da ortada. Dolayısıyla, aynı kitle içinden birilerinin çok rahatlıkla bu eylemi gerçekleştirme ihtiyacı duymuş olabileceklerini, illa da bir takım güçlerin tezgahının gerekli olmadığını söylemek gayet mümkün. Bununla birlikte spekülasyonlar üzerinde durmanın pek bir faydası gözükmüyor. Eylemin kim tarafından yapıldığı veya hangi güçlerin bir tertibi olduğunu tartışmak yerine, dikkatimizi bu eylem sonrasında ortaya konan tepkiler ve bu tepkilerin anlamı üzerinde yoğunlaştırmamız daha sağlıklı olacaktır.
Düzenin Yönlendirmesiyle Büyüyen Kampanya
Bir kere düzenin, toplumun büyük bir kesimini yönlendirmede, şartlandırmada gayet mahir olduğunu baştan kabul etmek gerekiyor. Vatan-millet söylemleri, bölücülük, dış güçler edebiyatıyla yapılan tehditler oldukça geniş kitleleri etkileyebiliyor. Düzenin tüm çürümüşlüğü, kokuşmuşluğu, zalimliği bir anda unutulup, en olmayacak kesimler birlik bütünlük edebiyatıyla devletçi bir çizgide buluşabiliyorlar.
Bu söylenenlere muhafazakar, geleneksel bir bakış açısından şöyle bir itiraz gelebilir: "Halkın savunduğu, sahip çıktığı, üzerinde birleştiği değerler düzenin çizdiği bir çerçevede zemin bulan değerler değil, sonuçta şu veya bu ölçüde İslami bir içerik taşıyan, en azından geleneksel köklere sahip değerlerdir. Dolayısıyla bu olguyu düzenin bir başarısı olarak görmemek gerekir".
Bu itiraz bir haklılık payı taşımakla birlikte, bütüncül anlamda doğruyu yansıtmıyor. Şöyle ki, elbette halkın yaygın bir biçimde üzerinde mutabık olduğu konular, sorunlar, değerler tam anlamıyla düzenin çizdiği çerçeve ile örtüşmeyebiliyor. Ama ister doğrudan düzen savunuculuğu anlamı yüklenerek, isterse de İslami, geleneksel bir takım içeriklerle sahip çıkılsa da "birlik bütünlük", "vatanımız, toprağımız" paydalarında buluşmak sonuç itibariyle düzenin kalelerini muhkemleştirmekten başka bir neticeye hizmet etmiyor. Geçtiğimiz senelerde yürütülmeye çalışılan Ata'ya Saygı kampanyalarının başarısızlığı gibi örneklerden yola çıkarak halkın kendi köklerine yabancı zeminlere iltifat etmeyeceği şeklinde bir genelleme yapmak her zaman doğru sonuç vermeyebilir. "Halkın sağduyusuna güvenmek" eğer bir iyimserlik propagandası değilse, tehlikeli bir popülizme işaret ediyor demektir.
Güncel bir örnekle söylediklerimizi netleştirmeye çalışalım. Son aylarda gittikçe daha bir ısıtılan Suriye aleyhtarı kampanyaya dikkat edelim. Amerika ve İsrail'in dümen suyunda egemenler her gün Suriye ile yeni bir polemik konusu olabilecek gündemler oluşturuyorlar. Sürekli olarak gerginlik havası oluşturmaya yönelik adımlar atılıyor ve savaş kışkırtıcılığı anlamına gelebilecek propagandalara halk arasında ağırlık veriliyor. Peki şimdiye kadar izlenen politikalarla düzenin başarısız olduğu söylenebilir mi? Bilakis, çok farklı kesimlerden insanların Suriye'ye karşı bilendiklerini ve egemenlerin kotarabileceği bir savaş tezgahının gayet kolaylıkla işleyebileceğini söylemek abartı sayılmamalı.
Bu örnekle anlatmaya çalıştığımız şey, düzenin halkın duyarlı olduğu ya da duyarlı hale getirildiği! bir takım konuları, gelişmeleri gündeme getirerek, işleyerek, istismar ederek kendi propagandası ve hedeflerine hizmet ettirmesidir. HADEP Kongresi'nde meydana gelen bayrak olayı da aynı şekilde kullanılmış ve sonuçta bayrağa sahip çıkma kampanyası, düzene biat tazelemeye dönüştürülmüştür.
