Filistin işgalinin vahşete dönüştüğü günlerde gündemi ABD ve Siyonizm karşıtı tepkiler kadar barış çağrıları da dolduruyor. Bu barış çağrıları İsrail güçlerince gerçekleştirilen katliama karşı insani duyguları harekete geçirici bir olumluluk taşısa da, nasıl bir yön ve amaç doğrultusunda nüksettiği ciddi bir tartışma gündemini oluşturuyor.
Veto yetkisine sahip "kral devletlerin denetimindeki BM'nin tescil ettiği insan hakları söylemi, tek kutuplu dünya sistemine geçtiğimizden bu yana somut olarak ABD'nin elinde nasıl bir sömürü ve yayılma aracına dönüştürüldüyse, bazı barış girişimleri, egemen medyanın eliyle de, emperyalist işgali ve istismarı gizlemenin bir aracı haline gelebilmektedir.
Dünkü barış girişimleri, özellikle sol kesim için, emperyalist saldırıyı durdurmak ve bağımsızlık mücadelesi veren halkları soluklandırmak amacına yönelikti.
Bugünkü barış girişimleri ise, ABD'li yöneticilerin ellerini sıkmak için randevu kaçırmayan çoğu eski solcu insan haklan aktivistleri tarafından, işgal ve tahakküm şartları yeterince tartışılmadan ve halkların bağımsızlık mücadelesi gözardı edilerek gündeme getiriliyor. Batılılar için ötekilerle diyalog, genellikle ötekini "medenileştirici" bir misyon algısıyla gündemleştirilirken, bazı eski solcu aktivistlerce barış, bir nevi küresel değerlere razılık temelinde ele alınıyor.
Bugün "savaş" ile "terör"ün ilişkisini kurmaktan ve tanımını yapmaktan kaçınan Batı, aydınlanma felsefesinden devraldığı ilerlemeci bakış açısıyla küresel kapitalizmin sunduğu yaşam ve düşünce tarzım, tüm insanlığa küresel değerler olarak sunmaktadır.
Bilindiği gibi savaş aynı zamanda bir egemenlik aracı ve aygıtıdır. Batı'nın yerkürede global sisteme doğru gitmesi, bu aygıtı önce iç çekişmelerinde ve sonra da tüm ezilen halklara karşı bir tehdit aracı olarak kullanmasıyla mümkün olmuştur. Dünyayı nükleer silah tehdidi altında tutan Batı'nın barıştan anladığı, ötekini kendisine uyumlu hale getirmekten başkası değildir, Egemenlik barışçıl yollarla elde edilmiyor. Filistin'de yaşanan son Siyonist katliama ABD'nin hiç tartışmasız tam destek vermesi, ABD kamuoyunun da bu istikamette şartlandırılması ve Filistin tarafı ile de kendilerinin seçecekleri muhatapla barış masasına oturmak istemeleri "barış demogojisi"nden ne anlaşıldığını açıkça ortaya koymaktadır.
O halde Batılı değerlerle savunulan savaş karşıtlığı ve barış girişimlerinin evrensel adaleti ve hakkı gözeten bir nesnellik içinde olması oldukça zayıf bir ihtimaldir. Solun bunalımı da burada başlamaktadır.
Sol, uzun yıllar sömürge ülkelerinde Batı'ya karşı yürütülen savaşları, emperyalizm karşıtı yaklaşımı gereği desteklediyse de, son kertede bu halklara batılı bir olgu olan ulusal bağımsızlığı, ulusal değerleri ve endüstriyel kalkınma ideolojisini aşılamaya çalışmıştır. Oysa bugün endüstri devriminin üretim ve tüketim kültürü, en vazgeçilmez yaşam alanlarında bile tamamen kapitalist küresel bir kültür üretmiştir. Ve Batı, Huntington'un formüle ettiği gibi dünyayı "biz" ve "onlar", "Batı ve Geri Kalanlar" olarak tanımlamaktan ve kıran kırana bir mücadele kararlılığını ifade etmekten kaçınmamaktadır. Heralt Müller gibilerinin "Medeniyetler Arası Diyalog" tezleri ise Batı'nın müstağniliğini gidermeyi değil, yumuşak yöntemlerle, kan dökmeksizin ötekini kendine benzetmeyi amaçlayan demogojik bir teklifte bulunmaktadır. Havucu da sopayı da gösteren Batı'dır.
