İki yıla yakın bir zamandır devam etmekte olan intifada süreci bir turnusol kâğıdı işlevi gördü. Süreci komplo teorileri, büyük güçlerin dünyayı dizayn etmesi ekseninde açıklamaya çalışanlarla, halkların ve onlara önderlik eden İslami yapıların çabalarıyla izah edenler şeklinde iki belirgin anlayış ortaya çıktı. Bu süreç bölge insanına ve İslami yapılara güvensizlik aşılayan kof yaklaşımların temelsiz olduğunu da gösterdi.
İntifada süreçlerinin bize gösterdiği bir zafiyet de Müslümanların din usulü konularındaki eksikliklerinin siyasi, sosyal meseleleri ele alırken de söz konusu olduğuydu.
Yerel ve küresel ölçekte meydana gelen gelişmeleri, değişimleri değerlendirirken ortaya çıkan eksik ve yanlış bakış açılarından kurtulmanın yolu sahih bir siyasi usul üzerinde yoğunlaşmaktır. Siyasi ve sosyal olgu ve olayları değerlendirirken yapılan usul hatalarının şunlar olduğu söylenebilir:
Birincisi, siyasi ve sosyal olguları tek bir nedene indirgeyip açıklamaktır. Oysa siyasi/sosyal gelişmeler iç içe geçmiş çok boyutlu, karmaşık bir süreç şeklinde seyreder. Sebeplerden biri ya da birkaçı daha önemli olabilir. Ancak bu, çok boyutluluk ilkesini devre dışı bırakmaz.
Mesela intifada sürecini Batı’nın ya da emperyalist güçlerin (nedense bu sadece ABD’dir) doğal zenginlik ve enerji kaynaklarına, enerji nakil hatlarına, petrol gelirlerine el koymak için tasarladığı bir operasyon şeklinde yorumlamak yapılan en yaygın indirgemeci ve tek boyutlu yaklaşımdır. Bu, Ortodoks-Marksist siyasal bilimcilerin etkisinde kalmanın en açık örneğidir. Yine bu, tüm yaşananları maddi olgularla izah etme yanlışlığının sürdürülmesidir.
“Kapitalist sisteme geçiş” veya “neo-liberal politikalara geçiş” için ABD tarafından bölgenin restorasyona tabi tutularak uyumlu kadroların iş başına getirildiği iddiası da bu indirgemeci yaklaşımın bir başka örneğidir.
Bu totaliter ve zulüm üzere kurulu düzenleri, dünya sistemini tehdit eden siyasi ve ekonomik bir modele dayanıyormuş gibi göstermek gülünçtür. Oysa bu diktatörlükler mevcut dünya düzeninin yerel birer örnekleridir.
İslam coğrafyalarında meydana gelen hadiseler, İslam ve toplumsal muhalefetin en etkin aktörü olan İslami yapılar devre dışı bırakılarak açıklanamaz. Küresel ve bölgesel güçlerin bu coğrafyalara yönelik politikalarında siyasi ve ekonomik nedenlerle birlikte en önemli amil belki de budur.
Ekonomik nedenleri tek belirleyici kılmak Batılı paradigma içinden konuşmaktır.
Süreçte rol oynayan amiller; yerel dinamikler, İslam’ın hayat bahşeden ilkeleri, buna dayanan İslami akımların özgürlük ve adalet talepleri, toplumsal ve siyasal yapının ortaya çıkardığı huzursuzluktur.
Kısacası tek boyutlu indirgemeci yaklaşımlar doğru bir siyasi tahlilin önündeki engellerdendir.
İkincisi “komplo teorileri”dir. Yaşadığımız coğrafyada hayli taraftarı olan ve adeta bir hastalık derecesine varmış “komploculuk”tur.
Bu yaklaşım, her olayın, gelişmenin arkasında birtakım açık ya da gizli güç merkezlerinin planlı, programlı, aşamalı yönlendirmelerini görmek şeklinde ortaya çıkar. Komploculuk, dünyayı ve tarihi gizli-açık güç odaklarının ve devletlerin elinde oyuncak zannetme hastalığıdır.
