- Kaç zamandır zorluyor bu şehir seni...
Kaldırımlarını düşmanca çiğniyorsun, göğüne haince bakıyorsun, küstahça içip tüketmek istiyorsun denizini... Bunlar beni anlamıyorlar anne, sesimi işitmiyorlar, elimden tutmuyorlar, beni sevmiyorlar... diye ağlaşan mısralar yazmak geliyor içinden... Gecelerin vakarsız karanlıklara, gündüzlerin boşlukta sallanan kandillere benzedi.., Ağustos ortasında üşüyor, aralık ayında kavruluyorsun... İmgelerin neyi nereye yerleştireceğini bilemediğin yap-boz parçacıkları gibi... Boşa koysan dolmuyor, doluya koysan almıyor. Yalnızsın...
Yemyeşil parklar, araba klaksonlarının inlettiği caddeler, bir acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır dedirten dostluklar avutamıyor yüreğini... En sevdiğin obje, tutulduğunu sandığın çehre, içinde baharlar yaratan ayetler bile küskün nazarlarla bakıyorlar yüzüne... Kendini tanıyamıyorsun. Seni kaburgalarına kadar sıkıp bunaltan bir dehlizin içinde gibisin. Ağır aksak yol almak istedikçe, habire tökezliyor, toza çamura bulanıyorsun... Yaşama tutunuşun ölümcül hastaların bedbinliğinde ... Acizsin...
Yakınların geçiyor hatırından... Geçmişle bugünün med-cezirlerinde savruluyorsun. Çocukluğunda başını okşayan, eline şeker tutuşturan, yaz tatillerinde yolunu gözleyen amcanı, dayını, teyzeni; birlikte evcilik oynadığın, ip atladığın, yüzdüğün, balık tuttuğun kuzenlerini; Avrupa'daki babanı... Onun gönderdiği kırmızı peluşu, plastik balık balonu, ona yazdığın mektupları düşledikçe özge bir çağa kanatlanıyorsun... Dünyaya iki kere gelmek gibi birşey bu... Amcan, dayın, teyzen... Kaç zaman oldu seslerini duymayalı; kuzenlerinin adını bile unuttun... Babanın gönderdiği kırmızı peluşla arkadaşlarının nasıl alay ettiğini ve bir okul dönüşü onu makasla nasıl doğradığını anımsamaktan başka bir iz bırakmadın mazide... Nankörsün...
Okul yılların canlanıyor belleğinde... Deniz kıyısındaki ortaokulun laboratuvar sınıfında cam kenarına oturup denizin kıyıyı döven dalgalarını izlerken, öğretmenin Mendel Kanunu'nu, Ainştain'ı, Madam Curi'yi/Edison'u anlatırdı... Sense bir sonraki edebiyat dersini bekler, Türkçe kitabındaki metinler arasında kaybolurdun... Kompozisyonlar yazardın barışa, sevgiye, insanlığa dair... Arkadaşların teneffüslerde tost ve ayrana koşarken, sen babanı düşlerdin... Hayatın boyunca yalnızca yirmi gün birlikte olabildiğin babanı... Bıyıkları var mı acaba? diye merak ederdin. Boyu uzun mu? Elleri annen kadar şefkatli mi? Sana kızsa onun gibi bağırır çağırır mı? Arada bir döver mi? Başkalarının babaları gibi güçlü-kuvvetli mi? O da seni düşünür mü? Geceleri yastığa başını koyduğunda özlemle tutuşur mu yüreği? Fransa ne yana düşer? Türkiye'ye yakın mı? Otobüsle gidilir mi? Nereden-nasıl alınır pasaport denen ucube? Şehrin köhne terminalinde satılır mı? Sorular soru olmaktan çıkamayan bir törpü bencilliğinde törpülerdi beynini... Çocukluğun hep buruk acılar içinde geçti... Babasız büyüyen tek çocuk sensin!.. Kendine acı ve ağla... Açılırsın...
