Şubat 1998'de Kosova'da akmaya başlayan kan bir kaç ay içinde ikinci bir Bosna trajedisine dönüştü. Sırplar bir kaç yıl önce Müslüman Boşnak halka uyguladıkları vahşeti tekrara başladılar. Aslında arka plana bakıldığında taraflı tarafsız herkesin beklediği bir süreç yaşanmaktadır.
Şu ana kadar Çetniklerin savunmasız halka karşı süren katliamları yüzünden, Kosova Kurtuluş Ordusu'nun sürdürdüğü meşru silahlı direniş kanlı bir savaşı başlatmıştır. Yalnız gelişen süreçte Arnavut liderliğinin ve halkın önemli bir kısmının egemen müstekbirlere bel bağlayan tavrı devam etmektedir. Priştina'da yapılan gösterilerde Nato'yu hemen müdahaleye davet eden ve yarın yapılacak müdahalede kurtaracak kimsenin kalmayacağını içeren mesajlar gönderilmektedir. 1998 Haziranı'nda sanki müdahale edecekmiş gibi hazırlanan Nato, Arnavutluk'ta yaptığı tatbikatla güya Sırplara mesaj göndermiştir. Bosna tecrübesinden müstekbirlerin tavrının ne anlama geldiğini iyi bilen Sırp'lar ise katliamlarına rahatça devam etmektedirler.
Bunun en önemli göstergesi Haziran ayında dünya müstekbirlerinin en haydutu ABD'nin temsilcisi Holbrooke'un bölgeye yaptığı ziyarettir. Laik basında egemenlerin Sırplara haddini bildirmesi olarak çarpıtılan gezide zalimlerin gerçek yüzü, görmek istemeyenler dışında herkes için tam anlamıyla açığa çıkmıştır. Onca katliamı yapan ve halen sürdüren Sırplar değilmiş gibi Arnavut halka sorunun alevlenmemesi için silahlı mücadeleden hemen vazgeçilmesi gerektiği mesajı verilmiştir, Sırplar, Holbrooke'un 24 Haziran 1998 tarihinde Drenitsa'da Kosova Kurtuluş Ordusu yetkilileriyle yaptığı görüşme sırasında temsilciye eşlik eden gazeteci grubuna bile ateş etmekten çekinmemişlerdir. Sırpların çok açık bu saldırganlığına rağmen olayı görmezlikten gelen temsilci ertesi gün Belgrad'a geçerek her iki tarafın açıklamalarına göre gayet yararlı görüşmeler yapmışlardır.
Batılı müstekbirler, sömürge imparatorluklarını kurup, geri kalan dünyayı daha iyi sömürebilmek için 18. yüzyıl sonu itibariyle milliyetçilik zehrini dünyaya yaymaya başlamışlardı. Millet kavramı daha önce ortak egemenliklerinin siyasi ifadesinin bir devlette somutlaştığı, farklı toplumların ortak inanç temelli yaşam biçimi olarak algılanmaktaydı.
Millet kelimesinin Kur'an'daki kullanımına baktığımızda günümüzdeki anlamından çok farklı bir manaya geldiğini görürüz. Millet ifadesi yedi defa "İbrahim milleti" olmak üzere on beş kere Kelamullah da kullanılmıştır.
".... Ben, Allah'a inanmayan, ahireti de inkar eden bir kavmin milletini bıraktım ve babalarım İbrahim İshak ve Yakub'un milletine uydum.. "(12/Yusuf, 37-38)
"Onların ileri gelenleri, 'Yürüyün ilahlarınıza bağlılıkta sebat edin, sizden istenen şey budur' diye yola çıktılar. 'Bunu diğer milletlerde (dinlerde) de işitmedik. Bu sadece bir uydurmadır." (38/Sad 6-7)
Millet kavramı Kur'an'daki kullanımı ister hak, isterse batıl olsun insan topluluklarının kimliklerini oluşturan ve o toplulukların çevresinde toplandığı inanç ve o inancın oluşturduğu şeriat anlamındadır. Fakat yukarda belirttiğimiz gibi batılı müstekbirlerin çabalan sonucu son 200 yıl içinde millet kavramı anlam olarak ciddi değişime uğramıştır. 1795 Fransız Halklar Bildirgesi'nde aşağıdaki madde yer almıştır:
"Kendisini oluşturan bireylerin sayısı ve üzerinde yaşadığı toprağın büyüklüğü ne kadar olursa olsun her halk bağımsız ve egemendir."