Bayrakla Örtülen Gerçekler
İlkel ve saldırgan bir milliyetçilik histerisine kapılmış yığınlardan mantıklı ve adil hareket etmelerini beklemek elbette anlamsız ve beyhude bir beklenti olacaktır. Böylesi bir adeta bir bayrak krizine tutulmuş halde bulunan yığınların gözünü bürüyen kan da gelmekte gecikmez. HADEP Kongresi'nden memleketleri Elbistan'a dönmekte olan 3 kişinin. Kayseri yakınlarında arabalarının durdurulup, uzun namlulu silahlarla katledilmeleri haberler arasında bir ayrıntı olarak geçiştirilir. Örgüt içi infazdan, akrabalar arası husumete kadar her türlü ihtimal, bu katliamın gerekçesi olarak gündeme gelir, ama herkesin çok iyi bildiği asıl fail ağza dahi alınmaz. Bayrağın indirilmesi ile tepkiler gösteren, çılgına dönen, "kamu vicdanı" bu cinayetlere sessizdir. İnsanların katledilmelerine ilgisizdir. Aslında ilgisiz demek de pek doğru düşmez. Örtük bir biçimde de olsa, olan bitenler onaylanır. Onlar indirerek ya da indirilmesini alkışlayarak bayrağa karşı suç işlemişler, ölümü hak etmişlerdir! Onların akıbetleri binlerce dosyaya ulaşmış bulunan faili meçhul zincirinin yeni halkaları olmaktır!
Kamu vicdanı denilen nesne, üstelik çok seçici bir algılama yeteneğine de sahiptir. HADEP Kongresi'nde bayrağın indirilmesi bağımsızlığa, namusa, şerefe bir hakaret gibi algılanırken, emperyalistlere çiğnenen namuslar, şerefler pek hatırlanmaz. Hükümet teşkiline varıncaya kadar Türkiye'nin içişleri kabul edilen konularda İsrail'den Fransa'dan İngiltere'den Türkiye'ye yöneltilen temenniler, telkinler, tehditler nedense hiç bir zaman bağımsızlığa, milli kimliğe bir hakaret, bir saldırı olarak algılanıp tepki gösterme gereği duyulmaz. Emperyalist Batılılar ve Siyonistler karşısında, ülkenin değerlerini koruma ihtiyacı hissetmeyen, bilakis sahip olduğu her şeyi peşkeş çekme eğilimi gösteren kamu vicdanı, iş Kürtler'e gelince, İran'a, Suriye'ye gelince şahin kesilir, savaş naraları atmaya başlar.
Bu kamu vicdanı denilen nesne kirlidir, zalimdir, egemenlerin kullanımına da sonuna kadar açıktır. Faili meçhullere, binlerce köyün yakılmasına, Ortadoğu'yu kana bulayan Siyonist uçakların tepemizde dolaşmasına, işkencelerde yapılanlar yetmiyormuş gibi insanların sokak ortasında ve ekranlardan gözlerimizin içine sokulurcasına polis coplarıyla, tek-meleriyle yumruklarıyla öldüresiye dövülmesine hiç bir itirazı yoktur kamu vicdanının. Yeter ki , "bayrak inmesin, ezan susmasın!"
Şu ezan muhabbeti binlerce kez tekrarlanır, ama tek bir kez olsun düşünülür mü acaba? Ezanın susması meselesi niçin gündeme gelmektedir? Eğer bu ülkede ezanın susmasından susturulmasından söz edeceksek, bizzat bu düzenin öncülerinin uygulamalarını hatırlamak gerekmez mi? Yıllarca minarelerden Allahu Ekber sedalarının okunmasını engelleyen bu düzenin kendisi değil midir? "Kurt dumanlı havayı sever" misali MHP'li ve BBP'li kadrolar bayrak olayının getirdiği rantı paylaşma yarışına girişirken, elbette sadece bir nakarat olsun diye değil, konuyu halk nezdinde daha bir dramatize etme amacıyla ezan konusunu da kampanyaya dahil etmişlerdir.
Bayrak Neyi Temsil Ediyor?
