Türkiye'deki ulus devletin kuruluşu ile birlikte, laik, batıcı, kemalist yaşamın yaygınlaştırılması ve Türkiye müslüman halkına aşılanabilmesi için resmi kurum ve kuruluşlarda yürürlüğe konan yasaklardan birisi de "başörtüsü yasağı" idi. Başörtüsü yasağı 1960'lı yıllarda Hatice Babacan ismi ile "başörtüsü sorunu"na dönüşmeye başladı. Aslında yasak, cumhuriyetin ilk yıllarından beri devlet memurları ve lise öğrencileri için zaten vardı.
Hatice Babacan olayı, üniversitelerde müslüman kadın sayısının azlığı, uzun yıllar müslümanların baskı altında olması, halkın sisteme karşı olan küskünlüğü, müslüman çevrelerde henüz muhalefet geleneğinin oluşmaması, en önemlisi de Türkiye müslümanlarının Kur'an'a dayalı bağımsız bir İslami kimlik anlayışına ulaşamamış olmaları nedeniyle, kişisel bir tepki olarak kaldı. Ancak bu tepki; devrin Bugün gazetesindeki köşe yazılarıyla tanınmaya başlayan Şule Yüksel Şenler'in bayraklaştırdığı ve fikri temelleri geleneksel anlayışlara dayanan "Anadolu kadınının başörtüsü", "bacılarımızın namusu ve süsü" gibi söylemlerle müslüman kadınlar arasında rağbet bulmaya başladı.
Türkiye'de başörtüsünün sistem için sorun olması; müslüman kadınlar için de İslami kimliğin bir sembolü, eskiye oranla daha niteliksel, daha siyasi bir anlam kazanması ve müslüman kadın kimliğinin sorgulanması, 1980'li yıllardaki başörtüsü yasakları ile ortaya çıkmıştır.
Önceleri özerkliği daha ön planda olan üniversitelerde, lise ve İmam Hatip Okulları'na nisbetle öğrenciler genellikle başörtüsü takıp takmamak konusunda disiplin koğuşturmasına maruz kalmıyorlardı. Ancak 12 Eylül'le birlikte üniversite öğrencileri için fiili bir uygulama olarak başörtüsü yasağı gündeme geldi. Fiili diyoruz çünkü bu dönemde bu konuda henüz bir yasal düzenleme yoktu. Görünürde Kenan Evren ve bir darbe kurumu olan YÖK başkanının sözlü beyanatlarına dayanan, aslında sistemin yapısına tıpa tıp uygun bir yasak söz konusu oluyordu.
Türkiye'de İslami oluşumların gelişmesi, İmam Hatip Liselerinin kız mezunlar vermesi gibi nedenlerle üniversitelerde başörtülü öğrencilerin sayısı epeyce artmış, İrticai(!) bilim yuvalarına sıçramıştı. Ve darbe ile birlikte sistemin gerçek sahipleri işbaşında idi. Egemenlerin lütfettiği denetimli bir takım özgürlüklerin de sistemin bekası için askıya alındığı bu dönemde, bir kalemde, müslüman kadının da toplum hayatında söz sahibi olabilecek yerlere gelmesi mutlaka engellenmeliydi.
Direnişin Tarihi
Bu meyanda başörtüsü yasağı 1982 yılı başında pilot bölgeler seçilerek uygulamaya konuldu. Aynı üniversiteye bağlı yan yana binalarda öğretim veren iki fakülteden birinde şedid bir yasak vardı; diğerinde ise bu yasağın izine bile rastlanmıyordu. İstanbul üniversitesi Edebiyat Fakültesinde başörtülü öğrencilerin kuş olsa fakülte kapısından içeri girmeleri mümkün değildi. Bu yasak karşısında, öğrencilerin bir kısmı evine döndü. Bir kısmı ise mecburiyetten başörtüsünden feragat etti!? Önemli bir kısmı da sınıfta kalmak ya da atılmak pahasına kapıları zorlamayı tercih etti. Tevhidi kabullerinin gereği olan muhalefet bilincini henüz kazanmakta olan bu kuşağın belki de ilk; ama pasif ve yöntemsiz direniş arayışıydı bu. Diğer fakültelerde yasak olmaması da bu pasif direnişin güçlenmesini engelliyordu. İstisnaları dışında bu yasak genelde kişisel bir sorun olarak algılandığından yasaktan zarar görmeyen öğrenciler konuya yeterli hassasiyeti gösteremiyor ve Edebiyat Fakültesinin önünde aynı üniversitenin diğer yakın birimlerinden; Hukuk Fakültesinden ya da Eczacılık veya İşletme Fakültesinden öğrencilere rastlamak mümkün olmuyordu. Bir tarafta mağduriyeti yaşayan diğer tarafta yarın aynı sorunla karşılaşma ihtimalini dahi düşünemeyen ve rahatça derslere devam eden tesettürlü öğrencilerin konumu, 1980'li yılların başında üniversiteli müslüman öğrencilerin bilinç düzeyini açıkça sergiliyordu.
