26 Kasım 1999 Cuma günü, Altunizade Kültür Merkezi'nde Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği (ÖZGÜR-DER) "Başörtüsü Zulmü ve Hukuk İhlalleri" adlı bir panel düzenledi.
ÖZGÜR-DER Genel Başkanı Hülya Şekercinin yönettiği panele Avukat Şeref Dursun ile Avukat Atilla Dede, öğrencilerden M.Ü. Rehberlik ve Psk. Danışmanlık son sınıf öğrencisi Reyhan Çakmak ve öğretmenlerden şu an açığa alınmış olan Gülsüm Peker katıldı. Panelin bir de İnsan Hakları izleme Komitesi'nden (Human Rights Watch) Türkiye'de başörtüsü sorunu ile ilgilenen Jonathan Sugden adlı konuğu vardı.
Panelin giriş konuşmasında Hülya Şekerci, ikna odalarının yalnızca imam Hatip Liselerinde ya da üniversitelerde sınırlı kalmayıp bütün toplumun ikna odalarına alınarak terbiye(!) edilmek istendiğini vurguladı. Buna rağmen celladına ikna olmayanların direnişlerini sürdürdüklerini ancak direnişlerinde aileleri ve sivil toplum örgütlerinin çoğunluğu tarafından yalnız bırakıldıklarını söyledi.
Sami Selçuk'un konuşması, Devlet Bakanı tarafından düzenlenen insan Hakları Zirvesi ve AGİT'te insan haklarının konuşulup tartışılmasına rağmen zulmün tüm hızıyla devam ettiğini söyleyen Şekerci, çözümün kendi iç dinamiklerimizi harekete geçirmekte olduğunu belirtti.
Şekerci, öğrencilerin direnişin motor gücünü oluşturduklarını söyleyerek ilk sözü, Reyhan Çakmak'a verdi.
Reyhan Çakmak, Türkiye'de başörtüsü yasağının başlangıcı ve ilk başörtüsü direnişlerinin süreci ile konuşmasına başladı. "İstanbul Üniversitesi'ndeki yasak başladığında Marmara'da problemsiz bir şekilde derslere girilebiliyordu. Bu bilinçli olarak yapıldı. Eğer M.Ü.'de de derslere giriş yasaklansa idi öğrenciler birleşerek daha geniş bir direniş gösterebilirlerdi. Bu engellenmiş oldu" dedi. Çakmak, "Bu yıl M.Ü.nde rektör usulsüz bir şekilde istifaya zorlanarak değiştirildi. Ve yasak kayıtlarda açık resim isteği ile başladı. Bu da yetmedi; kayıt anında öğrencilerin başı açık olarak bulunmaları istendi. İ.Ü.'de daha önce kayıt zamanı kurulmuş olan ikna odalarının benzerleri oluşturuldu. Okulların açıldığı ilk gün kampus girişinden başörtülü ve sakallılar alınmadı. Başörtülüler dışındakiler için yasak bir günlüktü. Öğrenciler okula giremeyince okulun önünde oturma eylemine başladılar. Sayıları az olan direnişçi öğrenciler her birine 8-10 polis düşen barikatlarla karşılanıyordu. Her gün çevik kuvvet, özel tim, robokoplardan oluşan polis ordusuna panzerlerde ekleniyordu. Polisleri yarıp meydana girebilmek, protestoda bulunabilmek için okul girişinde kullanılması gereken öğrenci kimliği soruluyordu.
Herkes bizi destekliyordu, bizimleydiler ama hiç kimse yüreklerinin götürdüğü yere gidemedi" diyerek konuşmasını tamamladı.
İkinci konuşmacı olarak Avukat Atilla Dede söz aldı.
Av. Atilla Dede, Türkiye insanının Osmanlı'dan bu yana gelen bir korku psikolojisi içerisinde olduğunu, bundan dolayı haklarını arama noktasında pasif ve duyarsız kaldığını, devlete karşı hak talep etmeyi bilmediğini söyledi. Dede, "Bizler hakkımızı aramadıkça kimse bize haklarımızı vermez. Bence, bu halk haklarını elde etmek için çaba göstermediği için haklarının savunulmasını ve geri verilmesini hak etmiyor. Bu müslüman camia için bir bilinç sorunudur" dedi. Süreç ne kadar zorlu olursa olsun bunların göğüslenmesi gerektiğini ifade eden Dede, öğrenci velilerinden ve halktan çocuklarının yanında olmadığı için şikayetçi olduğunu söyledi. M.Ü. önünde gözaltına alının müvekkili ile görüşmek için ilçe Emniyet Müdürlüğü'ne gittiğini ancak hem müvekkili ile görüştürülmediğini hem de ağır bir şekilde tartaklandığını anlattı.
