Mersin'de meydana gelen "bayrak olayı" Türk ulusal kimliğinin genlerine işlemiş bulunan "beka kaygısı"nı bir kere daha açığa çıkardı. İlk anlık kısa bir sessizliğin ardından ülkenin dört bir yanında birbirine benzeyen tepkiler bir kampanya düzeni içinde artarak dışa vuruldu. Askeri cenahtan gelen zehir zemberek açıklamayla start verilen kampanya, sonraki süreçte uygun adım ilerledi ve giderek geniş çaplı milliyetçi bir tepki kabarmasına dönüştü. Son zamanlarda giderek tırmandırılmaya çalışıldığı gözlenen "ulusal silkiniş" gayretlerine taze kan sağlamış olan Mersin olayı, yakın geçmiş göz önünde bulundurulacak olursa Kıbrıs ile başlayan, Kerkük ve Kuzey Irak gündemiyle yoğunlaşan sorunlar kümesi etrafında oluşturulan milliyetçi dalganın son uğrağı idi.
Söz konusu milliyetçi tepki kabarmasına birilerinin had safhada ihtiyacı olduğu görülmekteydi. Konu sadece 2002 seçimleriyle birlikte hızlı bir inişe geçmiş MHP'nin palazlanma çabasından ibaret görülemez. Asıl saik devlete egemen iktidar bloğunun etkisiz kılınmaya, geri plana itilmeye karşı kendine manevra sahası açma ihtiyacından kaynaklanmakta. AB süreci doğrultusunda gerçekleştirilen yasal-siyasal birtakım düzenlemeler neticesinde giderek hakimiyet alanlarının daralmasından rahatsızlık duyan güçler, bir süredir gerek iç, gerekse dış politik alanda meydana gelen pek çok olayı, gelişmeyi; süreci engelleme, kesintiye uğratma çabalarının merkezine oturtmaktalar.
Askeri cenahtan yapılan açıklamaların son zamanlarda çok fazla gündem olması dikkat çekici. Medyada "asker güzellemeleri"nin artış göstermesini de buna paralel bir gelişme olarak kaydetmek gerekir. Hatta Yargıtay'ın kısa bir süre önce yansıttığı tutumundan çark ederek yeniden resmi ideolojinin yılmaz savunuculuğu rolüne soyunmasını da aynı genel tutumun tezahürleri olarak yorumlamak yanlış olmaz. Sonuç militarist resmi ideolojinin kendini hissettirmesi, var olma mücadelesini kolay kolay terk etmeyeceğinin ilanı şeklinde değerlendirilebilir. Birileri konumlarını, iktidarlarını, programlarını muhkem kılma mücadelesini "bu ülke sahipsiz değil" mesajıyla birlikte gündemleştirme gayretinde.
Bu noktada Mersin olayı militarizmin şaha kalkması için gayet elverişli bir fırsat olarak kullanılmıştır. Dikkat edilecek olursa tüm ülke çapında büyük infiale yol açan "olay"ın mahiyeti doğru dürüst tartışılmamıştır bile. Birkaç küçük çocuğun hareketi adeta "Düşman, namlusunu şakağımıza dayamış!" halet-i ruhiyesi içinde alabildiğine abartılarak ve saptırılarak gerilim üretme politikasının aleti kılınmıştır.
Tepkiler nitelik açısından düzeysiz, çocuksu; siyasi planda tehlikeli bir düzlemde seyretmiştir. Genelkurmay açıklamasındaki "sözde vatandaşlar" nitelemesiyle başlayan düzey sorunu RTÜK emriyle televizyon ekranlarına bayrak logosu yerleştirmeye, medya kışkırtıcılığına, esnaf zemininde reklam kaygılarıyla bayrak deseninde dondurma imal etme türünden saçmalıklara kadar vardırılmış; sokaklarda "Bayrağa uzanan eller kırılsın!" sloganının çağrıştırdığı ilkelliğe kapı aralanmıştır. Bu sloganla birlikte bir an gözünüzün önüne Mersin'de bayrağı yere vurarak parçalamaya çalışan çocukları getirin ve "gözü dönmüşlük" sıfatının kime daha fazla yakıştığına karar verin!
Bayrak olayı üzerine ortaya konulan tabloya bakıldığında her açıdan akıldışı tepkilerle örülü bir manzara ile karşılaşılmakta. Ayine dönüştürülmüş protesto eylemleri ve tapınma boyutlarına vardırılmış ritüellerle beslenen bayrak kampanyası, kimin kime neden karşı çıktığının, kimin neyi protesto ettiğinin hemen hemen belirsiz olduğu bir atmosferde gerçekleşmiştir. Kendilerine mikrofon uzatıldığında hüngür hüngür ağlayan ya da keskin sloganlar haykıran pek çok kişiye eylemleriyle ne yapmak istedikleri, kime hangi mesajı vermeyi amaçladıkları sorulacak olsa cevap almak mümkün olmayacaktır. Olmayacaktır, çünkü konu tamamen saptırılmış gündem zemininde yürütülmüştür.
Neyse ki, vatansever medya organları Mersin polisinin üstün çalışması neticesinde hainlerin yakalandığı müjdesini vererek gönüllere su serpmiştir! Yaşları 11 ila 14 arasında değişen hainler! İşte milliyetçi histerinin yol açtığı körleştirme vakıası. Küçücük çocukların hapse konulmasına onay veren bir ruh halinin ne büyük yaralara, caniliklere kapı aralayabileceğini tahmin etmek kolay olmaz.
