Türkiye 30 yılı aşkın bir süredir Kürt sorunu kaynaklı bir savaş ortamının içinden geçmekte. Bu süre içinde büyük kayıplar, derin acılar ve devasa kirlilikler yaşandı. Canavarlaşma sadece devletle de sınırlı kalmadı. Ölen insanların kanlarıyla adeta topluma da sürekli biçimde milliyetçilik banyosu yaptırıldı ve hemen her kesimden kitleler cahilî şiddeti alabildiğine sahiplendi, hoş gördü, içselleştirdi. Ve insanlık suçları olarak tarihe kaydedilecek çapta zulümler mazur görüldükçe, suç zincirine yeni halkalar eklendi. Ta ki, gelinen noktada herkes yoruldu, usandı ve bu kirlilikten utanır hale geldi.
Bir müddettir bu kanlı-kirli sayfayı kapatmaya yönelik önemli adımlar atılmakta. Bu kadar karmaşık, zikzaklı ve gerilimli bir arka planın mevcudiyeti düşünüldüğünde, sürecin nasıl gelişeceğini öngörmek kolay değil elbette. Adeta mayınlı tarlada yüksek gerilimli bir yürüyüş söz konusu ve atılabilecek yanlış bir adımın her şeyi sona erdirecek bir infilaka yol açması ihtimali ister istemez kalplere korku salmakta.
Abdullah Öcalan’ın 21 Mart’ta Diyarbakır’daki Nevruz kutlamaları esnasında okunan çağrısı bu gerilimli süreç açısından çok önemli bir dönüm noktası oldu. Öcalan’ın mesajı ve yankıları İmralı ya da çözüm süreci olarak adlandırılan zeminin hem öncekilere nazaran daha sağlam olduğunu ortaya koydu hem de bu zemini güçlendirdi.
Aslında Nevruz öncesinden sürecin olumlu bir seyir izlediğine ilişkin işaretler alınmaktaydı ve Öcalan’ın açıklanacağı daha evvelden ilan edilen mektubunun süreci olumlu zeminde ilerletmeye yönelik olacağı tahmin ediliyordu. Ama aynı zamanda mektubun birtakım kırılma noktaları taşıyabileceği, içerebileceği birtakım şartlar ya da talepler yüzünden kamuoyunda tedirginlikleri kaşıyabileceği endişesi de yok değildi. Ne var ki, Öcalan’ın mektubu sürecin kazasız belasız devamını arzulayan herkesi rahatlatan, hatta beklentilerin de ötesinde bir mesaj oldu. Ayrıştırıcı noktalardan ziyade, ortaklıklara, birlikteliklere vurgu yapan kuşatıcı içeriğiyle Öcalan’ın mesajı Diyarbakır’da Nevruz kutlamaları için alanı dolduran büyük kalabalığın da ekran başında gelişmeleri izleyen çok daha geniş kesimlerin de yarına ilişkin umudunu artırdı.
Tarihî Çağrı, Tarihe Çağrı
Öcalan’ın mesajında altı sıklıkla çizilen iki hususun önemini bir kere daha ifade etmekte yarar var. Kamuoyunda ateşkes beklentisinin geliştiği bir vasatta silahların susturulmasına çağrı yapılmasının, hatta daha ileri giderek şiddetin artık geçersizliğinin, çözüm aracı olamayacağının vurgulanmasının çok ileri bir adım olduğu tartışma götürmez. Özellikle de daha geçtiğimiz yıl PKK yönetici kadrosunun şiddete yönelik akıl almaz methiyeler düzdüğünün, “Devrimci Halk Savaşı” başlatma vb. söylemlerle çatışma olgusunu tırmandırma çabaları içine girdiklerinin hatırlanması gelinen noktanın önemini ortaya koymaya yeter.
Öte yandan Öcalan’ın mesajında Kürtler ve Türklerin İslam kardeşliği temelinde iç içeliğini öne çıkartmaya yönelik vurgularının da en az şiddetsizlik çağrısı kadar, hatta ondan da önemli olduğunu görmek lazım. Neden daha önemli? Çünkü silahların kalıcı bir biçimde susması, Kürt sorununun çözümünü; çözüm ise güçlü bir çözüm zeminini gerektiriyor. Bu noktada “Çözüm zemini nasıl gelişecek; nasıl bir temele oturacak?” vb. sorulara makul ve adil bir cevap arayışı kardeşlik gerçeğini öne çıkartmayı ve kardeşlik olgusunu takviye etmeyi kaçınılmaz kılıyor.
