Hakikat Sonrası Çağın Bilgi Problemi
Muhatabı olduğumuz ‘yeni medya’ durumunun bilgiye dilediğimiz anda ulaşabilme kolaylığı sağladığı doğrudur. Bu fiilî durum ne tek başına olumsuz ne de olumlu bir değerlendirmeye tekabül etmektedir. İçinde avantaj ve dezavantajları barındıran bir ambara benzemektedir. Bununla beraber, insan zihninin sürekli, bir bilgi akışı ile karşı karşıya oluşu doğal bir durum değildir. Her akış eğer ilahi bir membadan beslenmiyorsa bünyesinde çok ciddi kirlilikleri de taşıyabilmektedir.
‘Tembelliğe’ ve ‘zahmetsiz’ olana çok çabuk bir şekilde tav olabilen insan, bilgiye de bu eğilimleri üzerinden ulaşmaya çalışmaktadır. İmkân gibi değerlendirilen bu kolaycılık, çoğu zaman sahih bilgiye ulaşmak için gösterilmesi gereken azmi ve gayreti ıskalama sorununu beraberinde getirmektedir. İnsanlar bu kolaycılığın bedelini; üzerinde tefekkür edemedikleri, doğruluğunu test edemedikleri, zihinsel aktiviteleri üzerinde istenmedik etkilere sahip olan bir bilgi akışının oluşturduğu ‘kirlenme’ ile ödemektedirler.
Kültür ve dolayısıyla bellek burada yeniden inşa edilirken, cehaletin öncelenmesi, doğruya giden yolu tıkamakta ve her an inşa edilen bellekte artık aktif rol oynayan iktidarın yalana başvurma olasılığı büyümektedir.1 Bugün doğru bildiğimiz olayların yarın yanlışa dönüşme ihtimali artmaktadır; sentetiğe varan bellekler yıkılıp yenileri inşa edilmektedir. Sözgelimi yeni medya, doğruluğu ispatlanmamış bilgilerin süratle dolaşıma sokulabildiği bir alandır ve burada sansasyonel bilgi çok hızlı yayılmaktadır. Onların gösteri niteliği gerçeklik niteliğinden daha değerlidir.2 Son derece örgütlü birimler şeklinde yapılanmış seküler kapitalist organizasyonlar ve onlara bağlı epistemik kurumlar/örgütler ve hatta zemininde hurafe ve israiliyatın bulunduğu inanış biçimlerinin, bâtıni kavrayış ve iddiaların, agnostik iğfallerin her çeşidinin mekân ve imkân bulabildiği mega panayırlara dönüşen bu yeni fiilî duruma karşı, daimî bir uyanıklığın ve teyakkuz durumunun zaruret haline geldiği inkâr edilemez.
Adına post-truth (hakikat sonrası) denilen bu çağın nasıl bir akıl tutulmasından kaynaklandığı sorusu, temel sorularımızdan birisidir. İnsanoğlunun dünyadaki serüveninin büyük bir kısmında ‘hakikate ulaşma’ arayışı varken ve insanlık âleminin düşünce evreni bununla şekillenmiş iken, bunu yok sayan ve parçalayan yeni epistemolojik durumun nasıl bir ifsada, iflasa ve bunalıma yol açtığı ve bu epistemolojik krizle nasıl mücadele edeceğimizi, bu krizin etkilerinden kendimizi ve neslimizi nasıl koruyacağımızı büyük bir ciddiyetle ele almak durumundayız. Adına “cahiliyenin küreselleşmesi” diyebileceğimiz bu yeni durum; ekonomiden politikaya, eğitimden ahlaka, sosyal, siyasal ve askerî alanlara kadar her yeri etkilemiş durumdadır. Descartes’in ‘cogito’su ile başlayan özne merkezli putçuluğun insanlığı getirdiği nokta mamafih bu cahilî kuşatmanın hâkimiyeti olmuştur.
Batı’nın Bilme Faaliyeti ve Küreselleşen Cahiliye
19. yüzyılda bilim, mutlak hâkimiyetini ilan etti. Bu iddianın altının boş olduğunun anlaşılması uzun sürmedi. İnsanlık tarihinde yüz yıl çok uzun bir zaman sayılmaz. Nihayetinde 20. yüzyılda bilimin acizliği belirginleşirken aynı zamanda insanın anlam arayışına dair esaslı şeyler söylemediği; özgürlük ve mutluluk gibi arayışlarının teknolojik imkân ve refah seviyesindeki artış ile sağlanamayacağı ortaya çıktı. 21. yüzyıla gelindiğinde bir yandan “küreselleşen cahiliyenin” kuşatıcılığı, öte yandan tabiatın tahribine bağlı olarak gittikçe artan doğal afetler ve iklim değişimi; nükleer silahların ulaştığı tehdit boyutu; halen laboratuvarda üretildiği iddia edilen virüslerin yaydığı ölüm ve hastalıklar; zor zamanlarda açlık korkusu ile birer talan makinesine dönüşen, büyük marketleri talan etmeye hazır bencil ve ahlaki kriterlerden yoksun kitleler krizin derinliğini göstermekte, aynı zamanda insanın varoluş hakikatinin yeniden sorgulanmasında da öncü işaretler rolünü üstlenmektedir.
