İnanç Özgürlükleri Platformu, Batman
Sorular:
1- Kürt açılımı konusunun gündeme gelme yöntemini ve ardındaki saikleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
2- Konunun gündemleşmesinden bu yana yaşanan gelişmeleri ve konuya muhatap olan çevrelerin tutumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
3- Sürecin bundan sonraki gelişimine yönelik beklentileriniz nelerdir? Yapılması gerekenlere ilişkin ne öneriyorsunuz?
4- Genelde Türkiye’de ve hassaten de bölgede faaliyet yürüten İslami çevrelerin “Kürt açılımı” tartışmalarına yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu konu çerçevesinde nasıl bir tutum takınılması gerektiğini ve nelere öncelik verilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz?
1- Kürt sorunun çözümüne ilişkin olarak hükümetin başlatmış olduğu çalışmaların kamuoyuna yansıması her ne kadar Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 30 Nisan 2009 tarihinde Prag’dan dönerken uçakta gazetecilere “Yakında Kürt sorunu ile ilgili iyi şeyler olacak.” demesinden sonra yansıdı ise de bu konudaki çalışmaların çok önceden başladığı anlaşılıyor. Hükümete yakınlığı ile bilinen SETA (Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı) yetkilileri 2006 yılından beri Kürt sorunu ile ilgili rapor vs gibi çalışmalar yapmak için bölgemize sık sık gelip gidiyordu. Yine hükümete yakın duran ve yetkililerinin çoğu Başbakan ve çevresi ile bire bir diyalogları olan TGTV (Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı) tarafından da Kürt sorunu çerçevesinde bölgemize birkaç gezi düzenlendi. İlk kez Taraf gazetesinde Yasemin Çongar’ın dile getirdiği ve hükümet ile Kuzey Irak Kürtlerinin uzun zamandan beri Kürt sorunu ile ilgili olarak gizli görüşmeler yaptıklarını, yakında bununla ilgili bir Uluslararası Kürt Konferansı yapılacağını yazması da aslında mutfakta uzun süredir bu konu ile ilgili bazı çalışmaların olduğunu gösteriyordu. Hatırlanırsa kamuoyu bu konuda en somut bilgileri Türkiye ziyareti esnasında Talabani’den öğrendi.
Kürt sorunu ile ilgili yapılan çalışmalar İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın bazı aydın, yazar, siyasetçi, gazeteci ve STK’larla görüşmeye başlaması ile kamuoyunun önüne resmen gelmeye başladı. Yaklaşım tarzı itibariyle Atalay önümüze bir “paket” koymadı; sorunu işleyecek bir “süreç” içinde ele alıp çözme yanlısı olduklarını belirtti. DTP de toplumun önüne “hazır çözüm paketi” konmamasının daha iyi olduğunu söyleyerek ortaya konan metodu kabul ettiklerini söyledi. Aslında bu metotla arzulanan şuydu: Kürt sorunu konusunda toplumsal aktörler ve muhataplar birlikte bir müzakere sürecine katılıp yaklaşımlarını, görüşlerini, taleplerini ve çözüm önerilerini ortaya koyacak, konular gerektiği kadar ve gerektiği derinlikte müzakere edildikten sonra üzerinde mutabakata varılan noktalar siyasî iradeye havale edilecek, siyasî irade bunlarla ilgili gerekli düzenlemeleri yapıp uygulamaya koyacaktı. Bu yöntem yönetilenlerin/toplumun karar süreçlerine ve karar mekanizmalarına aktif katılımını sağlayan bir model olduğu için aslında önemli ve toplumsal uzlaşı için olumlu bir yaklaşımdı. Açılımın daha çok özgürlükleri artırma eksenli olması, yıllardır sorunu ekonomik veya güvenlik sorunu olarak algılayan politikaların dışına çıkılması yönüyle olumlu bir çıkış noktasıdır.