Panelin üçüncü konuşmacısı Gülsüm Peker, üniversitede okuyan başörtülü bazı öğrencilerin üniversiteden diploma almayı çok önemsediklerini ancak memurların karşılaştıkları sorunların diplomanın tek başına yeterli olmadığını gösterdiğini ifade etti. Bu bağlamda açığa alınma sürecinden bahseden Peker, 1997'de mezun olup öğretmenliğe kabul edildiğini, stajyerliğine başörtüsü ile devam ettiğini, müfettişlerin dersini dinleyerek kendisini başarılı bulduklarını, bu dönemde birkaç uyarı dışında sorun olmadığını ifade etti. Ancak İstanbul'a tayini ile birlikte genelgelerin sıklaştığını, amirlerin aldıkları emirler doğrultusunda memurların daha fazla üzerine geldiğini söyleyen Peker, soruşturmaların artarak sürgün ve açığa alınma şeklinde sonuçlandığını belirtti.
Kılık kıyafet yönetmeliğine göre bir memura başörtüsü yüzünden en fazla uyarı ve kınama cezaları verilmesi gerekirken, yönetmeliğin başka maddelerine başvurularak, amire itaatsizlikten usulsüz olarak açığa alınma ve sürgün cezalarının verildiğini söyleyen Peker, açığa alınma süresinin en fazla üç ay olduğunu buna rağmen kendisinin altı aydır bu durumda bulunduğunu ifade etti.
Kamu alanında başörtüsü zulmüne idarecilerin iki farklı tutumunu anlatan konuşmacı; bunlardan birincisinin "sizinle uğraşırken kendi koltuğumuzdan mı olacağız" tutumu ikincisinin ise "siz bize lazımsınız; buraları bırakıp gitmeyin, başörtülerinizi açın" diyen tavizkar tutum olduğunu belirtti.
Bu zulüm karşısında başörtülü memurların üniversite hatta lise öğrencileri kadar direnemediklerini, kendilerine destek vermek isteyen öğrencilerini ise susturduklarını ifade eden Peker, ciddi birlikteliklerin oluşturulamadığı ve henüz soruşturma aşamasında bile birçok memurun başlarını açarak zulmün daha kolay uygulanmasına sebeb olduğunu söyledi. "Öğretmenler bileşerek hep birlikte öğretmen boykotuna gidilebilirdi. Farklı eylemlerde bulunabilir ve kamuoyunda daha fazla yer alabilirlerdi. Fakat bu gerçekleştirilemedi. Gündemde %15'lik bir maaş zammı protestosu kadar yer almadı, öğretmenlerin başörtü zulmüne tepkileri" diyen Peker "hukukun hiçbir alanda uygulanmadığını bu sürecinde sığınmacı, milliyetçi, sağcı, muhafazakar kimliklerle aşılamayacağını söyledi. Peker "60-70'li yıllarda İslam sistem tarafından doğu blokunun karşısında bir denge unsuru olarak kullanılıyordu. Doğu bloku yıkıldıktan sonra Nato tarafından dünyanın bir numaralı stratejik düşmanı olarak ilanından sonra MGK'nın kararları da bu doğrultudaydı. Bu konumda da bize düşen haklarımızı egemenlerden bize vermelerini dilemek değil şahitliğimizi yerine getirebilmek için direnmektedir" dedi.
Gülsüm Peker'den sonra söz alan Av. Şeref Dursun Malatya'daki olayları aktararak, oradaki hukuki sürecin işleyişi hakkında bilgilendirmede bulundu. İlk olarak Malatya'da meydana gelen olayların sistem açısından çok önemli olduğunu vurguladı. Süreç M.Ü.'de olduğu gibi Malatya üniversitesinde de rektörün değiştirilmesiyle başladı. "Rektör kararıyla kılık kıyafet genelgesine uymayanlar kampüse dahi alınmamaya başlıyor" dedi.
Bu uygulamalar ile birlikte Malatya'daki bazı vakıf ve dernek temsilcileri bir araya gelerek şehrin ileri gelenlerine ziyaretlerde bulunup bu yasağın Malatya'nın huzurunu bozduğunu belirtiyorlar fakat bir netice alamıyorlar. Okulun önüne gelen öğrenciler bu kararı protesto ediyorlar. 19 kişi gözaltına alınıyor. Ertesi gün gözaltılara rağmen protestolar sürüyor.