Demek ki artık dünyamızı kuşatan çatışma, Batı içindeki sağ-sol çekişmesi olarak değil, Batı ve batılı değerlerle, ötekiler ve insanın sahih anlam arayışı arasında gerçekleşmek durumundadır. İşte bu noktada Birikim Dergisi'nde yazan Kenan Erçel, şu soruyu soruyor: "Gidişat böyleyken Batılı bir solcu Batılılığına mı yoksa solculuğuna mı sahip çıkmalı?" (Kasım, 2001) Soruyu şöyle de sorabiliriz: Sol, batılı bir kavramdı. Sol 1989 öncesi iddialarının çoğunu yitirdi. Şimdi sol, batılı aidiyetine mi sahip çıkacak; yoksa ezilenlerin ve evrensel adaletin yanında kendini yeniden mi tanımlayacak?
"Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık" Aydınlanamadı
Türkiye'de "Barış Girişimcileri" olarak tanınan genellikle eski TKP geleneğinden gelen bir grup aydın "Filistin halkını kuşatan karanlığı bölüşmek için; Filistin'de sürekli aydınlık için bir dakika karanlık!.." çağrısında bulundular. Grup sözcüsü Aydın Engin'i Kanal 7 haberlerinde canlı yayına çıkartan Ahmet Hakan, böylece bu çağrının Kanal 7 izleyenleri başta olmak üzere geniş kesimlere ulaşmasına imkan sağladı. Bu çağrıya göre Filistin'deki dramı paylaşanlar her gece saat 21.oo'de ışıklarını bir dakika kapatacaklardı veya yakıp söndüreceklerdi. Bu kitlesel bir çağrıydı, solcu aydınlar tarafından gündeme getiriliyordu; ancak bu organizasyon için İslami kesimlerle hiç bir ön görüşme yapılmamasına rağmen birçok müslüman aydın ve kuruluş, olayın sol ile değil insanlıkla ilgili olduğu bilinciyle bu çağrıya destek verme kararı aldılar.
Eylemin başlayacağı 9 Nisan Salı günü saat 21.00'de Kanal 7 Ana Haber Bülteni'ne, İslami camia adına eyleme destek verildiğini açıklamak üzere katılan Abdurrahman Dilipak, olayın sağ-sol meselesi olmadığını insani bir mesele olduğunu ve bu eyleme destek vermekten onur duyduklarını ifade etti. Aynı saatte eylemin başlatıldığı Beyoğlu'ndaki Nazım Hikmet Kültür Merkezine Özgür-Der, Mazlumder, Ak-Der gibi kuruluşların çok sayıdaki temsilcisi yanısıra birçok müslüman aydın da katılımda bulundu. Ancak bu toplantıda hiç bir müslüman aydına veya sivil kuruluş temsilcisine söz hakkı verilmemesi katılımcıların kafasında soru işaretleri oluşturdu.
Eylemin İslami camia tarafından organize edilmemesi, kitlelerin bildik kanallar vasıtasıyla yeterince bilgilendirilememesi, bazı kesimlerce eylem çağrılarında ısrarla "solcu" vurgusunun öne çıkartılmasına gösterilen tepki veya bazılarının da Filistin'deki katliam karşısında bu eylemi oldukça hafif ve çocukça bulması gibi nedenlerle "Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık" eylemi yeterince kitleselleşemedi. Yine de en önemli katılımın İslami kesimin yoğun olduğu mahallelerde sağlandığı görüldü.
Medyadaki İsrail muhibbi kalemşörler ise eylemi "İsrail'deki terörü destekleyen marjinal azınlık ve şeriatçılarla işbirliği yapan sol" tarzı ibarelerle yansıttı. Kalemleriyle ABD ve İsrail çıkarlarına secde eden bu zevatın densizliği can sıkıcıydı ama karakterleri açısından pek de kaale almaya değmezdi.