Lisenin ilk sömestrinde aldın babanın ölüm haberini... Önce çok hasta dediler... Yollara düştün. Yirmi günlük beraberliği yirmi bire çıkarabilme gayretiyle aştın kilometreleri... Menzile vardığında boş bir yatak, ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözler ve hayatın o en keskin gerçeği karşıladı seni... Babasızlığa alışkın yüreğine hiçbir teselli fayda etmedi. Ölümün diriliğine isyan ettin. Mezarlıklara küstün. Babana bir kez bile baba diyemediğine yandın... Onunla geçirdiğin zaman diliminde defalarca denemiştin baba demeyi; ama terk ediliş acısı diline, yüreğine vurdu. O boş yatağı gördüğünde binlerce kez baba diye haykırmak geldi içinden. Artık seni duyamayacağını bile bile sessizce yineledin o iki heceyi... En masum suçlu sensin... İstediğin kadar bağır ve özle. Bütün mezarlıklar senin...
Ağabeylerin vardı nasıl olsa... Sana babanı aratmazlardı. Hoş onlarla da kaç zaman beraber oldun ki... Aranıza okullar, şehirler, eller, yıllar girdi... Bunlar engel değildi. Kardeştiniz. Ne olursa olsun karındaş olduğunuz değiştirilemezdi. Sımsıkı tutunacaktınız birbirinize... Hiçbiri tutulmadı biraraya gelince verilen sözlerin. Yalnızca bayramlarda çektirdiğiniz fotoğraflar ve ayrıldığınızda yazıştığınız mektuplar dışında seni onlara bağlayan ne kaldı elinde? Üstüne üstlük fikir karmaşasının ortasında buldunuz kendinizi. 12 Eylül Sendromu'ndan derin bir yarayla çıkan büyük ağabeyine ağladın ilkin. Onu hapishanenin o soğuk görüşme odasında ziyaret ettiğinde aranıza konan kalın camı, ona niçin sarılamadığını, dipdibe olduğunuz halde eline tutuşturulan ahizenin varlık sebebini anlayamadın... Ağabeyinin neyin kavgasını verdiğini, sana niçin güvercinli kartpostallar gönderdiğini, biraraya geldiğinizde neden hep eşitlikten, özgürlükten, dünyadaki cennetten bahsedip durduğunu da çözemedin... Sen özgürdün, ülken güzeldi, ağabeyin neden bir tutsak çılgınlığında yanıp tutuşuyordu ki... Ellerinde kelepçe, ayağında pranga yoktu... Şu kalın cam aranızdan kaldırılsa ve ağabeyin gün yüzüne çıkarılsa düğüm çözülecekti. Öyle sandın... San! Sanmak bedava nasıl olsa!
Sen ağabeyin gibi olmayacaktın. Annenin yıllardır akan gözyaşlarını dindirecektin. Meydan boştu ve nice yiğit kaldırırdı. Uzun yıllar herşeye, herkese kulaklarını tıkadın... Çocukluğunun derin acılarını savuşturmak için bütün hüzünlere kapattın yüreğini. Nerede mutluluk satılıyorsa oraya koştun. Kim yüzüne gülüyorsa dost bildin... İçinde fırtınalar koptu oysa... Her tecrübe biraz daha örseledi benliğini; ama inadına üzerine gittin hatanın... Kimden intikam alıyordun? Kendini yakıyordun! İntihar ediyordun! Ama iflah olmuyordun... Olma! Umurunda mı evrenin... Milyarlarca insandan biriydin. Kendini dünyanın merkezi mi sanıyordun? San san... her paranoyak Napolyon'dur, Donkişot'tur, Süpermen'dir kendi aleminde... Neden kızıyorsun!..
