Batılılaşma eğiliminin ulus devlet olarak şekillendiği Türkiye Cumhuriyeti'nde laik, batıcı, kemalist bakış açısı bu devletin kurulduğu günden beri tüm toplumu tektipleştirebilmenin, sorgulamayan, düşünmeyen bireyler haline dönüştürebilmenin aracı olarak uzun yıllardır dayatılıyor. Resmi ideolojinin mimarlarının üretip kurguladığı bu dünya görüşünün hemen her alanda mutlak doğru olarak dayatılması salt bir empoze ve benimsetmeyle de sınırlı kalmıyor. Özellikle muhalif kimlik sahibi kişiler üzerinde yasaklar, baskılar, hapis cezaları ve darağaçları şeklinde bir dizi insanlık dışı uygulamayla bu totaliter yapı devam ettiriliyor. Bu insanlık dışı uygulamalar arasında bu topraklarda yaşayan ve kahir ekseriyeti kendini İslam'a nispet eden halkın inançları ve değerlerine yapılan saldırılar büyük bir yekun tutmaktadır. "Başörtüsü yasağı" ve başörtülülere yönelik ayrımcı, hakir gören ve dışlayan tavırlarla sıkça karşımıza çıkan tablo bu uygulamanın somut göstergelerinden biri belki de en belirgin olanıdır.
Başörtüsü yasağı, "şapka kanunu" adıyla yürürlüğe konan yasaya muhalefet edildiği için yağlı urganın boyunlara geçirildiği yıllardan günümüze dek süren uzun soluklu bir yasaklama sürecinin adıdır aslında. Ama özellikle bu yasak son yirmi küsur yıldır üniversiteler ve İmam Hatip Liseleri başta olmak üzere birçok alanda açıkça uygulanmaktadır. Bu yasağın açıkça uygulanmasının altında İslam'ın bir hayat tarzı olarak benimsenmeye başlanması, İslam'ın öngördüğü bir yaşam sürme eğiliminin hızla artması ve buna mukabil egemenlerin bu gelişmeleri kurulu düzenlerini tehdit eden en büyük tehlike olarak görme fobisi yatmaktadır. Kendi ürettiği değerler dışında hiçbir görüş ve düşünceye tahammülü olmayan sistem, eğitim kurumlan ve benzeri her türlü aracı kullanarak bir türlü sisteme entegre edemediği bu halkı ve onların meylettiği değerleri cebir ve baskılarla engellemek, yok etmek istemektedir.
12 Eylül 1980 darbesinden beridir belli aralıklarla uygulanan başörtüsü yasağı son olarak 28 Şubat 1997 darbesiyle yüz binlerce başörtülünün eğitim ve çalışma hakkının engellenmesiyle neticelendi. Ancak bu çirkef uygulama eğitim ve çatışma hakkının gaspıyla da sınırlı kalmadı. Engellemenin, yasaklamanın yeterli olmadığı zehabıyla başörtüye ve başörtüsü adı altında vahyi değerlere yönelik bir tahkir harekatı şeklinde sürdürülen saldırılar aralıksız devam ediyor.
"Türban Dosyası" ve Başörtüsü Sorununa Çözüm(!) Önerileri
Yasakçı zihniyetin amentüsü haline gelmiş olan "irtica ile mücadele" söylemi en çok başörtüsü konusunda ön plana çıkmakta. Nerede bir başörtülü görse sinir krizine yakalanan egemenler uygulaya geldikleri yasaklar ve engellemelerle bu sorunu(!) çözdükleri ve arzuladıkları toplum modeline gittikçe yaklaştıkları zehabına kapılıyorlar. Egemenlerin zihinlerindeki, bu gerçeği "yok saymak". Mantık "yok sayalım, yok olsun" şeklinde işliyor. Peki bu "yok sayma" mantığı gerçeği değiştirir mi? Türkiye gerçeğine baktığımızda değiştirmediği ve değiştirmeyeceği aşikar. Bu ülkede yaşayan insanların büyük çoğunluğu inançları gereği başörtülü olmak, okumak, toplum içinde İslami kimliklerini ifade eden bu örtüyle yer almak istiyor. AKP hükümetinin iktidara gelmesinden sonra sorunun çözülebileceği umuduyla kalabalıkların sessiz bir bekleyişi tercih ediyor olması, sanırız sistemi bu konunun unutulduğu ve yasakların artık kanıksandığı zannına duçar etmiş durumda. Ama sorunun ortadan kalkmadığı ortada ve bu konudaki sessiz bekleyişin nereye kadar süreceği de meçhul. Sorun her ne kadar örtülmeye, örselenmeye çalışılsa da bu konuda haksızlığa uğramışların sayısının yüz binleri aşıyor olması bazı çevreleri istemeden de olsa meseleyi gündeme taşımaya ve konuyla ilgilenmeye itmiş durumda.
