Ülke gündeminin seçimlere kilitlendiği bir dönemden geçiyoruz. Bunun yanında sistemin karanlığı gittikçe koyulaşıyor. F tiplerinin ardından L tipi cezaevleri hazırlanırken, bir avuç azınlığın refahı için insan emeği hiçe sayılıp inançlarından dolayı daha 14-15 yaşındaki çocuklar okul önlerinde coplanırken kendini batılı-laik değerlere kilitlemiş, emperyalizmin uydusu olmuş bir sistemin boyunduruğu altında eziliyoruz. Ekonomik, sosyal, siyasal her hakkımız yenirken umutlarımızı ve taleplerimizi seçim denen oyuna bağlayarak yaşamamız isteniyor. Ancak insanca yaşamayı şiar edinmiş her kesimden yükselen muhalefet hiç değişmeyen gerçek bir gündemi işaret ediyor, artan karanlığa inat gittikçe güçlenen bir çığlıkla. Günlerin getirdikleriyle değişmeyen tek gündem, sistemin kokuşmuş ve köhnemiş yapısı değişmedikçe, yaşanan haksızlıkların son bulmayacağı gerçeğinden başkası değil.
Egemen güçler bir taraftan baskılarını artırırken diğer taraftan basın ve medya kanalıyla yaptığı zulümleri örtbas edip saklamaya çalışıyor. 28 Şubat'ın ardından müslümanların uğradığı en önemli zulümlerden biri olan başörtüsü yasağının sürdüğü ve başlayan yeni eğitim dönemiyle de gittikçe yaygınlaştırıldığı günleri yaşarken özellikle İslami kamuoyunda konuya dair hiçbir yoruma yer verilmemesi ya sorunlara duyarsızlaşmanın bir ürünü ya da sistemle muhatap olmaktan korkan bir ürkekliğin neticesidir. Bununla birlikte sol ya da liberal görüşe sahip pek çok siyasi partinin dahi seçim yatırımı için olsa bile başörtüsü meselesini gündeme getirmelerine karşın İslami kesimden potansiyeli olan parti, derneklerin veya İslami basında yazan-çizen kişilerin sorunu dile getirmekten bile kaçınmaları sistem karşısında ülke insanının içinde bulunduğu sinmişlik halinin bir göstergesidir. Yasağın üniversiteler ve kamu kurumlarının ardından imam-hatiplere yayıldığı bu sıcak gündem içinde sıkıntılarını ve taleplerini şikayet etmekten çekinenlerin, uslu çocuk olup fincancı katırlarını ürkütmezsek baskının azalacağı ve sorunun kalkacağına dair umutlananların bu tutumları değişmedikçe mevcut düzen de değişmeyecektir.
Yapılan insan hakları ihlalleri ve hukuksuzluklar karşısında takınılan suskun ve erteleyici yaklaşımların problemi ortadan kaldırmaya malik olamadığı gibi katkı da sağlamadığı ortadadır. Haksızlıklar susup sineye çekilerek değil, ancak ifşa edilip toplumun gündemine taşınarak yürütülecek kararlı bir mücadele ile yok edilebilir. Başörtülü eğitim ve çalışma olanağı keyfi olarak engellenen biz müslümanların sorunu gündeme taşımamızın ilk adımı çözüme yönelik arayışlarımızı yoğunlastırmamız ve duyarlılıklarımızı diri tutmamızla başlar.
Geçtiğimiz ay Haksöz'ün internet sitesinde 'Öncelikli Gündem: Başörtüsü Sorunu' başlığıyla bir forum/tartışma açıldı. "Ülkenin öncelikli gündem maddesi olması gereken başörtüsü zulmünü kamuoyunun ve sistemin gündemine taşımak ve zulme maruz kalan kardeşlerimizle dayanışmamızı artırmak için nelerin yapılması gerekir?" sorusuyla açılan forumda daha ilk günden pekçok farklı görüşün yer aldığı dikkat çekerken giderek soruna muhatap müslümanların ortaya koydukları direnişlerin ve tutumların tartışılıp sorgulandığı, özeleştiri imkanının yakalandığı, değerlendirildiği bir platform olma özelliği kazandı.