Dursun ilaveten şunları söyledi: "Şehir merkezinden Akpınar meydanına gelen kalabalık polis engeliyle karşılaşıyor ve gözaltılar oluyor. 49 bayan gözaltına alınmış oluyor. Halk bacılarımızı isteriz diye toplanıyor. Halkın sayısı akşama doğru 10 bine ulaşıyor. Nöbetçi savcı serbest bırakıyor. Cuma günü cami çıkışı halk protestolarına meydanlarda devam ediyor. Bir grup valiliğin önünde özgürlük türküsü söylüyor ve özgürlük yemini ediyor ve artık gece baskınları ile insanlar evlerinden götürülüyor diyerek Malatya'da başörtüsünün yasaklanması süreci oluşuyor.
300 kişi hakkında toplantı ve gösteri yürüyüşüne muhalefetten dava açılıyor. Fakat sonra bu işi değiştirmek isteyenler 312 den dava açılmasını istiyor ve tutuklama kararları çıkıyor. 312 sınırı da aşılıyor. Mevcut anayasal düzeni zorla değiştirme, TBMM'nin görevine men gibi T.C.K 146 da ifade edilen anayasal düzeni silah zoruyla değiştirme gibi bir suçlama sürecine gidiliyor. Örgüt olması gerekiyor. Örgüt bulunamıyor. Legal sivil toplum örgütleri, dernek, vakıf onlardan bir ayrım yapılmaya başlanıyor. İslami Dayanışma Vakfı'nın üyeleri içeri alınıyor.
Bu hukuk ve tüzüklere aykırı suçlamaların mesnetsizliğini bilmeden yapmaları mümkün değil. Ama suçlamalar sürüyor ve birebir hapis cezasına hükmediliyor. 312-3, 2 şer yılı ertelenmiyor. Sanıklar yok, avukatlar yok. Karar kendi verilmiş. Temyize veriliyor.
'Başörtüsüne özgürlük' diye yaptırılan anahtarlıklar 312'den yargılandı. Hûda Kaya ile ilgili her duruşmada özel bir ilgi var. Onunla ilgili bir karar daha var. Yaşar Nuri Öztürk'e atfen başörtüsünün herkese farz olmadığı, peygamberin eşlerine farz olduğu söyleniyor. Hûda Kaya'ya Akabe Vakfına kayıtlı olması, İran'a gitmek, İran'a sempati göstermek, Selam'da anılarını yazmak, 98'de başörtüsüne destek vermek, protesto eden grupla beraber yakalanarak hanımları örgütlemek, dini dersler vermek, devlet eliyle yapılacak eğitime ev sohbetleri ile tevhidi tedrisata muhalefet etmek, besmeleyi arapça yazarak Humeyni'nin İslam Devrimi'ne sempati göstermek ve devlete karşı husumet oluşturmak gibi gerekçelerle Hûda Kaya'ya 2 sene hapis cezası veriliyor. Bu da erteleniyor. Bu dava şu an temyiz aşamasında.
Bütün bunlardan sonra, sorgu hakimleri yorum yoluyla bazı sanıklar hakkında 146. maddeye dayanarak idam istedi. Sanık avukatları da bu hukuk dışı yaklaşımlardan sonra duruşmadan çekilmek zorunda kaldı. Bu arada İslami Dayanışma Vakfı'nın üyeleri hakkında beraat isteniyor.
Ancak Hûda Kaya ve kızları Türkiye'de yaşanan başörtüsü sorunundan dolayı sokakta seslerini yükselttikleri için 146/2'ye göre idamla yargılanıyorlar. Ve bu yasal süreç her yere yayılmak isteniyor."
Panele dinleyici olarak katılan Human Hights Watch (İnsan Hakları İzleme Komitesi) Türkiye Temsilcisi Jonathan Sudgen de kısa bir konuşma yaptı.
Jonathan Sudgen, HRW'nin dünya çapında hak ihlallerini takip eden bir kuruluş olarak 6 aydır uluslararası standartlarda giyim kuşam konusunun bir hak ihlali olup olmadığını araştırdığını ve başörtüsünün hem ifade özgürlüğünün, hem de din özgürlüğünün bir parçası olduğunu ifade etti.
Sudgen, bu konuyla ilgili olarak komitenin Türkiye, İran ve Özbekistan'da çalışmalar yaptığını, Türkiye ve Özbekistan'da örtünün zorla kaldırılmak istendiğini söyledi. Türkiye'den ÖZGÜR-DER'in yardımlarıyla da yaptıkları incelemeler ve mağdurlarla gerçekleştirilen mülakatlar sonucu elde ettikleri bilgilerden hareketle 16 Kasım'da hükümete bir mektup yazdıklarını belirtti. Sudgen, giyim konusunda hükümetlerin yasak getiremeyeceklerini, bu konuda tavırlarının kesin ve net olduğunu, Türk hükümetinden cevap beklediklerini söyledi.