Birgün yorulduğunu hissettin... Tekdüze diye bir terim girdi gündemine. Önce çağcıl bir dedikodu diye önemsemedin. Niye kafaya takacaktın ki; sen sıradan yaşamamıştın hiç... Etrafındaki insanlar yüzeysel ritimlerle yol alırlarken, sen hep derinlerdeydin. Kimsenin bilmediğini biliyor, kimsenin sevmediğini seviyor, kimsenin çözemediğini çözüyordun ya yetmez miydi? Kendilerini aşmaya çalışanları gördükçe, zavallılar diye acıyordun. Sonra ne oldu da tepetaklak oldu düşüncelerin?... Bir sinema salonunda girdin o krize! Sinemanın dev perdesinden yüreğine akan görüntüler; sana kim olduğunu, nereden geldiğini, nereye gittiğini sordukça oturduğun koltuğun altına gizlenmek istedin... Dehşete kapıldın... Hanidir örttüğün, gizlediğin yürek kıpırtıları hortlar gibi esir aldılar seni... Kendini dışarı zor attın... Ama nefes alamadın.
Aylarca kıvranıp durdun sonra... Kitaplar okudun, dostlar aradın, sorup soruşturdun... O sinemanın önünden geçtikçe, o filmin afişlerini gördükçe kahroldun. Sonra gelen diğer filmlere koştun... Önceki filmin tezlerini çürütecek senaryolar aradın can havliyle. Yüreğini yumrukladın, hergün yeni bir ayete açılan gözlerini tırmaladın, kulaklarını tıkadın Hakk'ı haykıran kâinatın sesine... Başaramadın... Bastıramadın isyana bayrak açan kalbinin gümbürtüsünü... Ya teslim olacaktın; ya da ebediyen kavgalı olacaktın kendinle...
O günden sonra başladı curcuna... Kendince en doğruya uzanmıştın... Etrafındakilere de ne oluyordu böyle? Onlarca dostundan bir güleryüz, bir tatlı söz işitemez oldun. Ne yapmıştın da herkesi kendinden soğutmuştun? Seni annen bile anlamakta zorlandı. Özgürlükten, eşitlikten dem vuran ağabeyinle arana demirden duvarlar örüldü ilk günden. Neden?! Sen de özgürlük istiyordun, sen de adalet bekliyordun, sen de cennetten bahsediyordun oysa... Fakat farklı kulvardaydı koşun...
Okuduğun sıralar, sabah, öğlen, akşam tabldotları, aynı yağmurda ıslandığına inandığın insanlar neden sırtlarını döndüler bir anda?.. Onlara vebalı olmadığını, aksine koca bir düş çınarına yaslandığını anlatıp durdun... Dinlemek istemediler... Yalnızlık en güzel dosttur dedin ve sustun... Şu dilin rahat durmuyordu ki yerinde... Bir akşam yemeği sırasında ağabeyinle kıyasıya tutuştuğun o kavga... Ne annenin arabuluculuk çırpınışları, ne yengenin saygı-sevgi nutukları, ne de kardeşinin içli hıçkırıkları fayda etti. Susmadın... Özenerek yaptığın irmik helvasını çok beğenen ve alaylı bir üslupla:
"Ölünce benim helvamı da sen yaparsın." diyen ağabeyine:
"Tabii ki yaparım, ama seni tonlarca irmik temizlemez." diye gülümsedin.
Artık fazla oluyordun. Dünün bîçare çocuğu, büyüklerine ders mi veriyordun... Bu ülkenin kanunları vardı ve her ailenin prensipleri... Beğenmezsen çeker giderdin... Bulunmaz Hint kumaşı değildin... İstersen Manisa'ya ya da Bakırköy'e de götürebilirlerdi seni... Ama iyilikten anlamazsın! O kavgadan çok geçmeden valizini alıp çıktın evden...
İlk kez legal bir sebeple değil de, firar edercesine terk ediyordun yuvanı... Seni bekleyen yatılı bir okul yoktu gideceğin; ya da geceler boyu nöbet tuttuğun işin... Bir basmaydın. Korkmuyorum desen yalan olurdu. Yalnızca Rabbini düşünmek sakinleştiriyordu ruhunu. İnşirah Suresi'ni terennüm edip duruyordun, karanlığı yararak yol alan otobüsün içinde... Göğsünde dipdiri dualar çağıldıyordu. Her duana amin diyecek Sahabe-i Kiram yoktu yanında; ya da istediğini sana kavuşturacak sihirli bir değneğin... Hüzünler devşirecektin bundan böyle... Bir de mücadele vardı ölünceye değin...