Forumda görüş belirten herkesin genel olarak altını çizdiği husus; sorunun 'sorumluluk yükleyen vahyi bir bilince ulaşmadan ve bedel ödenmeden çözülemeyeceği' vurgusu idi
'Başörtüsü sorununun öncelikli bir sorun olduğunun bilinciyle direnişi akıllarda diri tutmak ve direnişi sürdürmenin gerekliliği'ne dair ısrar, yazıların ortak noktası.
Başörtüsü sorununun ülkede ve dünyada şahit olunan emperyalist hegemonyanın sadece bir parçası olduğu gerçeği; tartışmada hemen hemen bütün katılımcıların üzerinde birleştikleri bir diğer tespit. Forumda sunulan 'Sizlerin mücadelesi başörtüsü serbest kalınca bitecek' şeklindeki bir görüşe pek çok katılımcı tarafından 'Başörtüsü sorununa sahip çıkmanın İslami kimliğe sahip çıkmanın bir ifadesi olduğu ve bu yasağa karşı direnmenin bizatihi yasakçının kendisine karşı direnmekten farkı olmadığı" şeklinde karşılık verilmiş. ABD hegemonyasına, AB'nin müslümanlara karşı ikiyüzlü tavrına ve müslüman halkların yaşadıkları zulümlere değinilerek Türkiye'de yaşananların ABD ve onun yerli işbirlikçileri arasında süren bir hak-batıl mücadelesi olduğuna işaret edilmiş.
Forumda tartışılan en önemli noktalardan biri de başörtüsü eylemleri. İlk olarak 1997'de İstanbul Üniversitesi'nde uygulanan yasakla başlayan başörtüsü eylemleri, farklı yönlerden tartışılmış. Eylemlerin dönüştürücü fonksiyonuna işaret edilerek İslami bilinç kazandıran bir okul olduğuna vurgu yapan Ayşegül Aldınç isimli katılımcı, eylemlilik sürecini kendinden örnekleyerek şöyle aktarmış: 'Eylem sürecinde benim için mevcut hiçbir üniversiteden edinemeyeceğim bilgi ve bilinç düzeyine ulaştığımı söyleyebilirim. Kadın sesinin haram olmadığını, okumanın, üretmenin, mücadelenin kadınlara da farz olduğunu, fahşa ile iffet arasındaki ölçünün ne demek olduğunu, günümüzdeki müstekbirlerin, Hamanların, Firavunların, Karunların, Samirilerin kimler olduğunu, inanç-amel bütünlüğünün ne demek olduğunu, vahye tanıklık yapmanın ne anlama geldiğini tüm imam hatip birikimime ve geleneksel-dindar aile yapımdan aldığım eğitime rağmen ilk defa bu eylemler sürecinde kavradım. Bu kavrayış sürecine tek başıma ve arkadaşlarımla birlikte okuduğum Kur'an-ı Kerim'i yeniden ve pratik sorunlarla bire bir karşılaştırarak düşünmeye, akletmeye başlamamla ve bu doğrultuda yapılmış çalışmalardan yararlanarak ulaştığımı söyleyebilirim. Önceden Kur'an merkezli tebliğ ve mücadele anlayışına karşı geleneksel birikimi içinde ukalaca davranan bir çok insandan biriydim. Ancak bu ukalalıktan, yürüttüğümüz direnişin sıcaklığı içinde en önde koşturan ve kendileri de Kur'an merkezli bir eğitim ve mücadele anlayışıyla yeni tanışmış olan arkadaşlarım sayesinde kurtulabildim. Rabbime hamd olsun ki şu anda Kur'an'ın konumu ve Peygamberimiz Muhammed Mustafa'nın (s) örnekliğinin ne demek olduğu ve kulluğumuzu gereğince yerine nasıl getireceğimiz hakkında sağlıklı tespitlere sahip olduğuma inanıyorum. Yine hamd olsun ki sahih bir inancın, zulme karşı sürekli bir tavrın, taabbüt temelli bir ahlakın ve kardeşlik hukukunun ve vahyin tanıklığını üstlenecek olan ümmet yapısını yeniden inşa etme yükümlülüğünün her şeyden önce geldiğini, bu özellikleri ve amaçları kazanmadan ahiretimizi de kazanamayacağımızı bize bu süreç öğretti. Zulmün ve ifsadın hissedildiği her alanda müslümanlar hakkın ve adaletin tanıklığını sergiledikleri müddetçe hep kazanan taraf olacaklardır.'