Kemalist-laik dayatmacı bir anlayışla sistematik biçimde imha edilmeye çalışılan kardeşlik olgusunun, Abdullah Öcalan’ın liderlik yaptığı Kürt milliyetçi hareketi tarafından da bir hayli örselendiği, tahrip edildiği biliniyor. Nitekim daha kısa bir süre önce yaşanan tüzük olayı bu konuda ne kadar cüretkâr davranıldığının bir göstergesi olmuştu. BDP’nin Eylül 2011’de yapılan 2. Olağan Kongresinde tüzük değişikliğine gidilerek “kardeşlik” vurgusu tüzükten çıkarılmıştı. Şimdi çözüm çabalarının arttığı ve umudun yükseldiği bir vasatta kardeşlik söyleminin vurgulanması çok büyük anlam taşıyor. Aslında çözümün de adresini gösteriyor.
Şüphesiz daha gidilecek çok yol var. Sürecin inişleri, çıkışları olacak. Zorlu dönemeçlerden geçilecek. Şimdilik atılan adımlar sembolik düzeyde adımlar. Bununla birlikte bu kadar yakıcı, boğucu bir sorunla ilgili olarak o sembolik adımların atılabilmiş olması çok önemli. Bu adımlar yol ne kadar uzun ve engebeli olursa olsun, yürüme iradesinin mevcut olduğunun işareti sayılmalı. Sürekli riskleri hatırlatmanın, karamsarlık yaymanın âlemi yok! Zorluklar olduğunu herkes biliyor. Önemli olan bunların aşılabileceği ortamın tesisi. Bunun içinse öncelikle sorunun çözülebileceğine inanmak gerekiyor.
Kemalist Heyula Aşılabilecek mi?
Devletin özellikle son süreçte attığı bazı adımların çok değerli olduğu açık olmakla birlikte, “Türk devleti”nin asırlık tutumunun köklü bir biçimde değişmesinin kolay olmayacağı biliniyor. Kemalist resmi ideoloji ve onun siyasal-toplumsal hayatın adeta her zerresine sinmiş etkilerinin, tezahürlerinin kazınması zorlu bir süreç demektir. Bu çerçevede güçlü bir irade ve her aşamada tabuları yıkmaya kararlı bir politik tutum şarttır.
Ne var ki, çözüm umudunun zirveye taşındığı bir vasatta Başbakan’ın “Türk bayrağı” diye diretmesi, taktik bir tutum değilse eğer, ciddi manada bir kafa karışıklığının tezahürü olarak görülebilir. Adeta anlamamak için ısrarlı bir direnç var gibi! Oysa sorun tam da burada düğümleniyor. Sizin kendi zihninizde bir şeye yüklediğiniz anlamdan öteye geçip, o şeyin muhatabınızın zihninde ne ifade ettiğini idrak etmeye çalışmak zorundasınız. Bundan imtina ettiğiniz sürece var olan sorunu bütünlüğü içinde algılamanız ve dolayısıyla da çözmeniz mümkün olmayacaktır.
Yani çözüm adına yapılması gerekenler sıralanırken, anayasadaki vatandaşlık tanımından anadilde eğitime ve mutlaka genel affa yönelik adımlar gündeme gelecektir, gelmelidir. Ama tüm bunların öncesinde devletin artık “Türk devleti” olmaktan çıkarılıp, Türküyle, Kürdüyle ve tüm etnik ve dinî unsurlarıyla herkesin devleti olması gerektiği hususu zihinsel olarak içselleştirilmelidir. Bu yapılabildiğinde sadece Kürt sorunu değil, ona da kaynaklık eden ulusçuluk belasından kurtulabilmek mümkün olacaktır.
PKK Pragmatizmi Aşılabilecek mi?
Öte yandan Öcalan’ın pragmatist bir kişiliğe sahip bulunduğu, PKK’nın konjonktürel gelişmelere bağlı olarak çok hızlı tutum değiştirdiği ve daha genelde de tüm milliyetçilikler gibi Kürt milliyetçi hareketinin ilkesizliğe yatkınlığı bilinen gerçekler. Mesela PKK sözcüleri geçmişle hesaplaşmaktan, katliamların aydınlatılmasından, bunun için hakikatleri araştırma komisyonu türünden organlar oluşturulmasının gerekliliğinden bahsediyorlar. Güzel bir öneri. Adaletin tesisi için de son derece gerekli.
Peki, bu komisyon nasıl çalışacak? Sadece devletin işlediği katliamları mı ortaya çıkaracak? JİTEM operasyonları, binlerce köyün yakılması, sayısız faili meçhul cinayet aydınlatılacak! Ya PKK adına bugüne kadar işlenen cinayetler, işkenceler; onların da aydınlatılması gerekmiyor mu? Yoksa geçmişte yapıldığı gibi şu katliam Hogir’in işi, öbürü Dörtlü Çete’nin vs. vs. deyip kanlı geçmiş itinayla yıkanmaya mı kalkılacak yine?