Mevcut epistemolojik düzeyin ve bağlı olduğu ilmî metodolojinin ürettiği bu kriz durumunun aşılmasının tek yolu gerek insanın gerekse dinin ontolojik kodları ile yeniden buluşmasıdır. Bu, kurtuluş önerilerinden bir tanesi değil, tek öneridir. Bu konuda iddia sahibi olma imkânı olan tek yol, İslam’ın insanlığa sunduğu ‘sırat-ı müstakim’den başkası değildir. Tanrılığa soyunmanın bedelinin ağır olduğu ve gaybla ilişkisi kopan bir ‘bilme faaliyeti’nin sonucunun katıksız bir nihilizm ve anlam yitiminden başkası olmadığı ortadadır. Söz konusu epistemolojik düzlemin insanoğlunun ütopyasını boşa çıkardığı ve distopyaya çevirdiği gün geçtikçe daha da netleşmektedir.
İslam’da Bilgi ve İnsan İlişkisi
Müslüman düşünürler yaratılışta insana bahşedilen “fıtri onur”un yanında bir de “kesbi onur”dan bahsetmişlerdir. İkinci manada ‘onur’ bilgi ve hakikatle doğru bağ kurma, yeryüzünü ihya ve ıslah etme, yüklenmiş olduğu emanetin gereğini bihakkın ifa etme, kul olarak yükümlülüklerini yerine getirme, tevhid ve adaletin, ahlak ve selametin ikamesini ve pratikte ifasını gerekli kılmaktadır. “Kesbi onur” teorik birtakım öneriler ve kabullerden öte, salih amele dayalı bir ahlaki yaşamı ve örnekliği gerektirmektedir.
‘Dünya içinde insanı’ muhatap alan Kur’an’ın ilgilendiği en temel sorun, yine ‘dünya içinde insan’dır. Kur’an, insanın yaratılışından ölümüne ve ölüm sonrası hayatına değin, çok geniş bir yelpaze içinde, temel sorunun anlaşılması için onun varlığı ve eylemlerini muhataplarına sunar. Bir başka deyişle kendi ekseni etrafında dönen bir pergel gibi, Kur’an yeryüzünde insanın asli varoluşunu merkeze alır ve bu merkez tarafından insanın iyi-kötü, güzel-çirkin, ontik-ontolojik, tarihsel-metafiziksel çok farklı boyutlarını kendine özgü dili içinde değerlendirir. Bu yüzden Kur’an’da, kâinatın yaratılışından ebedî cennet ve cehennem hayatının tasvirlerine kadar her şey en temelde ‘dünya içindeki insan’ın idrak ufkuyla irtibatlıdır.3
Din ve ahlak konularında genel olarak insana hitap edilmiş ve “hakkında kesin bilgi sahibi olmadığı şeyin peşine düşmemesi gerektiği, çünkü kulak, göz ve kalbin, bilgi kaynağı olarak bundan sorumlu olduğu”4 buyrulmuştur. Kur’an’ın kendisi de bu uyarıya bağlı kalmıştır. Kur’an’da başından sonuna kadar verilen bilginin (‘ilm) konusu doğal nesneler, olgular ve olayların bizatihi kendilerini açıklamak veya kesinleştirmek demek olan gerçekliğin bilgisi (bilim) değil; Allah, ahiret ve ahlak olmak üzere dinî veya metafizik hakikatlerin bilgisidir.5 Kur’an’da verilen veya insanların edinmeleri istenen bilgi, beş duyuyla algılanan ‘şu’nun veya ‘bu’nun bilgisi değil; daima şundan, bundan kalkarak aşkın ve gaybi olan ahlaki bilgidir. Ay’ın şeklinde vuku bulan hilal ve dolunay pozisyonu gibi değişikliklerin niçin meydana geldiği sorulunca -muhataplar bu olgunun bilimsel açıklamasını beklerken- Ku’ran: “Onlar, insanlar ve hac için ibadet ölçüleridir.” (Bakara, 179) şeklinde pratik bir cevap vermiştir. Görüldüğü gibi dinî bilgi nesnel zemine dayanmakla beraber, bir yanıyla da varlığa iz, ima ve işaretle telkin edilen ve özel (ruhsal-kalbî) bir idrak vasıtasıyla anlaşılan bilgidir.6