Eylemlerle ilgili gündeme gelen bir diğer tartışma konusu ise sergilenen öykünmeci ve sığınmacı tutumların yanlışlığına dair. Sistemin sembolleri ile sisteme karşı mücadele vermenin imkansızlığı ve tutarsızlığı konusunda da görüş belirten Aldınç, dayatmalar karşısında taviz vererek değil, kimliğini gizlemeden, düşmanı önünde eğilmeden, tüm tehditlere rağmen İslami kimliği bir üst kimlik kabul ederek mücadele vermenin gerekliliğine değiniyor. Forumda bu konuda görüş belirten Eylem Soreş ve Kürşat Atalar'ın bazı eylemlerde küçük grupların Türk bayrağı açıp, İstiklal Marşı söylemelerine dayanarak başörtüsü konusunda ortaya konulan direniş eylemlerini küçümseyen ve bu sığınmacı tavrı tüm eylemler için genelleştirmeye çalışan tenkitlerine cevap veren Aldınç, bu tavrı samimi bulmadığını belirtiyor: Bazen 100 bazen 30 bin kişilik katılımların sağlandığı bu uzun soluklu direnişte hiçbir zaman düzenden şefaatçi olunmadı, şirk sembollerine sığınılmadı, tevhidi kimlik gizlenmedi ve başörtüsü zulmü devletin dayattığı seküler ulus kimliğin ve cuntacı egemenlerin karanlığı gizlenerek ortaya konulmadı. Bir atımlık ajite sloganlardan kaçınıldı ama onursuz ve vahiyle çelişen tek slogan atılmadı, tek pankart taşınmadı, taşıttırılmadı. Tabi ki eylem kitleleştikçe kontrolden kaçan bazı yanlışlar olmadı değil. Ama yanlışların üzerine gidildi, bazen yumuşak bazen de sert üsluplarla pratiğin içinde bir eğitimin gerçekleştirildiğine hep şahit olduk. Bir gün kortejin arkasına yanaşıp korsan bayrak açan ülkücüler ikinci gün şiddetle engellendi. Ama on binlerce insanın taşıdığı "MGK Tehdidi Yıldıramaz Bizleri", "Özgürlüğümüzü Teslim Etmeyeceğiz", "Cuntaya Hayır", "Başörtüsü Kur'an'ın Emridir" gibi vurguların yazıldığı pankartlar yerine bir yıl boyunca bir kere o da en arkada ve korsan olarak açılan bayrağın kartel televizyonlarında dönüp dönüp gösterilmesi nasıl bir manipülasyonla karşı karşıya kalındığını da gösteriyordu. Hele direniş duası yapan öğrencileri Yeni Şafak'taki yazısında yatırları da vesile kılarak dua etmeye çağıran Dücane Cündioğlu gibi tercihini milli dindarlıktan yana kullananların da manipülasyonun parçası olmaya çalışmaları tabii ki işimizi zorlaştırdı. Allah şahidim ve şahidimizdir ki bu süreçte yüzlerce insan ilkeliliğin ne demek olduğu ile, Kur'an'ın reel anlamda hayat kitabı olduğu ile, Kur'an ahlakı ve amel-inanç bütünlüğünün ne demek olduğu ile tanıştı. Direniş süreci İslami kimliğimizin inşasında belki üniversitemiz değil ama en azından orta öğrenimimiz oldu. Ta'lim üzere ve tertil üzere Kur'an okumanın ne anlama geldiğini bu süreçte anladık. Bu süreçler içinde olmadan ve bu süreçler içinde vahyin şahitliğini örneklendirmeden yürütülen tebliğin yazı ve laf kalabalığına bulaşmış bir fil dişi kulesi oyalanması olmadığını söyleyebilir miyiz? 