Ancak hükümetin gösterdiği bazı zaaflar ve DTP’nin de istenen desteği vermek şöyle dursun çoğu zaman süreci çeşitli nedenlerle baltalamaya çalışması, hükümeti belirlediği takvimin gerilerinde bıraktı. Hatırlanacak olursa Başbakan Erdoğan Aralık 2009 tarihine kadar bu konuda ciddi ilerlemelerin olacağını söylemişti. Ayrıca CHP’nin bu sürece dâhil edilememesi de AKP’nin süreci iyi yönetememesinin bir işareti olarak kabul edilebilir.
Hükümetin Kürt açılımının arkasındaki saiklere gelince; burada iç ve dış etkiler diye ayrım yapmak mümkündür. İç etkiler olarak, bir kere Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun izlemiş olduğu dış siyasi politikanın etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Bu politikalar sonucu PKK’nın dış desteklerinin kesilmesi, Kuzey Irak’la geliştirilen iyi ilişkiler ve nihayet ABD’nin bu konuda Türkiye’ye tam destek vermesiyle PKK yalnızlaşmış ve barışa razı olur duruma gelmiştir. Ergenekon operasyonu ile karanlık ilişkilerin deşifre edilmesi de çok önemlidir. Çünkü bu operasyon yapılmamış olsaydı bugün Kürt açılımından kesinlikle söz etmeyecektik. DTP’nin Güneydoğu’da seçimlerde almış olduğu oy oranı, hükümeti bundan sonraki genel seçimler için kaygılandırmıştır. Askeriyenin de bu savaşı kazanamayacağını anlamış olması. PKK’nın da silahla daha fazla bir yere gidemeyeceği yönündeki düşünce ve eleştirileri kabul etmesi. Diğer Kürt grup ve partileri de uzun süre bu yönde kamuoyu oluşturuyorlardı çünkü. Ayrıca AKP kadrolarındaki İslami damardan neşet eden vicdani duruşlar da bu süreçte etkili olmuş olabilir. Dış etkilere gelince, Uluslararası ilişkilerin dayatması ve bundan sonra oluşturulacak Ortadoğu denklemi çerçevesinde siyasi gelecek hesaplarında K. Irak’ın daha istikrarlı bir yapıda olması gerekiyor. Uluslararası enerji geçişlerinde Türkiye’nin konumu gereği burada çatışmaların olmaması gelişmiş ülkeler için önem taşımaktadır. AB’ye giriş hedefleri için de bu sorunun çözülmesi AB ülkeleri için bir zorunluluk olarak Türkiye’den istenmiştir.
2- Konunun gündeme gelmesinden sonra AK Parti’nin DTP ile görüşmemeye yönelik kararından vazgeçip onlarla da görüşmesi olumlu ama yetersiz olmuştur. Çünkü Güneydoğu’da DTP’nin de propagandası ile hükümetin aslında DTP’yi, dolayısıyla Kürtleri sürecin dışında tutmaya çalıştığı yönünde çok ciddi eleştiriler var. Bu sürecin sonuna kadar DTP ile daha yakın bir diyalog geliştirilmesi ya da onların da sürece ortak edilmesinin sorunun çözümünde önemli katkısının olacağını düşünüyorum. AK Parti bu konuda samimi ama gerek süreci baltalamaya çalışan kesimlerin güçlü varlığı ve gerekse de 25 yıllık savaştan sonra barışı getirmenin zorluğu karşısında zaman zaman hatalara düşmektedir.
CHP ve MHP’nin tavırları çözümün önündeki önemli siyasi engellerdir. CHP’nin tavrını aynı zamanda statükonun tavrı olarak da okumak lazım. İttihat ve Terakki’nin uzantısı ulusalcı, derin Ergenekon güçlerinin ve buna bağlı bürokrasinin de tavrı olarak okumak lazım. Ayrıca son çıkan Kafes türü cunta yapılanmalarında da gördüğümüz gibi AK Parti’nin iktidardan uzaklaştırılması ve sürecin başarıya ulaşmaması için derin ve zinde güçler çalışmalarına aralıksız devam etmektedirler.