Tabi ki hiç komplo diye bir şey olmadığı; komplocuların siyasi, sosyal olayları istedikleri mecraya çekmek, yönlendirmek için çaba sarf etmedikleri söylenemez. İtirazımız, tüm gelişmelerin komplocular eliyle ve onların istekleri, kurguları sonucu oluştuğu düşüncesinedir. Olgu ve olayların nedenlerini araştırma ve anlama düşüncesine ket vurma ve zihnin bu anlayışla zehirlenmesine sebep olan komploculuğa itiraz ediyoruz.
Bu, aynı zamanda bize komplo teorilerine ve komploculara karşı uyanık olma, bunları deşifre etme imkânı da veriyor. Bunun güncel plandaki en iyi örneklerinden bir tanesi Türkiye’de hayli taraftar bulan ve çokça tekrarlanan “İntifada sürecini ABD’nin planladığı ve Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde uygulamaya koyduğu” tezidir. Bu tez sahipleri “Emperyalizmin bölgedeki mevcut statükodan ne zararı vardı ki, değişimi arz etsin ve bunun için devasa projelere girişsin?” sorusuna herhangi bir cevap veremiyorlar. Zaten mevcut dikta rejimleriyle her türlü ilişki içinde değiller miydi? Kendi güdümlerindeki bu yapılardan vazgeçip yeni bir maceraya niçin girme gereği duysunlar? Kaldı ki BOP, daha başlarken bitmiş, ölü doğmuş bir projedir. (Bkz. Mustafa Eğilli, “Büyük Ortadoğu Projesi: Acı Gerçekler, Yalan Vaatler”, Haksöz Dergisi, Sayı: 158-159, Mayıs-Haziran 2004.) Komplocu yaklaşım, bölge gerçeklerini ve tarihî süreci değerlendirme noktasında tutarsız olduğu gibi aynı zamanda ABD’ye hadiselere tek başına yön verebilen, adeta istediği sonuçları her durumda alabilen Kadir-i Mutlak bir sıfat vehmetme zaafını da içermektedir.
Bu düşünüş biçimi Müslümanlar açısından akidevi sakıncalara da sahiptir. Zira İslam inancına göre “Kadir-i Mutlak” olan sadece ve sadece Allah (cc)’tır. Birtakım şahıslara, gruplara, devletlere buna benzer bir güç izafe etmek insanı akidevi açıdan tehlikeli durumlara düşürür.
Ayrıca tek başına “Hiç kimse yarın ne kazanacağını ve nerede öleceğini bilmez.” düsturu bile tıkır tıkır işlediği varsayılan “kurgulanmış gelecek” anlayışının yanlışlığını ortaya koymaya yeterlidir.
Öte yandan Kitab-ı Kerim bir amaca ulaşmak ya da bir şeyin amacına ulaşmasını engellemek için ortaya konulan gizli, açık, hileli tuzakların, sahiplerinin ayaklarına nasıl dolandığını açıkça ifade etmektedir.
Allah’ın Müslümanlara olan lütfünü, inayetini dikkate almayan açıklamalar ile Allah’a rağmen birtakım plan ve programların başarılı olacağını düşünmek Müslümanlar açısından ciddi bir zaafa işaret eder.
Kısacası komploculuk, insanların iradelerini kırarak birtakım güç merkezlerine yenilmezlik atfetmekte; yanı sıra insanı pasif, edilgen kılmakta ve halkı iradesiz yığınlar olarak görmektedir. Halkları kendi geleceklerini ele alamayan nesneler derekesine koymaktadır.
Usul hatasının üçüncüsü, komplocu yaklaşımın besleyip büyüttüğü “hazır şablonik reçeteler” ile olgu ve olayları izah etme anlayışıdır.
Mesela “kaos teorisi”nden “büyük güçlerin hesapları” takıntısına, “ABD dünyanın tek egemen gücü ve olup biten her şeyi kontrol edebilecek yegâne büyük akıldır!” yaklaşımından “Küresel egemenlerin izni ya da müdahalesi olmadan Ortadoğu’da yaprak bile kımıldamaz!” tezine değin birbirini tamamlayan bu örneklerin tümü kerameti kendinden menkul değerlendirme biçimleridir.