Geçtiğimiz ay bu çerçevede bir çalışma gündeme geldi. Bu çalışma Milliyet Gazetesi'nde 15 gün boyunca yayınlanan "türban dosyası" idi. Anket çalışması olarak sunulan dosyanın maksatlı bir sunumu olsa da bu konunun yeniden gündeme getirilmesi ve içerdiği bir takım veriler "başörtüsü sorunu" nun Türkiye'de bir vakıa olduğunu ve unutulmadığını da ortaya koyuyordu.
Tarhan Erdem yönetiminde hazırlanan araştırma dosyasına göre Türkiye'de hanelerin %77.2'sinde başını örten kadın var. Ancak Erdem bu yüksek yüzdeyi eş isteği, eğitim durumu ve sosyal statüyle aşağılara çekmeye çalışmakta ve özellikle eğitim düzeyinin ve ekonomik durumun yükselmesine bağlı olarak başörtülü sayısının azalacağını varsaymaktadır. Erdem'i bu varsayıma iten herhalde ankette örtülülerden diplomasızların %91,5, ilkokul mezunlarının %81,4, ortaokul mezunlarının %58,2, lise mezunlarının %26,6 ve üniversite mezunlarının %10,5 oranında ortaya çıkması olmuştur. Objektiflik ve bilimsellik iddiasındaki araştırma, "eğitim ile başörtüsü" arasındaki ilişkiyi değerlendirirken; sonucu doğrudan etkileyen yasaklara değinmeyi hiç düşünmemiş nedense. "Eğitim düzeyi artarken başörtülü sayısının azaldığı" hakikatini(!); başörtülülerin eğitim haklarının ellerinden alınmasından, eğitim ve öğretimlerinin engellenmesinden ve binlerce başörtülünün ya başlarını açmak ya da eğitimlerini bırakmak zorunda bırakılmasından hiç bahsetmeden keşfedebiliyor. Sayın Erdem, böyle bilimsel bir araştırmayı kamu kurum ve kuruluşlarında yapsaydı ulaşacağı sonuç muhtemelen "devlet memuriyeti yapanlar arasında hiç başörtülü yoktur, o halde başörtülü olmakla memur olmak arasındaki ilişki ters orantılıdır. Dolayısıyla başörtüsü kullanmak meslek gruplarıyla da alakalıdır" olurdu. Ve bu sonuca ilgili yerlerde başörtüsü ile çalışmanın yasak olduğuna değinmeden ulaşırdı. Yine aynı mantıkla sosyal statünün başörtü kullanımı konusunda belirleyici olduğu da iddia edilmiş. Yoksullaştıkça başörtülü sayısının arttığı iddiaları Türkiye'de mi yoksa uzayda mı yaşıyorsunuz sorusunu sormaya zorluyor insanı. Türkiye'de çarpık işleyen sistemin mevcudiyetinden faydalanarak toplam gelirin büyük bir bölümünü kursağına indiren insanlar oldukça az sayıdadır. En zengin %1'lik kesim ile en yoksul %20'lik kesim arasında 327 kat farkın olduğu bir ülkede gelir seviyesinin artışıyla başörtü kullanımı arasında nasıl doğrudan bir ilişki kurulabilmektedir. Zaten ülke genelinin gelir seviyesi yoksulluk sınırının altında seyretmektedir. Hal böyle olunca rant elde eden küçük bir azınlığın başörtülü olmaması "gelir seviyesi yükseldikçe kapanmayanların oranı yükseliyor" gibi gerçekle taban tabana zıt bir sonucu doğurması mümkün değildir.
Araştırma Dosyası Röportajlarla Zenginleştirilmiş(!)
Erdem, anket sonuçlarının yanı sıra bu dosyada konuyla ilgili(!) röportajlara da yer vermiş. Araştırmanın yayınlandığı ilk gün 'Dayak Yedim ama Yılmadım' manşetiyle çıkan röportajda dört kız kardeşten başını örtmemeye direnen kız konu edilmiş. Babasının başını örtmesi konusundaki baskı ve zorlamalarına direnerek bugün başını örtmeyen ve kardeşlerin içinde tek özgür(!) kardeş olduğu gazete sayfasını tamamen işgal eden bir haber olarak yer almış.