Kur’an’ın mesajları ve tabiattaki her şeyin, kendi ötesinde ve mantıki olarak bir yaratıcıya, insan ile ilişkisi söz konusu olduğunda ahlaki olarak bir inayete (ikram/lütuf/rahmet) ‘işaret’ etmesi anlamında ‘ayet’, Kur’an’ın en merkezî kavramlarından biridir. Bu kavramda adeta yeni bir insan tipi, yeni bir bakış açısı ve yeni bir ‘dünya’ algısı oluşturulmuştur. İnsan hem Kur’an ayetleri hem de kâinat hakkında düşünmeye çağrılmıştır.7
Davud Rehber’e göre Kur’an’dan en son gelişmelere dair sonuçlar çıkarmaya çalışanlar, Kur’an’ın kendi terimleri içerisindeki manalara yeterince hürmet gösterilmeye layık olmadığı, bunların üstünün örtülmesi gerektiğine dair bir korkuya sahip insanlardır. Oysa Kur’an’ın otantik ve orijinal anlamlarını ortaya çıkarmak, geleceğin bilginlerine sağlam temeller sağlamak için gayret etmek, çok daha saygıdeğer, entelektüel açıdan daha dürüst ve güvenilir bir yoldur. Bu yol, Kur’an’a taşımadığı anlamları yüklemekten daha doğru bir yoldur.8
Kur’an, genel olarak müşriklerin ve Hristiyanların teolojik yanlışlıklarını (delalet), Yahudilerin ahlaki hatalarını düzeltme çabasından, müşriklerin ve Yahudilerin Müslümanlara karşı ittifak halindeki politik zulüm yapmalarından ve Müslümanların bunlara karşı direnişinden, muhataplarına ahlaki öğütlerden (kıssalar) ve hukuki yasamalardan (feraiz, had, kefaret) bahseden bir kitaptır.9
Cahiliye dönemindeki ‘ilm (bilgi) kavramının Kur’an’da kazandığı yeni semantik anlamı tahlil eden Toshihiko İzutsu, kavramın cahiliye döneminde, ‘zann’ın zıddı olarak bir kişinin şahsi tecrübesiyle elde ettiği bilgi anlamına geldiğini ifade eder. Kur’an’a geldiğimizde aynı zamanda ‘ilm, artık Allah’ın vahyinden üretilen bilgidir. Bu bilgi kendisi mutlak ‘hak’ olan Allah’a dayanır ve zan ile karşıtlığını -cahiliye döneminde olduğu gibi- korur. Fakat bu ‘ilm mutlak hakikatten geldiği için cahiliye devrinde kesin zannedilen bütün ilimleri zanna dönüştürür. “Onların, (ahiret konusunda) kesin bir bilgileri yoktur; onlar sadece zannediyorlar.” (Câsiye, 24) O, bu konuda şöyle diyor: Kur’an bir adım daha ileri giderek açık hale getirir ki zan ve ‘heva’nın kaynak zemini, kendi içinde pervasız ve kör tabiatın, insan ruhunun düşüncesiz, kötü hevesleridir. Cahiliye döneminde ‘heva’ sevginin kör tutku haline gelmesini ifade ederdi. Zan, ‘heva’ anlamında Kur’an’a ‘ittiba’ul heva’ şeklinde ve ‘birinin kendi kişisel kaprisini takip etmesi’ anlamında ilmin zıddı olarak kullanılır: “Hayır! Zulmedenler, ilimsiz olarak sadece hevalarına uyarlar” (Rum, 29)10
İlim kavramının Kur’an’da 750 defa tekrar edilmesi ve bağlantılı olarak ‘düşünmeye’ verilen bunca önem F. Rosenthal’ın belirttiği gibi, tarihî süreç içerisinde İslam medeniyetinin ‘bilgi medeniyeti’ olmasını etkilemiştir.11
Modern Zihnin Fıtratı Iskalayan Epistemik Kopuşu
Vahyi referans almayan bir düşünce geleneğinde ‘bilgi’nin bir problematiğe dönüşmesi tesadüf değildir. Çünkü varlıklar ve bilgi arasındaki ilişkiyi, Tanrı’nın yaratırken kodladığı ilişki biçiminden bağımsız ele almak mümkün değildir. Fıtratı ıskalayan bütün epistemik dayatmalar Firavun’un sâhirleri gibi, er veya geç toslamak durumundadır. Bu manada hem ‘varlık’ hem de ‘bilgi’ iki temel sorun alanı olarak belirginleşti. Özellikle bilgi cephesine bakıldığında sorunun “bilginin kaynağı” ve “bilginin değeri” alanlarında öne çıktığı görülür.