Bu yaklaşım sahipleri, tüm gelişmelerin büyük stratejik satranç oyunlarının ürünü veya büyük bir yapbozun parçaları olduğunu söyleyerek, buna itiraz edenleri siyaset biliminden ve bu stratejik oyunlardan anlamayanlar olarak resmediyor. Bunlar bölge insanının kendi geleceğine, kaderine sahip çıkamayacağı, inisiyatif alamayacağı inancında olup, insanları dışarıdan birtakım güçler eliyle yönlendirilen iradesiz yığınlar olarak görmekteler. Bu, Batı’ya karşı bir kompleksin ve acziyetin ifade edilmesinden başka bir şey değildir.
İntifada sürecinde binlerce insanın meydanları doldurması, sürece sahip çıkması, irade beyanı, Suriyeli Müslümanların yaklaşık iki yıldır her türlü müdahaleye rağmen mücadelelerine devam etmelerinin bu anlayıştaki insanlar için hiçbir önemi yoktur.
Bu düşünce biçiminde, somut olayların, kendi tarihî ve sosyal gerçekliği içinde tahlil çabasına gerek kalmıyor. Kalıp ifadeler her şeyi zaten izah ediyor.(!) Bu, bir düşünsel rahatlığa, daha doğrusu düşüncesizliğe sebep oluyor.
Kısacası tek boyutlu, indirgemeci, komplocu ve şablonik yaklaşımlar yerine olgu ve olayların arka planını, tarihî sürecini, yerel dinamiklerini, toplumsal hareketler ve taleplerini detaylıca incelemek esas olmalıdır. Tarihî ve toplumsal yasaları ıskalayan, göz ardı eden kolaycı yaklaşımlardan uzak durulmalıdır. Belki böylece inanç esaslarımızı da dikkate alarak yeni bir siyaset usulü geliştirebiliriz.
Şimdi kısa kısa yazımızın başlığında öne çıkardığımız hususlara sorular eşliğinde cevap aramaya çalışalım…
İsyan dalgasının hazırlık ve gelişim süreçlerinde Batılı güçlerin müdahalesi söz konusu mudur?
İslam coğrafyalarındaki bu intifada süreci uzun yılların biriktirdiği bir sancının, iç içe geçmiş birçok faktörün, tarihî ve sosyo-ekonomik şartların değişik biçimlerde kendini göstermesidir. Bu süreçte yaşananlar, zulüm üzerine kurulu düzenlerin acımasızlığı ve keyfiliğine, insanların içinde bulundukları sosyal, siyasal, ekonomik sorunların oluşturduğu açmazlara, dünya sisteminin kuklaları olan kendi yönetimlerine karşı bir tepkinin, öfkenin dışa vurumudur. Bu süreçte toplumsal muhalefetin en önemli bileşenlerinden biri olan İslami yapıların özgürlük ve adalet taleplerini dile getirmeleri etkili olan unsurlardan biridir. Bu, halkların uyanış ve kendine gelme sürecidir.
Kısaca bu isyan dalgası beklenmeyen ve öngörülmeyen bir gelişme olarak ortaya çıktı. Halen de zor bir süreç olarak devam etmektedir. Batılı güçlerin etkisinden bahsetmek mümkün değildir. Bu, iç dinamiklerin belirleyici olduğu bir süreçtir.
Batılı güçler bu sürece nasıl tepki vermiştir?
Obama yönetimi, Tunus ve Mısır’da ayaklanmaların ilk zamanlarında eli kanlı diktatörlerle isyan eden halklar arasında ‘tarafsızlığını’ ilan etmiştir. Halkın siyasi geleceğine sahip çıkma noktasında ortaya koyduğu ısrarın devam etmesi, ABD’yi bu şok etkisinden çıkartarak yeni tutumlar almaya itmiştir. Eski rejim kalıntısı ‘siyasi’ figürlerin süreçte aktif rol almaları için çaba sarf etmeye başlayan ABD, süreci kendi mecrasına sokmak için her türlü imkânını seferber etmiştir.