Nabız yoklaması kabilinden olan bu yasak 1984'le YÖK'ün "türban'ı modern kıyafet kabul eden kararından sonra muvakkaten uygulamadan kaldırıldı. Bazı Fakültelerde laiklik krizine giren bir takım öğretim görevlilerinin şahsi gayretlerini bir tarafa bırakırsak, yasaksız bir döneme girilmişti. Bu arada başörtüsü yerine türban kavramı kullanılarak kadının başı nasıl modern bir şekilde örtülebilir tartışmalarına kapı açılıyor ve böylece halkın konuya yabancı kalması da sağlanmış oluyordu. Başta Devlet Bakanı Keçeciler'in hanımı olmak üzere birçok muhafazakar milletvekili hanımlarının değişik örtü önerileri basında geniş yer tutuyordu.
1987'de Yüksek Öğretim Kurumlan Öğrenci Disiplin Yönetmeliği'ne eklenen bir madde ile üniversitelerde öğrencilerin "çağdaş kıyafet" içinde olma zorunluluğu getirildi. 12 Eylül "döneminin ürettiği despotik kurumlardan biri olan YÖK'ün icazetiyle işbaşına gelen üniversite rektörlükleri genelgelerinde "çağdaş kıyafeti "başı açık olarak oturma ve dolaşma" şeklinde yorumlayarak müslüman kız öğrenciler için yeni bir suç ihdas etmiş oldular: Başörtüsü takmak. Yasağın bu şekilde düzenlenmesi Yüksek Öğretim Kanunu'na uygun değildi. Bu kanun öğrenciler için yeni bir suç ihdas etme yetkisini YÖK'e Veriyordu. "Çağdaş kıyafet"in tanımı yönetmelikte hatta daha yerinde olması için kanunda "başı açık olmak" şeklinde yoruma meydan vermeyecek şekilde yer almalıydı. Olayı bu şekilde düzenlemek sorumluları belirsizleştirmek demek oluyordu.
Zaten YÖK Başkanı Doğramacı zorda kaldığı zamanlar biz başörtüsünü yasaklamadık, çağdaş kıyafeti getirdik demiyor muydu? Öğretim görevlileri ise emir kulu olduklarından dem vurup, kanunların arkasına sığınmıyorlar mıydı? Aslında sorumlu aramaya hiç gerek yoktu. Sorumlu açık seçik ortadaydı. Başından beri ceberrut, başından beri yasakçı, başından beri halk adına halkın sahip olduğu değerlere karşı devrimler/darbeler yapan ve bu devrimleri yaşatmak için sahip olduğu her türlü gücü kullanan sistemin kendisiydi.
1987'deki yasak gerek düzenleme gerek uygulanış açısından hukuka, hatta mevcut kanunlara aykırı olsa da istisnaları dışında" Türkiye çapında hemen hemen bütün üniversitelerde uygulanıyordu. 1987'deki yasağa ilk tepkiler yasağın en acımasız şekilde uygulandığı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Ankara İlahiyat Fakültesi'nden geldi. Ankara İlahiyat Fakültesi'nde bir-kaç öğrenci açlık grevine başlamıştı. Ardından İ.Ü. Hukuk Fakültesinden dört, M.Ü. Edebiyat ve Tarih ile İ.Ü. Edebiyat Fakültelerinden birer öğrencinin Beyazıt'ta Üniversite kampusu önünde başlattığı oturma eylemine, Edebiyat Fakültesinden bir öğrenciden açlık grevi desteği geldi. İ.Ü. Edebiyat Fakültesinde bu dönem yasak kısmen uygulanıyordu. İstanbul Beyazıt'ta her geçen gün diğer öğrencilerin ve halkın katılımıyla eylem büyürken Ankara ve diğer bazı şehirlerde de başlayan eylemlerle "başörtüsü sorunu" Türkiye gündeminde iyice yerini almış oldu.