Ancak üzücü olan "Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık" eylemini başlatan eski solcuların müslümanları eleştirerek egemenler önünde günah çıkartma çabalarıydı. Aydın Engin, Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşesinde "Eylem Çatmak" başlıklı yazısı ile müslümanları, ırkçı ve bağnaz bir çizgide debelendikleri; barış, demokrasi ve hukuk gibi bir dertlerinin olmadığı için adeta eylem yapabilmek adına ürettikleri eylemi çaldıklarını; yani "eylem hırsızlan" olduklarını yazma cüretini gösterebiliyordu. Ayrıca konuyu o kadar çarpıtmıştı ki "Fenerbançe'nin sevimli ve hünerli futbolcusu Revivo"ya maç sırasında yapılan aleyhte tezahüratı bile müslümanlara hamlediyordu. Bu mantık örgüsü dağılmış ve her fırsatta müslümanları karalamayı kendine meslek edinmiş barış sözcüsüne bu sefer 20 Nisan Çarşamba akşamı İstanbul Mazlumder'de mikrofon tutuldu. Bu marjinal köyün kavalcısı, farklı çehreleri görünce insan hakları dersi(!) vermeye kalkıştı. Barışın Filistin'e de İsrail'e de karşı çıkmakla sağlanamayacağını, "Kahrolsun İsrail" diyenlerin fundamentalist ve barış karşıtı olduklarını belirten Engin'i Özgür-Der Başkan Yardımcısı Özlem Özyurt yanıtladı. Bir gün evvel Kanal 7'de yayınlanan "Filistin'e Veda" filmine de atıfta bulunarak en barışsever yerleşimcinin bile suçlu olduğunu belirten Özyurt, "İsrailliler gerçekten barışseverlere o halde barışseverliklerini ispatlamak için derhal Filistin topraklarını terketsinler, barış Siyonist emperyalizmi onaylamak değildir", dedi.
Kanal 7'nin ısrarlı katkısına rağmen bu eylemin yaygınlaşamamasının nedenlerini tartışmak yerine, kendi oluşturdukları inisiyatifin biricikliğiyle övünüp sorumluluklarını yerine getirdiklerini sanan bu tür "biz bilirizci" kafaların bir türlü at gözlüklerinden kurtulamadıklarını yakinen ve üzülerek izlemek zorunda kaldık.
Şaron'a da HAMAS'a da karşı olmak!?
22 Nisan Pazartesi günü ise İHD'nin Sirkeci Postanesi'nde Şaron'un yargılanması için BM Genel Sekreterliğine göndereceği mektup eylemi vardı. Eylem'e Özgür-Der Yönetim Kurulu üyeleri de destek verdiler. Ancak bu eylemde de nezaket ve doğruluk kurallarının çiğnendiğine bir kez daha tanık olduk. İHD İstanbul Şube Başkanı Eren Keskin, yaptığı konuşmada "İsrailli sivillerin ölümüne yol açan eylemleri gerçekleştiren örgütlerin de MOSSAD tarafından kurulup güçlendirildiği" şeklindeki sözlerinin ardından, BM Genel Sekreteri'ne gönderdiği mektubun nüshalarını basına dağıttı. Bu mektupta da isim verilerek "HAMAS gibi örgütleri Ariel Şaron ve onun anlayışının yarattığı" ifade ediliyordu.
Özgür-Der Başkanı Hülya Şekerci, Eren Keskin'e bu yaklaşımın yanlışlığına vurgu yapan ve İslami hareketlerin Filistin halkının gerçekliğinden ve direnişinden ayrıştırılmayacağını belirten açık bir mektup yolladı. Şekerci, Eren Keskin'in başta HAMAS olmak üzere Filistin'de mücadele eden İslami örgütler hakkında doğru bilgi sahibi olmayıp Amerikan-İsrail propagandalarının etkisi altında kaldığı düşüncesinde olduğunu belirttiği açık mektubunda ayrıca Filistinlilerin gerçekleştirdiği bombalı feda eylemlerinin yöntem ve sonuçları itibariyle tartışılabileceği; ancak bu eylemlerin bir sonuç olduğunun ise tartışılmayacağı, acil ve adil durumun ise sonuçları değil, nedenleri tartışmayı gerektirdiğinin altını çiziyordu.