İslam düşüncesi ve modern Batı düşüncesi sözkonusu olduğunda iki ayrı epistemik evrenden bahsetmek gerekir. Birincisi, vahye dayalı şekillenen epistemik evren, ikincisi ise aklın ve duyuların sınırlı kapasitesine dayalı olarak şekillenen epistemik evren. Batı düşüncesinin ‘bilgi’den ne anladığına baktığımızda aşağı yukarı şöyle bir tablo ile yüz yüze geliriz:
Pisagor’a (M.Ö. 570-495) gelene kadar daha çok “hikmet” perspektifinden bakılan varlık, tabiat ve insanın anlamı gibi meseleler felsefe konuları arasında ele alındı. Yeniçağ filozofları, bilgiyi felsefe probleminden ayrı olarak bağımsız şekilde ele aldılar. Bilginin felsefeden kopuşu, sonraki dönemlerde zihinsel kopuşun meydana gelmesine zemin oluşturdu. Sonuç itibariyle ‘bilgi’ özne ile nesne arasında bir ‘ilgi’ye indirgenmiş oldu. Böylece, öznenin tefekkürü ve yönelimi nesneler dünyası ile (fiziki âlem) ile sınırlandırıldı. Metafiziğin dışlanması zaman içinde olsa da düşünce dünyasındaki bu kayma önemli bir başlangıca tekabül eder.
Dış dünya ile ilişki kurulduğu anda, eşya dünyası ve fenomenlerin zihinde meydana getirdikleri yansımalar arasından da baktığımızda durum aşağı yukarı aynıdır. O halde özne ve nesne arasında var olduğu söylenen ayrılık, zorunlu olarak bir kopuşa sebebiyet verecektir ki bu modern bilginin üretildiği bilimsel yöntemin en önemli handikaplarındandır. Modern bilgi teorileri, insan zihninin uğradığı epistemolojik kopuşun trajik sebeplerini göz ardı ederek ‘bilgi’nin mümkün olabileceği varsayımına dayanmakta ve fakat aslında problemin can alıcı özünün göz ardı edilmesine sebep olmaktadır.12
İster rasyonalist ister deneyci veya başka bir zihnî disiplin içinden bakılsın, sebebin ve buna bağlı olarak olgunun nasıl vuku bulduğu konusunun araştırılması bilimsel çabanın temelini oluşturur. Bu, modern zihinle uyum sağlar. Çünkü fizik gerçeklikteki sebep tabiî ki fiziki gerçekliğin cinsinden olacaktır, yani fiziki ve maddi bir hüviyete sahip olmak durumundadır. Bunun sonucu zihin maddi olandan başka hakikatleri kavrayamayacak kadar maddileşme eğilimine girer. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz “modern zihin” tam da budur.13
Batı Düşüncesinde Kozmosun Laikleştirilmesi ve Bilginin Desakralizasyonu
Batı’nın tefekkür geleneği çerçevesinde bilginin değeri ve kaynağı etrafında yüzyıllardır süren tartışma, insanın bu ontolojik güven duygusunu tatmin edecek bir çerçeve sunmaktan uzakta kaldıysa bunun göz ardı edilen sebepleri arasında “tanrı fikri”, “vahiy-risalet” ve “insanın varlıktaki durumu” konularında yeterince açıklayıcı bir çerçevenin geliştirilmemiş olması önemli yer tutar.14 Gerçekliği hakikatten tecrit ettiğimiz zaman materyalizm; hakikati gerçeklikten ayırdığımızda idealizm ortaya çıkar ki bu iki düşünme ve açıklama tarzı da aşırılıktır, yani biri ifrat diğeri tefrittir.15
Batı zihninin desakralizasyona uğramasının, yani kutsaldan arınmasının sebeplerinden biri de -Seyyid Hüseyin Nasr’a göre- kozmosun laikleştirilmesidir. Kozmosun kutsaldan arındırılması konusunda birçok entelektüel ve tarihî sebep varsa da bilme imkânına sahip zihnin ya da Kartezyen cogitonun saf olarak rasyonalistik düzeye indirgenişi bu sebeplerin başlıcalarından biridir. Bilginin desakralizasyonuyla bilimsel olarak bilen istidlali aklın inanç dünyasından ve esas ve öz olarak ‘bilen akıl’dan nihai kopuşunun, kozmosun mekanikleştirilmesiyle dünyanın