Bir sonraki gün A.Ü. İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Beyza Bilgin'in "Başörtüsü emir değil, öğüttür!" ifadesi başlık olmuş. Ve hemen aynı sayfada Çamlıca tepesinin rüzgarlı bayırında rastladıkları sandaletli, dar bir giysi içindeki örtülü(!) kızın pantolon giydiği için nasıl yadırgandığı yer almış. "Tesettür mayosu bana göre değil" ifadesiyle manşete taşıdıkları bayan ise Fatih'te bir tesettür mağazasının önünde rastladıkları, çarşaflı ve pardösülülerin arasında "modern" kıyafetiyle dikkatlerini çekmiş. ODTÜ'de sosyoloji dersleri veren Elizabeth Özdalga'nın değerlendirmelerinin de taşındığı sayfada "tesettürü seçenler toplumda prestij kazanmak ve rutin hayatlarını aşan bir amaçları olduğunu göstermek istiyor" bilimsel(!) yaklaşımı ile tesettürlülerin neden bu kadar yaygınlaştığı da izah edilmiş.
CHP milletvekili "demokrat ve dindar" Mehmet Yıldırım da bu araştırma dosyasına katkıda bulunmuş. 23 Nisan resepsiyonunda yaşanan krizle ilgili değerlendirmelerine yer verilen Yıldırım, türbanın siyasal simge olarak kullanıldığını bu nedenle Münevver Arınç'ın resepsiyona türbanla katılmak istemesini doğru bulmadığını belirterek kamusal alan kurallarına herkesin uyması gerektiğini belirtmiş. Ama asıl can alıcı açıklamayı ise büyük bir fedakarlık(!) örneği sergileyen eşi yapıyor: "Mehmet'in kariyerine zarar verecekse başımı açabilirim." Araştırma dosyası öylesine özenle(!) hazırlanmış ki araştırmacılar materyal konusunda sıkıntı içine düştüklerinden midir bilinmez bir türlü Çamlıca tepesinden ayrılamamışlar. Çamlıca'da kahvelerini içip fal bakan kızları da bulur bulmaz büyük bir fotoğrafla gazeteye konduruvermişler. Ya sonra, bu fotoğraflar, bu görüntüler on beş gün boyunca aralıksız yer alıyor gazetede. Kah fal bakıp eğlenen kızlar, kah örtüsüyle barlarda işi gereği yazarlarla oturan -ama o kahve içer- iş kadınları , kah İslami burjuvaziyi öven modacılar. Dosya boyunca sıkça ön plana çıkartılan başörtülü kadın imajı bu.
Medyanın Konuya Yoğun İlgisi
Bu araştırmanın dışında genel anlamda medyada da bu konuya karşı büyük bir ilgi hasıl oldu. Günlük gazetelerden haftalık dergilere kadar "başörtüsü sorunu" ile ilgili neredeyse yazıp çizmeyen kalmadı. Çözüm üretme(me) noktasında ele alınan konu, başörtülüleri "toplumsal uzlaşma"ya davet eden bir tarzdaydı. Özellikle AKP'nin iktidara gelmesinin ardından sıkça duymaya başladığımız bu uzlaşma arayışı karşıt görüşlüler tarafından çokça beğenilmişe benziyor. Çünkü sorunun çözümü için kimliğinden ve değerlerinden vazgeçmiş, modern hayatı her yönüyle benimsemiş, çağa uygun hareket eden hemcinsleriyle her anlamda benzeşen bir "başörtülü(!) kadın kimliği" öneriliyor. Bununla ilgili örnekler o kadar çok ki hepsini birden nakletmek mümkün değil. Ama dikkat çekici olan bir kaç örneğin de verilmesini özellikle gerekli gördük.
Mesela Tempo Dergisi'nin 01.05.2003 tarihli sayısında kapak konusu olmuş bir çözüm önerisi: "Kesin Kavgayı, İşte Çözüm: Yarım Türban". Bayrampaşa Belediyesi'nden AKP'li Mürvet Yaşar'ın uzlaşma formülü. Yaşar, tarzının her iki kesim için de orta yol olduğunu savunuyor. Yaşar'ın başörtüsü saçlarının sadece bir kısmını kapatıyor, üzerindeki pantolon ve topuklu ayakkabılarla başına taktığı yarım türban bir aksesuar görüntüsü veriyor. Ancak asıl amacının örtünmek olduğunu söyleyen Yaşar, "Arap kültüründe örtünme dendiği zaman saçın tamamen kapatılması ve tek bir telinin bile görünmemesi gerekiyor. Sizin örtünme anlayışınız mı farklı?" sorusuna "Benim inancıma göre böyle değil." şeklinde cevap veriyor. Yaşar'ın dergide bir de tenis oynarken çekilmiş, başında şapkası ve üzerinde spor giysileriyle bir fotoğrafı da yer almış. Altına da şu not düşülmüş: "Mürvet Yaşar çağdaş bir kadın. Sporundan vazgeçmiyor." Dergide bu tarz örtü Türk kültürü olarak resimlerle de sunuluyor. Türk kültürünü yansıtan örtünme modeli başında şeffaf, şifon bir örtüyle saçları görünen kadının fotoğrafında tarif ediliyor. İkinci resim saçları hiç görünmeyen ve başörtüsünü omuzlarından aşağı salmış bir kadının fotoğrafı, bu fotoğraftaki tarz da Arap kültürü olarak izah ediliyor. Son resim ise hem saçları hem de yüzü peçeyle örtülü bir kadının fotoğrafı, bu da Afgan kültürü olarak takdim edilmiş.