Üç gün sonra konuyla ilgili olarak Eren Keskin'in yaptığı basın açıklaması ise daha trajikti: Keskin, insan hakları bağlamında hala feda eylemlerinin sonuçlarını tartışıyor, "HAMAS gibi örgütlerin sahneye çıkışında, ABD destekli İsrail gizli servisi MOSSAD'ın etkisi olduğunu düşünüyorum" ifadelerini kullanabiliyordu. Anlaşılan Keskin, ne konuyla ilgili bilgilenmek istiyor ne de vehimlerinden kaynaklanan yakıştırma veya iftiralardan vazgeçmek istiyordu. Böylece Filistin'in en önemli gerçeklerinden biri olan İslami hareketi neye dayandırıldığını açıklama zahmetine katlanmadığı kanaatleriyle, karalama pozisyonuna düşüyordu. Olayı bir de Türkiye'deki "Hizbullah tetikçileri"yle irtibatlandırması ise Keskin'in kafasının bir hayli karışık olduğunu düşündürtüyordu. Birçok İslami kuruluş ve camia "Hizbullah" ismini kullanan "İlim Grubu"nun gerçekleştirdiği vahşetin ve kullandığı yöntemin İslam'la ve insanlıkla hiçbir ilgisinin olmadığını defalarca deklare etmişlerdi. Öyle anlaşılıyor ki Eren Keskin Filistin'de olsun Türkiye'de olsun İslami duyarlılık ve muhalefetten rahatsız ve bu nedenle olsa gerek İslami camiaya Filistin'de olsun Türkiye'de olsun tahammülsüzlük tavrı sergiliyor.
Bu konumu dolayısıyla Keskin, İslami oluşumlara ve duyarlılığa karşıtlığı nedeniyle olsa gerek barışseverlik adına İsrail'le ve ABD emperyalizmiyle paralelliğe düştüğünü acaba hiç düşünüyor ve sorguluyor mu? Kur'an bilgisi konusunda da yaptığı yanlışlığın pek farkında değil. Müslümanları ırkçılığa karşı çıkarken ırkçılık yapmakla; yani "Yahudi düşmanlığı" yapmakla suçluyor. Oysa her aklı başında olan müslüman bilir ki Kur'an'da yahudiliğe ırkı dolayısıyla değil Musa peygamberin yoluna ihanet ettikleri için karşı çıkılır; ama doğru yolda olan Yahudiler ise övülür (Maide Süresi, 69). Elbette bu konuda yanlış yapan, yanlış tutum içinde olan müslümanlar da olabilir; ama Keskin bu konuda onlardan daha bilgili de görünmüyor.
Keskin, İsrail-Filistin insan hakları savunucularının ezilenden yana tavır aldıklarını; ancak şiir okuyan Filistinli kız kadar İsrailli kızların da acı çektiğini belirtiyor. Ancak bu İsrailliler'in baskı, işkence, yargısız infazlar ve tehcir politikaları sonucunda akıtılan kanlar ve insan cesetleri üzerine İsrail'e geldiklerini ve işgalci olduklarını görmezden geliyor. Ayrıca İsrailli barışçıların Filistin topraklarının dışına sürülen milyonlarca Filistinli'nin acıları, çaresizlikleri ve ana vatanlarına geri dönüşleri konusunda ne düşündüklerini de herhalde hiç merak etmiyor. Keskin, emperyalizmin Orta Doğu topraklarına bir üs, bir karakol olarak hançer gibi sapladıkları İsrail sorununa barışçı olsun savaşçı olsun, yahudiliği ulus kültü içinde kullanan Siyonistlerin gözlüğü ile değil; hiç değilse ulusalcı değerlerden ayrıştırarak üst bir dini kimlik olarak gören yahudilerin yaklaşımı açısından bakabilmeli.
* * *
Bu iki olayda da yaşanan sorun, aslında kendini batılı değerlere kilitlemiş olan bazı eski solcuların farkında olarak veya olmayarak küresel kuşatmanın düşünsel ve ajitatif kodlarıyla düşünmekten kurtulamamış olmalarından kaynaklanıyor düşüncesindeyiz. Onurun, adaletin ve özgürlüğün, dünya egemenlerinden ve dayatan değerlerinden yeterince arınmadıkça yakalanamayacağı o kadar açık ki.