özünün kutsal mahiyetinin boşaltılışıyla aynı zamana rastlayışı tesadüfi değildir. Bazıları modern çağın manevi kaosunu 17. ve 18. yüzyıllar biliminde vukubulan dünyanın mekanikleştirilmesine bağlamışlardır. Bilginin yalnızca akıl düzeyine indirgenişine karşı çıkan tüm ilahiyatçı ve filozoflar dünyanın mekanikleştirilmesine de karşı çıkışlarını ve zihnin akıl tarafından aydınlatılışı temeline dayanan Boehme öğretisini devam ettirmek isteyen Almanya’daki Boehme izleyicileri gibilerinin mekanistik görüş açısına sert bir biçimde karşı çıkan Naturphilosophie’nin (19. yüzyılda ortaya çıkan Alman idealizmi içinde bir akım) önde gelen taraftarları olduğunu görmek dikkate değerdir. Her halükârda, bilginin kutsaldan arındırılmasının kozmosun kutsaldan arındırılması ile doğrudan ilişkili olduğuna kuşku yoktur.16
Nihayet ‘bilginin desakralizasyonu’ kutsalın kendi kalesine, yani dine ulaştı. Bilginin değişim ve oluşumdan ayrılamaz olan diyalektiğe indirgenme sürecinde nihai adımın Hegel tarafından atılması sonucu inanç dünyası, “düşünen” insanın bulunmakta olduğu zeminden bir darboğazla tümüyle ayrılmış bir şey gibi görünmeye başlar. Hegel’e karşı çıkan Kierkegaard ile birlikte hem varoluşçu ilahiyat hemde varoluşçu felsefe (ister inancı savunsun ister tanrı-tanımaz olsun) doğar. Jaspers, Marcel ve Heidegger gibi kişilere göre insanın eşyayı anlayabilmesi için bir sıçrama yapması gereklidir. Karl Barth’ın düşüncesinde olduğu gibi, teolojide “inancın üst katına” sıçrayış gereklidir. Teoloji doğayla da insanlık tarihiyle de temasını kesmiştir. Bilgiyi aşk ve inançla, dinî bilimle ve ilahiyatı entelektüel ilgilerin tüm bölümleriyle ilişkilendiren birleştirici görüş, bölümlendirilmiş bir dünya bırakarak nihayet tümüyle kaybolmuştur. Bu bölümlendirilmiş dünyada bütünlük yoktur, çünkü kutsallık merkezî ilgiye mazhar olmaktan çıkmış ya da bir duygusallığın konusu haline gelmiştir. Böylesi bir dünyada manevi ve entelektüel bir donanıma sahip kimseler, bu çerçevenin sınırları dışında kalarak kendi geleneksel köklerini ve aklın tüm işlevini keşfetmeye çalıştılar. Keşfedilecek bu kökler ve akli melekeler, bilgiye kutsal fonksiyonunu yeniden verecek ve insanlara aşktan da (ilahi sevgi, bağ) inançtan da ayrılmaz olan bu birleştirici ilke temelinde hayatlarını yeniden bütünleştirme imkânı sağlayacaktır.17
Gaybın Metafizik İçinde, Metafiziğin de Fizik İçinde Kaybedilmesi
Prof. Dr. Kasım Küçükalp, fizik, metafizik ve gayb ayrımına dikkat çekerek bunlara ait ontolojik ve epistemolojik alanların karışmaması gerektiğinin altını büyük bir önemle çizer. Bu âlemleri karıştırmadan dinin ontolojik statüsünün belirlenmesi ve bundan hareketle “Din, insana ne söyler?” sorusunun cevaplanması gerektiğini ifade eder. Ona göre: “Fizik, duyulur âlem; metafizik, düşünülür âlemdir. Fizik ve metafizik kendi epistemik (bilgi) evrenini oluşturur. Oysa din ne fizik ne de metafiziktir. İkisinin ötesindedir. Klasik filozofların yaptığı en büyük hata; gaybı metafizik içinde kaybetmeleridir. Modern filozoflar da metafiziği, fizik içinde kaybettiler. Metafiziksel hakikatleri gayb ile ilgili olarak vehmetmek, yapılan büyük hatalardan biridir. Ona göre bu hatayı en iyi görenlerden biri İmam Gazali’dir. Burhani birtakım metafizik iddiaların aslında gaybla ilgili olmadığını tespit ederek onları reddeden bir eleştiri ortaya koymuştur. Hakikat gaybla alakalıdır ve onları