Kandil ve Mahmur’dan gelen insanların karşılanmasındaki yöntemden dolayı oluşan tepkileri hükümetin hesaba katmaması süreci kısmi olarak sekteye uğrattı. Bu tepkilerin arkasındaki provokatif etkenleri yeteri kadar deşifre edemedi hükümet. Bu da çok şey bekleyerek attığı bu olumlu adımdan fayda yerine zarar görmesine sebep oldu.
DTP ise savaştan en çok mustarip olan tarafın temsilcisi olarak süreci daha makul ve barışçıl yöne çekilmesi için yeterli çaba harcamadı. Çözümün kendi istedikleri çerçevede ve formatta gelişmesi için çözümü bloke etmekten geri durmadı. Tam bu aşamada Apo’nun cezaevi koşulları bahanesi ile ülkenin dört bir yanının ateşe verilmesine destek verdiler. PKK ve DTP’nin hem barıştan söz etmeleri hem de 25 yıllık savaşın tüm faturasını adeta AK Parti’ye kesmeleri bu konudaki samimiyetsizliklerinin bir örneğidir. TRT Şeş’in açılması ve Kürt enstitülerinin birkaç üniversitede açılıyor olması PKK ve yandaşlarının ilgisizliği ile karşılandığı gibi açıkça tavır alanların sayısı çok daha fazladır.
3- Hükümetin yapması gereken, dinî, mezhebî, etnik ve sınıfsal hiçbir ayrıma gitmeden toplumun belli başlı kesimlerinin, STK’ların, cemaatlerin, demokratik örgütlerin, sendikaların, kanaat önderlerinin “Bu sorun nasıl çözülür? Nasıl bir arada ve barış içinde yaşayabiliriz?” sorularına birlikte cevaplar aradıkları, ortak noktaları birlikte tespit ettikleri bir müzakere ortamını hazırlamak olmalıydı. Ama hükümet ne yazık ki özellikle İslami hassasiyetleri ile bilinen STK’lar, cemaatler ve Müslüman kanaat önderlerini bu süreçte çok fazla dikkate almadı. 40 yıldır yapılan seçimlerde bölgede MSP, RP ve AK Parti’nin her zaman birinci veya ikinci parti olmasının ana sebebi, gerçekten nedir? Bölgedeki hâlâ çok güçlü olan İslami algıyı dikkate almak gerektiğini düşünemedi hükümet.
AK Parti yöneticilerinin sık sık söyledikleri “Açılımın amacı PKK’yı yani terör örgütünü tasfiye etmektir!” tarzındaki ifadeler tabanda çok ciddi tepkilere sebep oluyor. Bilinmelidir ki kolay kolay hiçbir örgüt hele de bu kadar bedel ödendikten sonra tasfiyeyi kabul etmez. Zaten barış dediğimiz olay da karşılıklı tavizle mümkün olabilecektir. İki tarafın da mağlup pozisyonuna düşürülmemesi önemlidir. Örgütün ikna olmayacağı bir barış ya da açılımın başarıya ulaşma şansı hiç yoktur. İstediğiniz kadar yasal düzenleme yapın, anayasayı değiştirip özgürlüklerin önündeki tüm engelleri kaldırın; örgütü dağdaki militanlarının silah bırakmasına razı edemezseniz bunların hiçbir anlamı kalmaz. Bu konuda bir paradoksla karşı karşıyayız: Sorunun gündeme gelmesinde PKK’nın etkisi çok büyüktür ama aynı şekilde barışın bu topraklarda gelişmesine de PKK bu duruşuyla çok ciddi bir engeldir.