Laik ve/veya milliyetçi kesimlerde olduğu kadar olmasa da, bayrak krizi İslamilik iddiasındaki bazı çevreleri de etkilemiştir. Değişik kuruluşlar adına yayınlanan kınama bildirileri ve kimi köşe yazarlarının yazılarında, bu konunun oldukça bulanık bir tarzda ve açık ya da örtük bir milliyetçi duygusallıkla değerlendirildiği görülmekledir. Bu değerlendirmelerde temel varsayım, ay yıldızlı bayrağın İslam'ı ve İslami değerleri temsil ettiğidir. Kimisi bayraktaki hilalden yola çıkarak bu tezini delillendirmeye çalışırken, kimisi de bayrağın Kemalist Cumhuriyetten önceye, Osmanlı'ya gittiğini dolayısıyla TC'yi temsil etmediğini ileri sürmektedir.
Bir kere şunu en başta ortaya koyalım ki, Allah'ın kendisine kudsiyet atfetmediği hiçbir şey mukaddes değildir. İnsanların, kendisine bir takım yüce, üstün, faziletli anlamlar yükledikleri şeyler mukaddes kabul edilmeye başlandığı andan itibaren sahte ilahlar ihdas etme alanına girilmiş demektir.
Hilal konusuna gelince; evet, tarih boyunca hilal müslümanların sembolü olarak algılanmıştır. Ama İslam'ın hakim olduğu bir beldeyi, ya da topluluğu temsil ederse bu sembol bir fonksiyona sahip demektir. Yoksa Allah'ın otoritesinin gasp edildiği ve kullara kulluğun esas olduğu bir sistemi temsil etmesi amacıyla kullanılmaktaysa, asli temsil özelliğinden uzaklaştırılmıştır. Örneğin Irak bayrağında Allahu Ekber yazısının yer alması, o bayrağın Irak'taki Saddam diktasını temsil ettiği gerçeğini değiştirmez. Aynı şekilde Suud bayrağındaki kelime-i tevhid ibaresi de o bayrağın mukaddesliğinin değil, olsa olsa zalimlerin İslami sembolleri istismarının bir ifadesidir.
Aslında bayrak meselesindeki bu kafa karışıklığı, konunun somut gerçekler ve temel ilkeler yerine, günün getirdiği duygusallık ve kalabalıkların uzağında kalmama mantığı ile ele alınmasından kaynaklanmaktadır. Yoksa bayrağın, TC'nin egemenliğini, laik Kemalist otoriteyi temsil etliği gayet iyi bilinmektedir. Kısa bir zaman önce yaşanan, camilere bayrak asma tartışması sırasında ortaya konan tepkiler bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. MGK'da camilere bayrak asılmasının tartışıldığına ilişkin haberler basında yer aldığında, şimdi "ay yıldızlı bayrağımız" edebiyatı yapan sözde İslami çevrelerin hemen hepsi bu fikre karşı çıkmışlardı. Madem bayrak dinin sembolüydü, öyleyse camilere asılmasına niye tepki göstermişlerdi?
Bayrak krizine ilişkin olarak tutarlı tavır gösteren çevreler arasında TGRT'nin başı çektiğini söylemek gerekiyor. Bu olayla ilgili başından itibaren şoven, kışkırtıcı bir yayın politikası izleyen TGRT, ekranın sol üst köşesine kondurduğu bayrak logosunun önüne Atatürk portresini de ekleyerek bayrağın hangi bütünlük içinde algılanması gerekliğini somut bir biçimde ortaya koymuş ve tutarlı davranmıştır.
Aynı tutarlılığı -elbette aynı biçimde değil- İslami çevrelerin de göstermesi gerekir. Daha bir kaç gün öncesine kadar -ve muhtemelen bundan sonra do- camilere bayrak asılması tasarısından duyulan rahatsızlığı gündeme getiren pek çok yazı, haber kaleme alınan İslami çizgide yayın yapma iddiasındaki bir gazetede, "bayrağı indiren hain yakalandı" şeklinde bir haberin yer almasını izah etmek güçtür.
Hain kimdir, ihanet nedir, sadakat kimedir? Bunların hepsini düşünmek gerekir. Neyi amaçlıyoruz? Ulusal bayraklara sarılarak mı İslamcılık yapacağız? Ulusal bayraklarla, ulusal sınırlarla, ulusal devletlerle mi ümmet bilinci oluşturacağız? Egemenlerin propagandalarının bizleri etkilemesine izin vermeyelim. Bayrak savunusuyla, bayrak kavgasıyla, değil ümmeti bütünleştirmek, Türk-Kürt kucaklaşmasını bile sağlamak hayaldir.