açıklayacak olan Hak’tır. ‘Mutlak bilgi’ ve ‘hakikat’ Allah’a mahsustur. Biz hakikate işaretle ulaşırız. Ayet, ‘işaret’ demektir. Hakikati kuşatmaya kalkışmak, had bilmezliktir. İslam âlimlerinin tamamı, açıklamalarının sonunda “En doğrusunu Allah bilir.” derler. Bu, sadece bir tevazu değil, insanın epistemik evreninin sınırlılığına yapılan bir vurgudur. Hakikat, fizik ve metafiziği aşan ama aynı zamanda onları ikirciklendiren bir güce sahiptir. ‘Hak’ Allah’tır. Hakikat O’nunla irtibatlı olmak durumundadır. Modern zamanda insanın epistemik evreni, hakikati kuşatma altına aldı. Buna modern seküler hümanizm diyebiliriz."18
Küçükalp’a göre, modern düşünceyle beraber hakikat, doğruluk, anlam, değer insanın epistemik evrenine indi. Bunun imkansızlığının fark edilmesi ile de post-modern dönem başladı. Jack Derida buna ‘logos çökmesi’ demiştir. (Yani bütün varlığa nizam veren akıl çökmüştür.) Irkçılık, faşizm, silahlanma, doğanın tahribi, ahlakın ifsadı, adil olmayan bölüşüm, sömürünün küreselleşmesi (Bazı maddeler tarafımdan eklenmiştir. M.M.Y.) v.b. pratikler, umutların üzerine kâbus gibi çöktü. Zaten deneycilerin ve Kant’ın vardığı sonuç, insanın epistemik imkânının çok sınırlı olduğuydu. Artık nihilizmle yaşamak dışında Batı düşüncesinin önereceği bir şeyi kalmadı.19
Gelinen noktada Batı’da Bacon’dan beri ifade edilen “Bilgi güçtür.” anlayışı, bilgiyi kapitalist muktedirlerin tahakküm aracına dönüştürmüş ve bilgiyi araçsallaştırmıştır.
Bilginin Batılı esaslarını, evrensel düşünmenin esasları olarak ve de kabul edilmesi gerekli yegâne esaslar olarak almaktadırlar. Dolayısıyla kavramsallaştırmaları, düşünme yöntemlerini, etkileşimleri ve de süreçleri geliştirdikleri teorik arka planları içinde sorgulanmamaktadırlar. Bu sebeple de çok boyutlu ve de zengin bir sofrada etkileşen ve de birbirini dönüştüren farklı bilgi evrenlerini kaçırmaktayız.20
İslami Bilgi Evrenini İnşa Sorumluluğu
İnsaflı ve mantıklı birçok kişi gibi Prof. Dr. Arkonaç yaşanan travmayı yüksek sesle ve haklı bir şekilde şöyle ifade etmiştir: Bilimsel denilen bilginin içinden çıktığı toplumun tarihsel dönemlerdeki sosyolojik dönüşümleri, bu dönüşümlerin felsefi kavramlarda uğrattığı dönüşümler Batılı bilim felsefesi ya da bilim sosyolojisi veya psikolojisi tarafından soruşturulmaktadır. Ama bu soruşturmalar coğrafyanın bu yakasında kendi bilgi evreninde ele alınamamaktadır. Çünkü buralı insanlar buranın bilgi evrenini yok saymaktadır, bu evrene kalmakta ısrarcıdır. En azından son seksen küsur sene içinde yabancı kalmanın gerekliliğini kendi bilimsel olma meşruluğunun alanı haline getirmiştir. Özellikle 1929’daki harf devrimi ve 1933 üniversite reformu ile kendi bilgi ağımızla irtibatın kopartıldığını ve Kıta Avrupası felsefesini yegâne felsefe formu haline getirdiğini, böylelikle İslam felsefesi, fıkıh, kelam, tasavvuf ve diğer ilgili alanlar entelektüellerin düşünce dünyasından (en azından üniversitelerden) men edildi. İlahiyat fakültelerinde okutulan dersler haline getirilerek din ve dinî inanç çerçevesine bağlandı. Bu bilgilerin bir kültürün anlam kurucu dili olduğu unutturuldu. Hâlbuki kendi bilgi evrenimize biraz aşinalık bize, gerçeklik bilgisinin kişi için Batılı bireyin aksine verili bir bilgi olduğunu gösterecektir. Bu da bizi doğrudan varlık bilgisi (ontoloji) ile ilgili soruşturmalara hatta varlık bilgisi ile varlığa dair bilgi arasındaki ayrımı