'Eğer bugün İlahiyat Fakülteleri ve İHL'ler dün de bazı Anadolu üniversiteleri önlerinde yasakçıların sembollerine sığınarak ve şefaatçi bir üslupla yasaklardan kurtulmaya çalışan kardeşlerimiz hata üzerindeyseler, önce onların bilinçsizliğini değil kendi tavırsızlığımızı, yol ve yordam bilmezliğimizi eleştirmemiz gerekir.' değerlendirmesini yapan Aldınç, eylemler sırasında bilinçsizliklerden dolayı yapılan yanlışların karalayarak değil, yapıcı tenkit ve uyarılarla eyleme omuz vererek düzeltilebileceğini ifade ediyor. Sergilenen öykünmeci tutumların aslında bir bilinç eksikliğinden kaynaklandığına dikkat çeken bir başka katılımcı Ayşe Polat, çözümü erteleyip seçime umut bağlayan yaklaşımları sert bir dille eleştirerek 'İktidar adayı AKP'nin özgürlükleri gündem yapan söylemi içinde sanki başörtüsü sorununun üzeri silinmiş gibi. Bize diyorlar ki susun, gürültü yapmayın, biz bu işi yavaş yavaş çözeceğiz. Acaba gerçekten öyle mi? Bu niyeti taşıyanlar samimi bir yürek taşısalar bile acaba bin yıllık bir meydan okuma karşısında bu tür yöntemlerle ne yapabilecekler? Dört seneden beri bize susun, slogan atmayın, polisle karşı karşıya gelmeyin, Zübeyde ve Latife Hanımların başörtülü fotoğraflarını taşıyın, siyasi kimliğinizin olmadığını söyleyin, her etkinliğinizde Türk bayrağı açın diyenler şimdi de bizlere çözüm olarak kızlar anasının dizinin dibinde oturmalı diyorlar. Bu zihniyeti ve yöntemleri terk etmeden yasakları aşmamız mümkün mü? İlk olarak gerçekçi sorular sormalıyız. Soru sormanın aynı zamanda bir eylem olduğunu hatırlatmak isterim. Ve en yakınlarımızdan başlamalıyız. Bu zulüm karşısında Allah'ın Kitabı'na ve Resulullah efendimizin sünnetine göre nasıl davranmamız gerekir. Bir zulmü ifşa ederken ve çıkış yolu ararken zalimlere müdahane/yağcılık yapmak İslami mi veya insani mi? Bugün egemenleri aldatmayı kuranlar sakın beş kuruşluk dünya payesi için bizi ve kendilerini aldatıyor olmasınlar? Sorular önemlidir. Yeri geldiğinde soru sormak bir eylem, bir tavırdır. Çözüme öncelikle yanlış gördüğümüz her şeye tutarlı soru sorarak adım atabiliriz. Şimdi seçim dönemi. Her siyasiye başörtüsü konusunda soru sormak zamanı. Bu olayı çözeceğiz diyenlere de reel olarak neyi planladıklarını sorabilmeliyiz. Neyi çözecekler? MGK'yı, Genelkurmay brifinglerini nasıl aşacaklar? Sorunun zorluğu karşısında bize el altından vaad edilenler hiç inandırıcı gelmiyor. Bu sorunu çözebileceklerini açıkça ifade edemeyenlerin, seçim beyannamelerinde açıkça yazamayanların iktidara geldiklerinde derin devletin kırmızı kitaplarıyla karşılaştıklarında ya da birifinglendiklerinde ne yapacakları belli değil mi?' yorumunu yapıyor.