1982'de İ.Ü. Edebiyat Fakültesinde yaşanan başörtüsü yasağında, öğrencilerin kapıda beklemeleri şeklindeki pasif direniş, katılımın azlığı sebebiyle kamuoyunda çok fazla yer edinemedi. İlk yasak söylentileri çıktığında ve bazı yerlerde ufak ufak sorunlar yaşanmaya başlandığında İstanbul'da eski mezunlardan bir ablanın önderliğinde gerçekleştirilen toplantılara oldukça yüksek katılım sağlanıyordu. Sonraları yasağın sadece birkaç fakülteye has kaldığı öğrenilince bu katılım sağlanamadı. O toplantılarda da öğrencilere hocalarla fevri ilişkilere girilmemesi, pasif bir sabır ve Allah'a dua ile ümitvar olunması tavsiye ediliyordu. Bu abla 87'deki oturma eylemini ilk başta onaylamadığı, yapılmamasını istediği için kendini radikal diye tanımlayan bir grup öğrenci ona ters düşmemek için eyleme dahi destek vermekten çekinmişti.
Yasak nedeniyle mağdur olan, kapılarda bekleşen kız öğrencilere bazı erkek öğrencilerden gelen yardım teklifleri ilginçti. "Okula devam edemezsiniz, eve de dönemezsiniz" diyerek yaptıkları evlenme teklifleri ile sadece okul sorununa çözüm arıyorlardı. Belki de bir dönemin sorunlu müslüman ailelerinin temeli o zamanki yanlış evliliklerle atılmıştı.
1987'deki yasak daha yaygın bir şekilde uygulandı. Özellikle İ.Ü. Hukuk Fakültesinde oldukça baskıcı bir tutum söz konusu idi. Giriş kapısından dahi içeri alınamayan öğrenciler erkek öğrencilerin desteğiyle kapı önünde toplanmak şeklinde pasif direnişe geçtiler. Üniversite girişinde o meydanı dolduracak kadar kalabalık birikiyordu. Bir gün yüzelli kişilik bir grup olarak dış kapıyı açtıran öğrenciler fakülte binasının önüne kadar yürüdü. Vize döneminde kilitlenen bina kapısını zorlayarak buranın da açılmasını sağladılar. Bütün personel ve dekan oradaydı. Vizesi olan öğrencilerin bir kısmı anfilere girmeyi başardı; ancak birkaçı hariç tekrar dışarı atıldılar. Bu şekilde zorlayarak sınavlara giren öğrencilerin de sınavları usulsüzlük nedeniyle geçersiz sayıldı ve okunmadı.
İkinci vize dönemi başlamıştı ve idarenin keskin tavrını gören öğrenciler kendileri açısından durum değerlendirmesi yapmaya başlamıştı. Kaydının silinmesi tehlikesi olmayanlar sınıfta kalmayı tercih ederek evlerine döndü. Büyük bir çoğunluğu devam etti. Azınlıkta kalan gücük bir grup ta mücadele etmeyi tercih etti. Ramazan ayının gelmesiyle cami ziyaretlerini de hesaba katarak Beyazıt'ta İ.Ü. önünde küçük bir grup oturma eylemine başladı. Eylemcilerin amacı sadece başörtüsü yasağını kamuoyu gündemine getirmek ve İslam'a yapılan saldırıyı tel'in etmekti. Yoksa bazı çevrelerden şefaat dilenmek değil. Ancak katılımcıların artmasıyla zaman zaman farklı söylemler basına yansıyabiliyordu. Yedi kişiyle başlayan eyleme ilk başta yeni bir kadın oluşumu sayılabilecek Suffa grubundan büyük destek geldi. Kendi fikirlerini dayatmadan yaptıkları bu şartsız destek eylemcilerin ilk günlerinin güç kaynağını da oluşturuyordu. Çünkü eylemciler kendilerine yakın hissettikleri çevrelerden destek alamadan eyleme başlamışlardı. İlk defa aktif bir eylem tecrübesi yaşamanın verdiği olumsuzluklarla birlikte zor günler geçiliyorlardı. Çevreden geçen meraklı ve şaşkın bakışlar, gazeteciler ve polisin dar çemberi içinde kalan kız öğrenciler oldukça sıkıntılı anlar yaşıyordu.