Mersin olayı sonrasında nispeten daha olgun, daha aklı başında tutum takınılmasını öneren, sağduyu çağrılarında bulunan çevreler de oldu olmasına ama kabartılan milliyetçilik dalgası bu tür sesleri çabuk bastırdı. Bu arada bu çevrelerin söylemlerinde de bayrak kutsamasının adeta tartışılamaz bir hakikat şeklinde vurgulanması dikkat çekiciydi. Bir kere bu tutum bir dayatmadır. Birileri bayrak ya da farklı türden sembollere bir dizi anlam yükleyebilirler ama herkesin bunu bu şekilde algılaması, benimsemesi gerekmez.
Bayrak meselesini abartarak sömüren kesimlerin her açıdan tutarsız ve samimiyetten uzak bir yaklaşım içinde oldukları ortada. Eğer gerçekten bu olaya verilen tepkiler ulusal kimlik ve onur çerçevesinde şekillenmiş olsaydı öncelikle ülkeyi kuşatan ABD ile hesaplaşma ihtiyacı gündeme gelirdi. Ne başta İncirlik olmak üzere üsler, ne ABD'li yetkililerin her fırsatta Türkiye'ye fırça atması, ne de bir büyükelçinin TC Cumhurbaşkanı'nın yapacağı bir dış ziyarete şerh düşebilmiş olması kimsenin pek umurunda olmadı.
Yine İslami camiada rastlanan "bayrak edebiyatı" ise başlı başına bir tutarsızlık, tam manasıyla hurafeciliktir. Nasıl kutsiyet atfı tümüyle temelsiz ve batıl bir çabanın ürünü ise, ulusal sembollere dini referans nispeti de aynı şekilde açık bir saptırmadır. En garibi, can sıkıcı olanı ise yaşanan onca deneyimden sonra hâlâ birilerinin devletin kuyruğuna takılma hususunda bitmek bilmez bir iştahla davranmasıdır. Tek başına devam etmekte olan başörtüsü yarası bile, bayrak ve benzeri ulusal semboller konusunda sergilenen tutumların temelsizliğini, anlamsızlığını ortaya koymaya yeter. Hiç sorgulamadan, düşünmeden "bayrak yarışı"na katılmaya teşne tutum takınanlar, başörtüsü sorunu karşısında sergiledikleri aciz, nemelazımcı ve içtenlikten uzak tutumu gözden geçirmelidirler.
Benzeri tutarsızlık örneklerini pek çok vesileyle izliyoruz. Bu minvalde "Çanakkale" konusunun özellikle bu sene ele alınış biçimi ve yoğunluğu dikkat çekicidir. Belki konunun bu yıl bu kadar öne çıkartılmasının 90. yıldönümüne rastlamasıyla ilgili olduğu söylenebilir. Ne var ki, özellikle son dönemlerde milli duyarlılıkların bir hayli cilalandığı, parlatıldığı vakıası göz önünde bulundurulursa konunun sadece yıldönümü meselesi olmadığı görülecektir. Çanakkale konusu üzerinden "İslami camia" adeta devlete bir barış ve birlik mesajı gönderme gayretinde gözükmektedir. Bu tutumun savunusu ise "Çanakkale'de destan yazan ruh"a dikkat çekmek şeklinde yapılmaktadır. Yani bir tür "bize ihtiyacınız var" ya da "biz hazırız" mesajı.
Ne yazık ki, Çanakkale vesilesiyle kahramanlık türküleri yakan, işgalci güçleri lanetleyenler yanı başımızda devam etmekte olan işgali görmekte pek istekli değiller. Oysa özellikle İslami bir kaygıyla hareket etmekte olanlar açısından Irak'ta süregelen işgale karşı olmak ve direnişle dayanışma ve yardımlaşma içinde olmak İslami sorumluluğun bir gereğidir. Ama ilginçtir, 90 yıl önceyi "dün gibi hatırlayan, anan ve unutturmamaya kararlı görünenler yanı başlarından yükselmekte olan feryatlara, kardeşlerinin çağrılarına kulaklarını kapamışlardır. Bu olgu da bize Ümmet kimliğinin ulusalcılık karşısında arka plana atıldığını, gölgelendiğini net biçimde göstermektedir.
Nevruz olayları bahane edilerek estirilen ırkçı, milliyetçi rüzgarlar öncelikle Kürt kimliğini hedef almış görünmekle birlikte, asıl olarak militarist anlayışı yeniden güçlendirme, onu palazlandırma zeminine hizmet etmiştir. Bu sürecin bir müddettir ısıtılmaya çalışıldığı görülmektedir. Değişik kaygı ve rahatsızlıklar öne çıkartılmak suretiyle askerin siyaset üzerindeki ağırlığı artırılmaya, muhkem kılınmaya çalışılmaktadır. Bayrak kampanyaları bu olgudan ayrı ele alınamaz. Bu konunun bu kadar büyük yankılara yol açması gelecek açısından her zaman birilerinin iştahını kabartabilir. Yapılması gereken ise oligarşik zihniyet ve tahakkümü güçlendirecek gelişmelere karşı tedbirli olmaktır.