Hükümetin açılıma ilişkin toplumdaki ortalama bireylerin kafasındaki soru işaretlerini kaldırıp toplumsal mutabakatı sağlaması gerekiyor. Halkın çözüme inandırılması ve ümitlerinin artırılması için yol haritasına ilişkin daha somut hedeflerin ortaya konması ve tarafların razı edilerek uygulanması gerekiyor. Bu süreçte belirsizliklerin tüm ufku kaplamasına izin verilmemelidir. Başbakan Erdoğan’ın bazen Kasımpaşalı tarafının da etkisiyle zaman zaman sürece zarar verici konuşmalarına da dikkat etmek gerekiyor. Ama en önemlisi AK Parti’nin açılımın istisnasız bütün aktörleri ile (Apo ve Kandil dâhil) kuracağı gizli ya da açık diyaloglarla bu sorunu mümkün olabilecek en kısa sürede belirli bir aşamaya getirmesi gerekiyor. Çünkü süreç provakasyona açıktır ve savaştan ve kandan beslenenler mevzi almış fırsat kollamaktadırlar.
4- TİHV’in raporuna göre 25 yıllık çatışmalı dönemde boşaltılan köy ve mezraların sayısı 3500’dür. Yerinden edilip göç etmek zorunda bırakılanların sayısı ise yaklaşık 3 milyon. Yaklaşık 40 bin insan çatışmalarda hayatlarını kaybetmiştir. Kürtlere reva görülen -dışkı yedirme dâhil- bütün insanlık dışı muameleler ortada iken gerek Türkiye’de ve gerekse de bölgede faaliyet gösteren İslami çevrelerin geçmişte “Kürt sorunu” ile ilgili iyi bir imtihan verdiklerini düşünmüyorum. Genel olarak Filistin sorunu, Bosna, Çeçenistan, Afganistan, Keşmir vs. gibi bizim coğrafyamızdan uzakta olan Müslümanların sorunları ile ilgili İslami camiada yazılan, çizilen ve konuşulanın yarısı kadar Kürt bölgelerinde yapılan zulümleri konuşabilseydik yani biraz da kendi arka bahçemizle ilgilenebilseydik bugün sorunun çözümünde de daha aktif ve çözüm üretme durumunda görürdük kendimizi. “Tarlada izi olmayanın, harmanda yüzü olmaz!” misali bu konuda arkamızda iyi bir iz bırakmadık. Hükümetin attığı bu adımla beraber Müslümanlar yeni yeni bu konuyu iç gündemlerine taşıyabildiler. Yani bu konuda hükümetten geri kaldık. Bireylerin, özgürlük sınırlarını zorlayıp devlet ve hükümetlerin önünde gitmesi gerekirken Kürt meselesinde hükümet, bireylerden daha cesur davrandı ne yazık ki.
Başta bölgede yaşayan biz Müslümanlar olarak, sorunu sadece PKK’nın sahiplenmesine karşı üzerimize düşeni yapamadık. Bundan dolayı da 85 yıllık laik Kemalistlerin Kürt coğrafyasında yapamadığı laikleşme ve din karşıtlığı PKK vasıtasıyla yaptırıldı.
Hangi saiklerle gündeme gelirse gelsin, Müslümanların beliren barış umutlarını desteklemesinin inançlarının gereği olduğunu düşünüyorum. 85 yıldır uygulanan inkâr, asimilasyon, tehcir ve tenkil politikaları sonucu adeta yok edilmeye çalışılan bir halkın gasp edilen haklarının verilmesi için atılacak bütün adımların desteklenmesi insani ve İslami olarak hepimizin görevidir. Unutulmamalıdır ki hak ve özgürlüklerin önündeki engellerin kaldırılması, bu alanın genişletilmesi bu ülkede yaşayan başta Müslümanlar olmak üzere Alevilerin de gayrimüslimlerin de Kürtlerin de yararına olacaktır. Bazı İslami çevrelerin Müslümanların sıkıntıları giderilmeden Kürt sorununda iyileştirmelere gidilmesine karşı mesafeli duruşlarının doğru olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü bir şeyin tamamına sahip olunamıyorsa bir kısmına sahip olmaktan sarf-ı nazar etmemek lazım.