Bir taraftan da tartışmalar başlamıştı. Bir grup müslüman orada oturmanın İslami olmadığı, eylemin derhal bitirilmesi gerekliği kanaatindeydi ve bu yönde eylemcilerle temas halindeydi. Bazı çevrelerde ise müslüman kızların üniversitede okumalarının doğru olup olmadığı tartışması başlamıştı. Yıldız Üniversitesinden ve Hukuk Fakültesinden birbirinden farklı iki ayrı erkek öğrenci grubundan destek geldi. Meydana müdahale ettiler ve çevreden geçenlerin öğrencilerin içlerine kadar girmelerine engel olarak eylem yerinin düzenlenmesine yardımcı oldular. Bir taraftan iki ayrı masada imza kampanyası başladı. Ramazan dolayısıyla İstanbul'da bulunan Anadolu'nun en ücra köşelerinden gelen müslümanlara kadar ulaşan eylem güçlenerek büyüyor ve medyada büyük yer tutuyordu. Eylemcilerin sayısı bazı günler yüzü geçiyor, halk da imza kuyrukları oluşturuyordu. İstanbul'dan sonra Ankara ve Erzurum'da da oturma eylemleri başlamış, Anadolu'nun birçok yerinde de imza kampanyaları, postane önlerinde telgraf kuyrukları oluşturma şeklinde eylemlilikler görülüyordu. Eylem bütün ülke çapına yayılmıştı. İlk başta eyleme çekince koyanlar da oradaydı. Marmara Üniversitesi Rektörlüğü önünde eyleme geçen kalabalık bir grup öğrencinin de eylemlerini Beyazıt'a taşımalarıyla eylemler birleştirildi. Öğrenci grupları arasında ittifak sağlanmıştı. Eylem büyüdükçe ilgi artıyor, bazı çevrelerin ilgileri destekten öte eyleme sahiplenmek çabalarına dönüşüyordu.
Bu arada ülkücü gruplar da bir bayrakla eyleme destek için gelip kendi renklerini eyleme vermeye çalışıyorlardı. 0 günlerde Üniversite giriş kapısına büyük boy bir bayrak asılmıştı. Eylemciler bunu göstererek mücadelenin bayrak mücadelesi olmadığını dile getirdiklerinde sert tartışmalar yaşanıyordu. Yine de bayrak teslim törenlerinin önüne geçmek her zaman mümkün olmuyordu. Bazı gruplar Kur'an ve kitap hediyeleri ile geliyordu. Eyleme katılmayan nurcu öğrenciler ise rektörle, sayın cumhurbaşkanlarıyla yaptıkları görüşmeleri aktararak eylemcileri teselli etmeye, büyüklerinin bu sorunu çözeceklerine onları inandırmaya çalışıyorlardı.
Son günlerde üniversite kurma aşamasına gelen geniş bir nurcu cemaatinin liderinin ilginç yaklaşım ve açıklamalarıyla da, kendilerinin bu eylemciler ve onlara destek verenlerden tamamen farklı yapı ve anlayışta oldukları mesajı gerekli mercilere iletiliyordu. Cemaat lideri "Hocaefendi" eylemleri "kara çarşafların altındaki devlet düşmanı provakatörleri"n gerçekleştirdiğini ilan ediyordu. "Hocaefendi" bu iftirasını, bugün başörtüsünü "furuat" olarak gören söylemleriyle devam ettirmektedir. Yarın bazı zaruretler ya da çağa uygunluk nedeniyle bu "furuat"ı da bir kenara bırakması ihtimal dahilindedir. "Hocaefendi"nin mesajı gerekli yerlere ulaşmış olmalı ki, günümüz siyasi hayatında sistemin liderlerinin danışmanlığını yapacak düzeye gelmiş, ekonomik gücü neredeyse devleti imrendirecek seviyeye ulaşmıştır.