Murat Karayılan, Meclis Komisyonunca hazırlanan Uludere Raporunun bir utanç belgesi olduğunu söylüyor. Gerçekten de aradan geçen 15 aya rağmen halen kem kümden öteye gitmeyen sözler ve çarpık bakış açısıyla Uludere katliamının faillerini ortaya koymaktan imtina eden her tutum utandırıcıdır! Ama hiç şüphesiz kalabalık sokaklarda bomba infilak ettirmeyi, çöp bidonuna bomba koymayı, halk otobüsüne molotof kokteyli atmayı devrimcilik, yurtseverlik sayanların da utanmaları gereken kirli bir geçmişleri olduğunu unutmamaları gerekir. Bu zalimce eylemler ve doğurduğu acı sonuçlar unutulmaz ve basit, yüzeysel söylemlerle temize çıkarılmaya kalkışılmazsa umarız çözüm çabaları daha sağlıklı bir zeminde gelişir!
Çözüm sürecinin zorluklarla dolu olduğunu herkes biliyor. Dolayısıyla gerçekçi ama aynı zamanda da ümitvar bir pozisyondan konuya yaklaşmakta yarar var. Zorluklar, sıkıntılar, aşılmaz çelişkilerden çok tarafların ortaya koyduğu çözüm iradesini öne çıkartmanın daha anlamlı olduğunu görmek lazım. Kaldı ki, sürecin zorluklarına, tarafların güvenilmezliğine vurgu yaptığınızda yeni bir şey söylemiş olmuyorsunuz. Sadece bugüne dek yaşanılanın altını çiziyorsunuz. Mamafih bu vurgular geldiğimiz aşamada bir şey ifade etmiyor, bir hayra tekabül etmiyor. Oysa bunları da bilmek kaydıyla, sürecin ilerletilmesine yönelik tutum geliştirmeye ihtiyacımız var.
Önce Çözüm Zemini Net Tanımlanmalı!
Çabalarımız bugüne dek gerek devletin gerekse de örgütün ısrarlı bir biçimde zayıflattığı, aşındırdığı kardeşlik söylemini ve hukukunu güçlü bir biçimde inşa etmeye yönelik olmalı. Gerçek manada bir çözümün ancak bu zeminde mümkün olabileceği gerçeğini güçlü bir tarzda seslendirmeli ve pratiğe taşımaya gayret etmeliyiz. Bu noktada iki hususu açık, yalın, net bir biçimde vurgulamak durumundayız.
Öncelikle içi doldurulmamış kardeşlik söyleminin bugüne dek insanları kardeş kılmadığı görüldü. Devlet hem “kardeşiz” deyip hem de ısrarla, inatla inkâr çabası içinde oldu; insanları hem kendi özlerine hem de birbirlerine yabancılaştırdı. Bu kavramı, daha doğrusu inancı, sistematik biçimde istismar etti ve kirletti. Buna tepki gösteren Kürt milliyetçi hareketi de bir yandan “halkların kardeşliği” söylemini bayraklaştırırken, öte yandan halkların ayrışmasına yol açacak eylemler sergiledi.
Özetle kardeşlik soyut bir kavram ya da anlayış değildir. Somut bir temele oturmaktadır. O temel de Müslümanlıktır. Herkes bilmelidir ki, soyut, özünden koparılmış, içi doldurulmamış bir kardeşlik söyleminin ne pratikte bir karşılığı olabilir ne de kimseye bir faydası! Yani, kardeşlikten bahsediliyorsa ya da bahsedilecekse mutlaka içi doldurulmalı.
Bu noktada laik-ulusçuluk anlayışlarıyla bir hayli kirlenmiş zihinler ve tutumlarla gerçek manada bir kardeşlik iklimi ve pratiğinin tesis edilmesinin mümkün olamayacağı gerçeği de akıldan çıkarılmamalı. Şüphesiz insanların canlarına mal olan çatışma ortamının sona erdirilmesi bağlamında, tarafların kimliğine bakmaksızın atılabilecek her adımı önemsemeliyiz, desteklemeliyiz. Mamafih cahilî kirliliklerden arındırılmamış anlayışların gölgesinde nihai manada bir barış ortamının sağlanmasının imkân dâhilinde olmadığını unutmamalı; adaletin ve kardeşliğin ancak vahiy zemininde inşa edilebileceği gerçeğini haykırma vazifemizi ifa gayretinden geri durmamalıyız.