Bir başka başörtülü kadın modeli de 29.05.2003 tarihli Haftalık Dergisi'nden: "Başörtüm Benim Çekiciliğim". Fransa'da alevlenen başörtüsü tartışmalarını Fransa'da yaşayan bir Türk kızının bu çarpıcı ifadeleriyle manşete taşıyan dergi; "rengarenk başörtüsüyle, Fransa'nın geniş bulvarlarında dinde reforma doğru yürüyen" bu kızı örnek gösteriyor.
Bu sorunu uzlaşmayla aşabilirsiniz mesajı veriliyor. Aslında bu mesajın ilk taşıyıcıları bu mantığın öne çıkmasına katkı sağlıyor. "Toplumsal uzlaşma ve gerginlik yaratmama" söylemiyle meydanı hazırlayanlar çok geçmeden bu yolda ilk adımları atanlar da olunca medyanın bu çığırtkanlığı şaşırtıcı da olmamalı aslında. 23 Nisan resepsiyonlarından, yurt dışı gezilere kadar her yerde eleştirilen ve yerilen milletvekillerinin başörtülü eşleri başlarında taşıdıkları örtüyü bir utanç ve eziklik sembolü olarak görmeye devam ettikçe ve bu konuda geri adımlar atmaya hazır oldukça konunun bu çevreler tarafından bu noktada tartışılması ve sunulması da kaçınılmaz olacaktır. "Uzlaşma" diye serdedilen hareketler ne yazık ki karşılıklı anlayış ve tahammül sınırlarıyla değil, tek taraflı tavizlerle ifadesini bulmaktadır. Her baskı ve aşağılamadan sonra yeni bir taviz vererek uzlaşanlar bir sonraki yaptırıma davetiye çıkarmaktadırlar.
Sonuç:
Türkiye'de sosyal bir gerçeklik olan başörtüsü sorununa bigane kalınamayacağını bilen çevreler bu sorunun çözümü noktasında hem anket verileriyle ve hem de model olarak sunulan başörtülü kadın kimliğiyle "kavgadan değil, çözümden yanayız" söyleminin arkasına sığınarak yeni bir tahrip ve tahkir harekatına başlamış durumdalar. Bu söylem 'Tamam, başörtülülerin yaşadığı bir sorun var ama bakın onları aynı kulvara çekmemiz mümkün. Onlar da modern hayatın güzelliklerine(!) hayran, onlar da burada var olmak istiyor. Onlar yoksul, onlar eğitimsiz, gelin onlara elimiz uzatalım, uzatalım da onlar da bu sorunun üstesinden gelsinler, başörtülerinden sıyrılsınlar." ifadeleriyle özetlenebilecek bir anlayışı netleştiriyor. Düşünceler ve inançlar üzerinde yapılan bu ve benzeri alan araştırmalarıyla başörtülüler adeta laboratuar tetkikine sokuluyor. İlericiliğin standardı olarak sunulan modern değerlerin kabulüne ne kadar yatkın oldukları mesajı verilerek bu sorunun aşılabileceği, zaten başörtülülerin de bu yapıyı kucaklamaya hazır oldukları ifade edilmek isteniyor.
Başörtüsü yasağı ile belirginleşen anti-İslam propagandası ve mücadelesi çeşitli yöntemleri kullanarak yoluna devam ediyor. Yasakçı zihniyet; baskıyla, cebirle, dayatmayla ezemediği, yok edemediği değerleri şimdi yardımcı unsurlarının (medyası, aydını vs.) işbirliği ile sistem içine çekerek eritmenin ve yeni imajlar oluşturarak söndürmenin hesabını yapıyor. Başörtüsü sorunu, mevcut yasaklar, başörtüsüne ve Müslüman kadının kimliğine yönelik açık hakaret ve aşağılamalarla her yeni gün yeni bir haksızlığın da mevcuda eklemlenmesiyle giderek artıyor.
Sorunun çözümü için tavizkar bir tutum, uzlaşmacı bir tavır, öykünmeci bir anlayış değil, dik duruşlar, kararlı adımlar ve sahih mücadele gereklidir. Bu kararlı ve vakarlı duruşun Müslümanların ve tüm insanlığın geleceği için yegane seçenek olduğu asla unutulmamalıdır.