Çarpışacaktın hayatın bîteviye gerçekleriyle... Aynen senin gibi inandığını ama yaşama babında mazeretlerini terk edemeyenleri gördün meydanın göbeğinde... Şu amalar hep puttan duvarlar ördü insanlarla arana. Zaman zaman acaba ben mi fazla amasız yaşıyorum diye düşündün. Amalara sığınmayı denedin. Birazcık hoşgörüden, insanları olduğu gibi kabullenmekten zarar gelmezdi. Dünyayı sen mi düzeltecektin. Sende yığınla emeği olan insanlara döndün... Vernelle yumuşatılmış çamaşırlar gibi sarıldın sevdiklerine. Bizimki kafayı toparlamış dîye sevindiler... Öyle ki seni rehabilite edebilmek için seferber oldular... Uzun zamandır aradığın sıcaklığı buldun göğüslerinde. Onlara haksızlık ettiğini düşündün. Seni olduğun gibi kabullendiklerini sandın... Nafile... Belki helva kavgalarına tutuşmadın, belki kıldığın namazlar sebebiyle; günde beş vakit jimnastik yapıyorsun; formunu hep korursun bundan böyle, diye alay edilmedin. Neye yaradı durgun denizlere döndüğün?.. Kavgacı yüreğin silikleşti, sönükleşti... Onlara benzemedin ama kendin de olamadın...
Neyse ki çabuk sıyrıldın bu tuğyandan... İnadına aşka, inadına hürriyete yürüdün... Bu kez zırhtan ayetlerle sarmaladın yüreğini. Kolay değildi işin. Pamuk tarlasında demir madeni arıyordun. Kolaycılığa sığınırsan altın madeni bile bulurdun. Fakat altınların sahte parıltısı gözlerini köreltirdi; kör ederdi de bir daha asla yolunu doğrultamazdın...
Kendi yağınla kavrulmayı öğrendiğinden beri hazırlıklısın hayata... Bata çıka, düşe kalka öğrendin ayakta kalmayı... Fakat bu sefer de hüznün koyultucu buhranına kapıldın... Kaç zamandır umudu konuk etmekten kaçınıyorsun... Kaç şafak oldu dualarını kaybedeli... Bu kirli savaşlar yüreğini bir ahtapot gibi sarıyor, kanını iliğini soruyor, imgelerini, düşlerini çalıyor... Televizyon ekranları hain bir delinin içselliğiyle sömürüyor ruhunu... Ceset yığınları olağanlaştı gözünde. Birbirini sevmeyen, kırıp döken, cesedine bile hınç duyan, yıllardır tefrikayı hüner sayan kardeş müsveddelerine yeteeer! diye haykırmak geliyor içinden? Yarını düşlemekten, zaferi istemekten yorgunsun...
Yapma! En büyük yanılgı bu! Bireyler ve devletler ölçü değildir hiçbir zaman; Hangi beşeri zaaf köreltebilir akideni? Hangî dünyalık kaos yarı yolda bırakabilir? Söyle!.. Öyleyse durma gözlerine sımsıkı hapset umudu... Evrendeki hiçbir zafer ya da mağlubiyet senden bile olsa fazla kaale alma. Allah günleri evirip çeviriyor; herşeyin bir hikmeti var. UNUTMA!
Ve aşka tutun inadına... Hayat dediğin nedir ki? Ölene kadar istediğin hiçbir şey olmasa da sevdan kalbinde mi, seni savuruyor mu kavganın orta yerine; ona bak... Çoğulcu! düşler besle; fakat azı da umutla dimdik ayakta tut. Ne yarındır seni kurtaracak olan, ne de dünün dinginliği... Bugün, şu an, şu saniye nasıl yüreğin? Yü-re-ğin ne alemde? Hazır mı ebediyete?..
Ben yazgınım senin... Acılar, sevinçler, hüzünler, aşk ve zaferler devşiriyorum; senin için. Ömrünce yüzleşeceksin benimle... Seni seviyorum ey dost!.. Haydi sen de bana sevdiğini söyle!..