Beyazıt Meydanı'nda yirmi iki gün süren eylem başlangıç amacına ulaşmıştı. Bayram'ın gelmesi nedeniyle eylemin aynı canlılıkla sürdürülmesi zorlaşmıştı. Bu nedenle eyleme katılım zayıflamadan bitirilmesi gerekiyordu. Eylemin son günü yapılan basın açıklamasıyla dışarıdan yapılan müdahalelerle eylemcilerin arzu etmedikleri şekilde eyleme son verildi. Ama mücadele devam edecekti. Bu eylem onlara ve onları yakından izleyen İmam hatipliler ve diğer liselerdeki başörtülü öğrencilere çok şeyler öğretmiş yeni kazanımlar elde etmelerine neden olmuştu. Müslüman kadın kimliğine bu mücadele içinde sahip olmuşlar, yaşadıkları toplumu ve sistemi bu mücadele İçinde tanımışlardı. En önemlisi de her halükarda müslümanın tavır sahibi olması gerektiğini içselleştirmiş, yaşamanın direnmek olduğunu öğrenmişlerdi.
Devam Eden Sorunlar
Başörtüsü sorunu aradan geçen on yıla rağmen gündemdeki yerini hâlâ "başörtüsü zulmü" olarak korumaktadır. 1987'de bir avuç müslüman bayan öğrenciyle başlayan bu direniş, 12 Eylül sonrası Türkiye'sinin ilk ciddi öğrenci hareketi oldu. Bu açıdan bu direniş önemliydi. Okul önlerinden taşıp halka taşınan bu direnişin ardından final döneminde Hukuk Fakültesinde ve sonraki eğitim döneminde birçok fakültede yasak kalkmış, bazılarında da yumuşatılmıştır. Daha sonraki yıllarda sorun zaman zaman tırmandırılmış, zaman zaman da geriletilmiştir. 89'da yine baskıcı bir yasak söz konusu olurken ardından birbirinden farklı kanuni düzenlemelere gidilmiştir. En son olarak Yüksek Öğretim kanununda üniversitelerde kılık kıyafet serbestisi yer alırken Ebelik ve Hemşirelik Yüksek Okullarında yasak bu defa daha değişik sebeplere binaen uygulanmaktadır. Yasak, daha on yıllarca sistem için sorun olmaya devam edecektir. Çünkü İslam'ın kendisi sistem için bir sorundur. Müslüman kadınların karşısına başörtüsü sorunu olarak çıkan sistem; müslüman yazarların karşısına terörle mücadele. İmam Hatiplilerin karşısına bazı kurum ve kuruluşlarda yer alamamak şeklinde sorun olarak çıkmaya devam edecektir.
Başörtüsünün sorun olarak gündemleştiği dönemlerde mağdur öğrencilerin ve müslüman çevrelerin yaklaşım ve tutumlarındaki sığlık Türkiye müslümanlarının tevhidi bilinç düzeylerini ifade ediyordu. Ancak bunun yanında başörtüsü direnişi, bazı tartışmalara neden olmasıyla belirli bir bilinçlenmeyi getirdiği de görülecektir. Bu süreç müslüman kadın kimliğinin kazanılmasında önemli katkılar da sağlamıştır.
Başörtüsü direnişleri sırasında devlet güçlerinin direnişçi müslümanları "üniversitede başörtüsü takmanın siyasi amaçlı olduğu" şeklinde suçlayıp siyasi bir soruşturmayla muhatap kılabileceklerini ima ederek korkutmaya çalışmaları, müslümanlarca taktik bir saldırı olarak görülmüş ve "başörtüsünün inancımızın gereği" olduğu vurgusu ön plana çıkartılmıştı. Ancak devletin bu ithamına başörtülü kızların ve müslüman çevrelerin ilk başta verdikleri söz konusu cevap, daha sonra siyasetten kopuk bir inanç anlayışı içinde içselleştirilmeye başladı. Bu tutum müslüman kadın kimliğinin kazanılması sürecini olumsuz olarak etkilemiştir ve etkilemektedir. İslam'ın hayata müdahalesini engellemek ve onu sadece vicdanlara hapsetmek isteyenler, yeri geldiğinde "din ideoloji değildir" deyip. Kur'an'ın bir hükmü olan başörtüsünü siyasi olarak nitelemekte ve suç saymaktadırlar. Elbette başörtüsü sadece siyaset yapmak için takılmaz. İslam'ın toplumu dönüştürmeye iktidar mücadelesi ne kadar siyasi ise, müslümanın namazı da, orucu da, örtüsü de o kadar siyasidir. Elbette başörtüsü inanç gereği takılır. Ama bu inanç vahiy temellidir ve vahyin insan ve toplum hayatında sosyalleştirilmesi gerekmektedir.