Emin Güney isimli bir diğer katılımcı ise: "Yürümekten ve direnmekten yana olmayıp konuşanlar sadece gördükleri hataları dile getirmekteler, ancak "sizin çözümünüz ne?" diye bir soruyla muhatap kaldıklarında sus pus olmaktalar. Bu kişiler Türkiye İslami mücadele tarihinde bilgi birikimleri çoğaldıkça eylemsel yönleri azalan kişiler olmuşlardır. İslami mücadeleyi sadece kitap yazmak, bir dergide veya gazetede köşe yazısı yazıp gençlere yol göstermek, kendilerine ise sadece fildişi kulelerde seyretmek görevini veren kişiler olmuşlardır. Konjonktüre göre konuşurlar, tüm mücadele edenleri kendileri için bir zarar olarak görürler. Konuştukları konular çoğunlukla pratikten uzak, felsefi konular üstünedir. Kelimelerle oynamak, onları süslemek veya yeni demagoji cepheleri açmak en büyük maharetleridir. Mücadele edenler yani yürüyenler ise hata da yapsalar yürümekten yanadırlar. Çünkü şunu bilirler ki, deneyimler mücadeleyi olgunlaştırır. Duran insanın düşme şansı çok düşükken bunlar yürüdüklerinden düşmeleri de tabi ki daha fazla gerçekleşir. Ve dışarıdan bakıldığında çok hata yapan kişiler olarak değerlendirilirler." karşılaştırmasını yaparak, aydınlar için de şu yorumu yapmakta: 'Başörtüsü konusunda ne yazık ki süreç bize bu aydınların gerçek yüzlerini görme imkanı sundu. Ertelemeci kişiliklerini, dünya sevdalısı yaşamlarını ve sadece düşünsel bir İslamcı olduklarını gördük. Eylemsel yönden ise pasif, teslimiyetçi ve bilinçsiz tipler önümüze çıktı.' yorumunu yapmakta.
Başörtüsü konusunda sürdürülen mücadelenin pratik çözüm imkanının şu an sağlanamaması ve öncelikle kadınların eğitimden ve kamusal alandan uzaklaştırılması; sorunun "sadece kadınların sorunu olduğu, erkeklerin kadınlara yeterli desteği vermedikleri, hatta geleneksel bakış açısından erkeklerin zaten kadınların kamusal alanda yer almasını istemediği" şeklinde vakıadan uzak bazı iddiaların ortaya atılmasına neden oldu. Aslında önceleri müslümanların dışındaki birtakım kesimlerin dillendirdiği bu söylem maalesef daha sonra bilinçsiz bir şekilde bazı müslümanlar tarafından da ifade edildi. Sorunu bir 'kadın sorunu' haline kilitleyen bu yaklaşımın amacı; başörtüsünün İslami kimliğin bir parçası olduğu için yasaklandığı vurgusunu gölgede bırakarak, başörtüsü mücadelesini diğer mücadele alanlarından soyutlamak ve yasağın muhataplarını bir yalnızlık psikolojisine iterek sindirmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Forumda bu tür yaklaşımlara da değinilmiş.