Fransa yönetimi başlangıçta Tunus yönetimine askerî destek vermeyi bile düşünmüş ancak rejimin çabuk çökmesi bu isteği kursağında bırakmıştır.
İngiltere, olayları işsizlik ve yoksulluk ekseninde anlamaya çalışarak uluslararası yaptırımları gündeme getirmiştir. İngiltere’nin bu pragmatik tutumunu ‘ticari diplomasi’ kavramı etrafında değerlendirebiliriz.
Dolayısıyla beklenmedik bu süreç, hepsini gafil avladı ama bu diktatörlerin gideceklerini gördükten sonra süreçten rol kapmak için -Libya örneğinde olduğu gibi- müdahale kararı almışlardır. Gelişmeleri mümkün mertebe yönlendirmek ve süreçte aktif olmaya dayalı pragmatik bir tutuma yöneldikleri söylenebilir.
Müslümanların, Batı ve öncüsü ABD’nin ‘insan hakları’, ‘kalkınma’, ‘demokrasi’ vb. söylemlerinin arkasında yatan işgalci ve sömürücü mantığı görecek basirete sahip olduklarını yaşanan gelişmeler göstermektedir.
Gerek sürecin belirlenmesi gerekse de yönlendirilmesi bağlamında ne tür politikalar izlenmiştir?
Bu politikaları şu şekilde özetlemek mümkündür: Gelişmeleri engellemek, kontrol altına almak üzere çeşitli aktivitelerle süreci rotasından çıkarmak... Yaşanan gelişmeleri yavaşlatmak, idare etmek, sınırlamak, rol kapmak, geçiş süreçlerini ellerinden geldiği kadar uzatmaya çakışmak… Eski kadroları geçiş sürecinde etkili kılmak, ordu, bürokrasi ve ticari yapılarla ilişkileri canlı tutmak…
Özetle seküler tiplerin, grupların, azınlık unsurların kamu kurumlarında ve siyasi süreçte etkili olmaları için çaba sarf etmişlerdir.
Bir yandan da İsrail’in bölgede yalnızlaşacağı düşüncesini yayarak bir korku psikolojisi oluşturmaya çabaladıkları da unutulmamalıdır.
Öte yandan İslami yapıların etkisini kırmak için “Din devletleri kuruluyor!”, “Azınlıklara karşı kötü muamele oluyor veya olacak!” endişesini yayma ve İslam’ı ve Müslümanları terörizmle eşdeğer gösteren politikalara yöneldikleri söylenebilir. Doğrudan müdahale yerine bu tür söylemler ve pragmatik tutumlarla süreci yönlendirmek istedikleri görülmektedir. Ancak şu unutulmamalıdır ki, bu despotik rejimlerden çıkış zorlu, sıkıntılı ve sancılı bir süreçtir. Tüm bu yönlendirme, geciktirme ve rotasından çıkarma çabalarına rağmen, yaklaşık 200 yıllık bir çabanın hâsılası olan İslami yapıların gayretleri, çalışmaları ve basiretlerinin sürecin belirlenmesinde daha etkili olacağını söyleyebiliriz. Çünkü en örgütlü ve değer olarak en etkili olan gruplar İslami yapılardır. Süreç durulduğunda en azından ortaya çıkacak yönetimler İslami hareketlerin etkisinde olacaklardır. Umut ve dua ediyoruz ki, süreç Müslüman halkların lehine sonuçlansın. Bunun emareleri de görülüyor.
Sürece seyirci kalarak, su-i zanlarda bulunarak, Batılı medyada yer alan fısk haberlere dayanarak halkları iradesiz yığınlar ve İslami yapıları da kukla olarak gösterme basiretsizliğine düşmemeliyiz. Hele de kof, temelsiz analizlere dayanarak gelişmeleri tahlil etme yanlışına düşmüş stratejilere itibar ederek doğru bir tutum alınamayacağını görmek durumundayız.