sorgulamaya götürecektir. İnsanın bilmekle olmak arasında ayrı düşüş derecesi onun ahlaki oluş ölçüsünü verir. Bilmek varlığa dair bir bilgi düzeni ise olmak varlığın kendisini kurar. Kılmak ise praxis’in ta kendisidir. Bilmek, olmak ve kılmak şu âlemde, nihayeti kişi için ömrü ile sınırlı ama sonsuz bir devinim ise yani karşılıklı sürekli işleyen bir süreç ise varlık bilgisi ile varlığa dair bilginin ayrıştırılması neye hizmet eder? Bilmek neden olmaktan üstte tutulmaktadır? Kılmak yani praxis özellikle bu yüzyılda neden sözün arkasına atılmıştır. Neden kılmak söze indirgenmiştir? Neden iradi söz dışı olmaklıkların ya da iradi sessizliklerin kılmak olabileceği söz konusu bile edilmemektedir? Varlıkla, varlığın kendisine dair bilgi neden bu derece birbirine yabancı kılınmaya çalışılmaktadır?21
Sonuç olarak şunların altını çizmek gerekmektedir. Batı düşüncesi ve bilimi insanın ontolojik (varlık) ve epistemik (bilgi) ayarlarını bozmuştur. Bu durum, cahilî değerlerin küreselleşmesine sebebiyet vermiştir. Üniversiteler, Batılı değerlere bağlı bir inşaya zemin oluşturdukları için çok az sayıda kişi dışında “cahiliyenin küreselleşmesi” sorun edinilmemektedir. Bu yıkıma karşı durabilecek yegâne değerler sistemi ve bilgi düzeyi İslam düşüncesine aittir. Bunun için bir uyanış zemini sağlanmalıdır. Akademisyenlerimiz, entelektüellerimiz, cemaatlerimiz, değer merkezli siyaset üretenler, dava insanlarımız (kadın-erkek), edebiyatçılarımız, eli kalem tutan tüm insanlarımız, medya mensuplarımız bu zeminin oluşmasından sorumludur. Bu ağır yükü bir kesimin üzerine yüklemek hayatın gerçekliğine ve kuşatıcılığına aykırıdır. Topyekûn bir bilinç ve mücadele gerekmektedir. Bu durum ‘süpermenlik’ bir durum değildir. Bir toplumun kendini değiştirmesi ve dönüştürmesi ile mümkündür. Okçular tepesi gibi ‘bilgi tepesi’ de terkedilmemelidir. Mesele tek başına bir ‘bilgi’ meselesi de değildir. İslam esasen bir kâinat nizamı vaz etmektedir. İnsan bir yandan ahlaki ve amelî bir oluş öte yandan fanilik bilincine sahiptir. Yaşam ve ölüm birbirinin karşıtı değil, devamı ve tamamlayıcısıdır. İslam âlimleri çok erken dönemlerde insan fillerini tanımlamış ve onların dindeki yerini belirlemek için -başta Ebu Hanife (ra)olmak üzere- uzun yıllar çaba göstermişlerdir.
İslam’da hayatın her alanına bilgi rehberlik etmektedir. Kitab-ı Kerim’in ve Resul’ün (s) varlığı bunu teyit etmektedir. Kitabını ve resulünü kaybeden veya bozan bir din din olmaktan çıkar, bir öğretiye dönüşür. Öğreti, bilgi ayarları ile oynanmış inançtır. İslam’da bilgi hayatın her alanını kuşatır, bu itibarla bilgi hayatın her bölümünü kapsayan bir külliyattır. Eğitim kurumu anlamında “külliye” bu kapsayıcılığa işaret etmektedir. Günümüz üniversiteleri bu bilincin tam zıt yönünde faaliyet yürütmektedir. Epistemik bütünlüğü bozmakta, hakikati parçalara ayırarak kişileri birer ‘kör uzmana’ dönüştürmektedirler. Gözleri, kulakları ve kalpleri olan ama görmeyen, işitmeyen ve anlamayan nesiller yetişmektedir. Üniversitenin kapsamlı Batılı bilgi yuvası olduğu bir gerçektir ama insanın varlık amacına hizmet etmediği için insanı temsil etmemektedir. Şahsiyet oluşturamamakta ve kimliksiz bireyler yetiştirmektedir.
Nakib el-Attas’ın deyimiyle: Üniversitenin beyni yoktur, hele ruhu, zekâsı hiç yoktur. Nihai hiçbir prensibe hizmet etmemektedir. Gelişim felsefesinde nihai bir hedef mevcut değildir.