Başörtüsü yasağının sürecine iyi baktığımızda bu yasağın basit bir kılık kıyafet düzenlemesi olmadığını açıkça görebiliriz. Burada müslüman kadın kimliğine direkt bir karşı koyuş vardır. Bütün kılık kıyafet düzenlemelerinde başörtüsü dışındaki yasaklamalara kesinlikle bakılmamakta sadece başörtüsü ile ilgilenilmektedir. Bunu yaparken de ne kanunları ne demokrasinin gereklerini ne de insan hak ve özgürlüklerini dikkate almak İhtiyacı hissedilmemektedir. Müslüman ve onun hakları söz konusu olduğunda uluslararası ilişkilerde de olduğu gibi insan hak ve özgürlükleri ve bunun gibi kavramlar herhangi bir işlerliğe sahip olamamaktadır.
Bazı başörtülü hanımların ya da müslüman çevrelerin örtü hakkını elde edebilmek için konuyu egemenlerin razı olacağı bir insan hakları bağlamına hapsetmeleri ve hatta "isteyen mini etek giysin, isteyen başörtüsü taksın" şeklindeki yaklaşımlarını olumlamak mümkün değildir. Başörtüsü vahyi bir emirken, kapitalist tüketim kültürünün ürettiği mini etek ise vahiy karşıtı bir ifsad halidir. Başörtüsü insan hakları içinde değerlendirilebilir; ancak toplumsal hayatta ifsadı yaygınlaştıran vahye aykırı tutum ve davranışların bu kapsam içinde görülmesi söz konusu olmamalıdır. Müslümanlar ifsadın tümünü zulüm olarak görmeli ve karşı olmalıdırlar. Hakları belirleyen pozitif hukuk kaideleri değil, alemleri yaratan Rabbimizdir. Dolayısıyla başörtüsü müslüman olmanın getirdiği bir haktır ve Allah'ın verdiği hakların egemenlerin kanunlarıyla sınırlandırılması doğal değildir.
Müslümanın bir hakkını kendisinin ya da diğer bir müslümanın gözetemediği yerde başkalarından kendiliğinden bir şey yapmalarını beklemek beyhudedir. Başörtüsü konusu sadece kadınları değil aynı zamanda erkekleri de ilgilendirmektedir. Çünkü onlar birbirlerinin velileridir. Ve başörtüsü nedeniyle zulme uğrayan tesettürlü müslümanlar, ayaklar altına alınan ise İslamın bir hükmüdür. Ancak üzülerek gördüğümüz odur ki başörtülü kadınlar arasında bile bu sorun hala aynı öneme sahip olamamaktadır.
Diğer bir çelişki ya da yanlışlık da yasaktan bizzat mağdur olanların bu konuyu ümmetin problemi olarak görüp, müslüman çevrelerin ilgisizliğinden şikayet ederken, kendilerinin de ümmetin diğer problemlerine karşı duyarsız kalmalarıdır. Hatta kendileri açısından bir şekilde başörtüsü problemi çözüldüğünde bu konuyla ilgili eylemlere tamamen yabancılaşarak hayatın içinde eriyip gitmektedirler.
Başörtüsü konusu sadece bir insan hakları ihlali çerçevesinde değerlendirilmemeli; kişisel ve kadınlara ait bir sorun olarak görülmemelidir. Bu konu sistemin İslam'la; toplumsal muhalefetin öncülüğünü yapması gereken müslümanlarla savaşının bir cephesi olarak algılanmalı ve buna göre bir tavır geliştirilmelidir.