Forumun konusu temelde başörtüsü olmasına karşın tartışmalarda, başörtüsü mücadelesinden kalkarak müslümanların iç tutarsızlıkları, yanlış sistem algıları ve yanlış hedeflerine değinilmiş. Bu bağlamda müslümanların; sistemin eğitiminden, üniversite diplomasından neler bekledikleri sorgulanmış. Yüksek öğrenim görüp akademisyen olarak sosyal sınıf atlayabilme kaygısının ağır bastığı bazı tutumlar sorgulanırken, başörtüsü sorununa bir çözüm imkanı olarak yurtdışında eğitim konusu gündeme getirilmiş. Aldınç, eylemlerin devam ettiği dönemde yurt dışında eğitim imkanı bulduğunu ancak direnişin aktifliğini devam ettirmek, alanları terk etmemek ve direnişi yükseltmek için yurt dışını tercih etmediğini belirtmiş. Şu an gelinen süreçte bunun düşünülebilir bir seçenek olduğunu ifade eden Ayşegül Aldınç öncelikle önemli olanın İslami kimliği temsil edecek bir şahsiyete ve pratiğe ulaşmak olduğunun altını çizmiş. Böyle bir yeterliliğe sahip olunmadıktan sonra şahsi konumların İslami mücadelenin hedefleri açısından bir açılım ifade etmeyeceğini anlatan Aldınç sözlerine şöyle devam etmiş: "Müslüman ailelerin erkek olsun kız olsun, çocuklarını birinci sınıf kolejlere ve yüksek okullara göndermeleri, Amerikalarda mastır ve doktora yaptırmaları mı önemli yoksa başta egemen tağut ABD emperyalizmine, geleneksel ve modern her türlü cahiliyyeye karşı tavır alacak ve yaşadığı her ortamda hakkın ve adaletin tanıklığını yapacak bir kimlik kazanmalarını ve İslami mücadeleyi örgütleme coşkusunu yaşamlaştırmalarını sağlamaları mı önemli? Okumak için yurt dışına gitmelerine yardımcı olmaya çalıştığımız arkadaşlarımızın Kur'ani bir bilinç ve eylem tutarlılığı içinde olmaları için ne gibi örneklikler sergileyebiliyoruz? Filistin'deki, Irak'taki kardeşlerimize karşı namlu doğrultan ABD'ye, İngiltere'ye karşı Cuma günü Londra caddelerinde 400 bin insan yürüdü. Daha iki gün önce ABD polisinin coplarına rağmen binlerce insan Beyaz Saray'a doğru yürüdü, Filistin'de yaşanan siyonist katliamı ve Irak halkına karşı gerçekleştirilecek imha saldırılarını kamuoyu önünde protesto ettiler. Türkiye Müslümanları ise Cuma günü ise güneşli havada kesif bir karanlığı yaşıyordu. Cemil bey gibi düşünenlerin tümü bilmeli ki İncirlik Üssü'ndeki katil uçaklara, F Tipi zulmüne, Kürt köylerindeki zorunlu göçlere, Capris Oteli ve "birinci sınıf dünyalar" zevklerine hep birlikte karşı çıkmadıkça başörtüsü mücadelesinde de onurlu bir kazanım sağlamamız mümkün olmayacaktır."
Başörtüsü sorununu gündeme getiren bu forumun gözler önüne serdiği en temel gerçek, bana göre, müslümanların birbirleriyle istişarelerinin ve hallerine dair değerlendirmelerinin ne kadar elzem bir ihtiyaç olduğudur. Sorunu bizzat yaşayan insanlar olarak fildişi kulelerden bizleri inceleyenlerin ya da çözüm önünde bizzat kendisi engel oluşturan zaaflı beyinlerin gündeme taşımasını beklememeli, böyle bir şeyi talep bile etmemeliyiz. Alanlarda gösterdiğimiz örneklikleri gündeme taşımalı, hem devamlılık sağlamalı, hem de hatalarımızı tahlil etmeliyiz. Böylece canlı bir mücadele içinde bilgiyi, inancı ve eylemi bütünleştirebilmeliyiz. Başörtüsü sorununu yeniden gündeme taşımak için böyle bir platform sunduğu için Haksöz'e teşekkür ediyor ve İslami kimliğe sahip çıkmaya çalışan bütün müslümanları bu foruma katılmaya davet ediyorum.