Mutlak bir ufuk, dur-durak yoktur; rölatif hakikatler keşifler birbirine başı-sonu belirsiz bir tarzda bir zincirin halkaları gibi eklenmektedir. Kur’an’daki ayet kavramının aksine, açıklığı değil, muğlaklığı beslemekte, barındırmaktadır. Gaye nispidir (rölatif), insan anlayışı evrensel değildir, bu bilim laik devletin, laik toplumun bilimidir.22
Hz. Peygamber’den (s) başka evrensel insan (insan-ı kâmil) söz konusu olamaz. Bu bilim yuvaları insanın portresini yapıyor. Bilginin başı sonu belirsiz, başlangıç noktasından bahseden yok, sanki bilgi tek hedefe yönelmemiş gibi. Her fakülte kendi kaygıları ve kendi hedefleri ile baş başa, mefhum kaybedilmiş.
Modern üniversite bir kargaşa yansıtıyor. Bu, cedeli, bir zanlar ve hevalar yığınını yansıtıyor. Batı, bilgiyi, “Tabiatı ve toplumu kontrol eden şey.” diye tanımlamış. Bireyin huzuru, ruhun kurtuluşu artık onun derdi değil.23
Bu dert, yeryüzünde “halife” olma sorumluluğunu yüklenen, Kur’an ve Resul’ün rehberliğine tâbi olan, ayrıca bu kaynaklara mutabık “İslam düşüncesi” külliyatının aydınlığına başvuran ‘takva ve ilim’ ehlinin derdi olmak durumundadır. İnsanlığın düştüğü çukurdan çıkması ümmetin bu sadık, çalışkan, kahraman evlatları sayesinde mümkün olacaktır.
Dipnotlar:
1- Ralp Keyes, Hakikat Sonrası Çağ, çev. Deniz Özçetin, İzmir, Deli Dolu Yayınları, 2019. (Aktaran: Mümine Alçiçek, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Sayı: 97, 2021, s. 205)
2- Ralp Keyes, a.g.e, s. 206.
3- Burhanettin Tatar, Kur’an’ı Anlamanın Fikrî Arka Planı: Varlık, Bilgi, İnsan, KURAMER, 2017, s. 279.
4- İsra, 56.
5- Muhammed Arkoun, el-Fikru’l İslami, çev. H. Salih, Beyrut, 1987, s. 194. (Aktaran: İlhami Güler, Kur’an’ı Anlamanın Fikrî Arka Planı: Varlık, Bilgi, İnsan, KURAMER, Aralık 2017, s. 328)
6- İlhami Güler, a.g.e, s. 328.
7- İlhami Güler, a.g.e, s. 331.
8- Davud Rehber, God Of Justice, Leiden, 1960, s. XVI. (Aktaran: İlhami Güler, a.g.e, s. 336)
9- Tosihiko İzutsu, GodAnd Man in The Koran, s. 59. (Aktaran: İlhami Güler, a.g.e, s. 335)
10- İlhami Güler, a.g.e, s. 335.
11- Franz Rosenthal, Bilginin Zaferi, çev. Lami Güngör, İstanbul, 2004, s. 37.
12- Ali Bulaç, Bilgi Neyi Bilmektir? Çıra Yayınları, Nisan 2011, s. 17-18.
13- Ali Bulaç, a.g.e, s. 30.
14- Ali Bulaç, a.g.e, s. 35.
15- Ali Bulaç, a.g.e, s. 39.
16- Seyyid Hüseyin Nasr, Bilgi ve Kutsal, İz Yayıncılık, çev. Yusuf Yazar, İstanbul, 2022, s. 69-70.
17- Seyyid Hüseyin Nasr, a.g.e, s. 74.
18- https://www.youtube.com/watch?v=alsk0A0AaKg&ab_channel=Osmanl%C4%B1lar%C4%B0limve%C4%B0rfanVakf%C4%B1
19- Adı geçen YouTube programı.
20- Sibel A. Arkonaç, “Türkiye’de Bilimsel Bilgiyi Ele Almada Meseleler”, Sosyoloji Dergisi, 2011, Sayı: 22, s. 483-497.
21- Sibel A. Arkonaç, a.g.m, 485-488. (Daha geniş bir eleştiri için bu makaleye bakılabilir.)
22- Seyyid Nakib el-Attas, İslam ve Laisizm, Pınar Yayınları, 2017, s. 119.
23- Seyyid Nakib el-Attas, a.g.e, s.119.