Mikro milliyetçiliğe kapı açan bu madde sayesinde kavram değiştirilmeye başlanmıştır. Böylece millet kavramı, aynı etnik kökene sahip, aynı dili konuşan ortak bir geçmiş, gelenek ve toprağı paylaşan insanların oluşturduğu ufak veya büyük topluluklar şeklini almıştır.
Tarihe bakıldığı zaman son iki yüzyıl gibi çok kısa bir zamanı içeren bu anlayış değişikliği uğruna milyonlarca insan ölmüş ve yurdundan sürülmüştür, çünkü yeni anlayışı içeren bu kavramı benimseyenler, varlığını diğer toplumları dışlayarak sürdürmektedirler. Yaşayabilmek için düşmana muhtaçtırlar ve düşmanı yoksa oluşturmak zorundadırlar. Batılı müstekbirlerin çabaları sonucu oluşturulan milliyetçi akımlar sonucu ulus devletler kurulabilmiştir. Yani milletler ulus devletleri ve milliyetçi akımları oluşturmamış, ulus devletler saptırılmış anlamıyla milleti oluşturmuştur.
Yayılan bu zehir sayesinde toplumların birbirlerine düşman olmasının sonucu batılı müstekbirler amaçlarına ulaşıp dünyayı yağmalaya-bilmiştir. Oluşturulan ulus devletler zannedildiği gibi sömürgeciliğe karşı olmamıştır. İşin doğrusu bu suni devletler, sömürgeciliğin payandası ve işbirlikçisi konumundadırlar.
Bu zehrin en etkin olduğu coğrafyalardan biri de Balkan yarımada sidir. Balkanlarda yayılan milliyetçiliğin yol açtığı ağır tahribat sonucu oluşan dağılma ve yıkım, siyasi literatüre Balkanlaşmak kavramını kazandırmıştır. Balkanlara yayılan milliyetçilik sadece Hristiyan milletleri değil Arnavutları da etkilemiştir. Bunun sonucu Balkan Savaşlarından sonra Adriyatik kıyılarında Arnavutların ulus devleti kurulmuştur.
Fakat Arnavut halkın yaşadığı coğrafyanın önemli bir kısmı Çetniklerin eline düşmüştür. Bunun sonucu milliyetçiliğin yol açtığı yıkım, yakın tarihte defalarca görüldüğü gibi Kosova'da tekrarlanmaya başlanmıştır. Bu yıkımdan daha acı olan ise milliyetçilik tuzağına düşen %90'ı müslüman olan Arnavutların düştükleri tuzak gereği gelişmeleri çok yanlış değerlendirip, Sırp saldırganlığına karşı egemenlerden medet ummasıdır.
Aslında egemenlerin yukarıdaki tavırları sadece kimliklerinin bir gereğidir, Bu konudaki en büyük yardımcıları da maalesef kendilerini sömürten zillet içindeki mazlumlar olmuşlardır. Elbetteki bilinçli ve zulme karşı direnen bir halkın sömürülemeyeceği, sünnetullah gereğidir. Gene Sünnetullah'ın bir gereği olarak belirtmeliyiz ki riski göze almadan, bedel ödemeden, kısaca direnmeden egemenlerin kendileri için çizdiği sınırlara razı olanlar, bir süre sonra bu sınırların daraldığını ve yaşama haklarının bile müstekbirlerin çıkarlarına uygunsa tanındığını göreceklerdir. Zulme karşı direnmek insanın onur ve hayatını sürdürebilmesi için mahkum olduğu bir gerçektir. Zulme uğradığımızda egemenlerden medet ummak ise bizi onlara köle yapmaktan başka bir sonuca yol açmaz.
Kosova halkının önemli bir bölümünün ayetlerle sabit bu Sünnetullah'ı üstelik yakın tarihte şahit oldukları Bosna kıyamına rağmen görememesi çok ciddi bir kimlik sorunu yaşadıklarının en büyük delilidir. Ezici çoğunluğu Müslüman olan Arnavut halkın tevhidi kimliğin gereği olan eylemliliği sergileyememesi bu kimlik sorununun ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Ülkemizde ve dünyada yaygınlaşan zulme karşı onurumuz ve ilkeli yaşamımızı korumanın tek yolu topyekün tevhidi bir anlayışla direniş ateşini yakmaktır. İslam coğrafyasının her tarafında sürdürülecek milliyetçi yaklaşımlardan uzak, tevhidi bir direniş karşısında müstekbirler kaybetmeye mahkumdurlar. Çünkü egemenlerin hakimiyetlerini sürdürmesinin kaynağı onların gücü değil müslüman toplumların bilinçsizliğidir. Müslümanların Furkan ile yollarını aydınlatması; izzet, direniş ve zafer yolunu görmemize yetecektir.