Suriye hadisesi her yönüyle bir turnusol kâğıdı sanki! Her geçen gün yeni yeni ibretlik tablolarla karşılaşıyoruz. Duyduklarımız, gördüklerimiz bırakın izahı, inanılır gibi değil adeta! Kan içici bir despotun çeşitli payelerle taltif ve tebcil edilmesine, bölgesel ve küresel stratejiler adına insanların maruz kaldıkları vahşetin meşrulaştırılmasına, zalimin zulmünden ötürü mazlumların mahkûm edilmesine ve daha bir dizi kirliliğin, suçun, günahın pişkince savunulmasına şahitlik ediyoruz. Suriye’nin Kürt nüfusunun yoğun olduğu kuzey bölgesinde, yani Suriye Kürdistanında gelişen hadiselere verilen tepkiler bu gariplikler dizisinin son halkasını teşkil etmekte.
16 Temmuz’dan itibaren sınırdaki Ceylanpınar’a komşu kent olan Rasul Ayn/Serekaniye’de PKK’nın Suriye kolu PYD’ye bağlı YPG militanları ile Cephetun Nusra savaşçıları arasında başlayan çatışmalar geniş bir bölgeye yayılmış durumda. Devam eden çatışmaların sadece bu iki örgütle sınırlı kalmadığı biliniyor. Cephetul Ekrad gibi Kürt örgütleri YPG ile birlikte davranırken, hem Özgür Suriye Ordusu içinde yer alan hem de ÖSO’ya dâhil olmayan Suriyeli bazı direniş grupları da Nusra ile birlikte hareket ediyor. Çatışmaların 26-27 Temmuz’da Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştiren PYD Eşbaşkanı Salih Müslim’le yapılan görüşmeler sonrasında tarafların uzlaştırılması ile sona ereceğine dair beklenti de kaybolmuş durumda.
Çatışmaları Kim Başlattı?
Öncelikle çatışmaların neden yaşandığını bilmek lazım. PYD çevreleri yoğun bir propagandayla çatışmaların Nusra mensuplarının saldırısıyla başladığını iddia ediyorlar. Burada saldıran taraf olarak tanımlanan Nusra’nın nasıl olup da Serekaniye’de üstünlüğü PYD’ye kaptırdığı ise muamma. Bekleneceği üzere bu gariplik PYD güçlerinin kahramanlığı ile izah ediliyor! Yani Nusra hem saldırmış hem de elinde tuttuğu kenti rakip güce kaptırmış oluyor! Aynı şekilde Tel Abyad’da da kontrol İslami grupların elinde olmasına rağmen yine saldıran taraf olarak bu güçler gösteriliyor.
Dikkat çekici olan nokta şurası ki, PYD bir yandan mağdur ve mazlum taraf olarak resmedilirken, bir yandan da “Kürtlere statü” tartışması gündemleştiriliyor. Öz yönetim, geçici hükümet, seçimler ve benzeri konular tartışmaya açılıyor. Yani, PYD’nin kısa vadede Cenevre Konferansında temsil edilme çabası ve uzun vadede bölgede hâkimiyet kurmaya yönelik girişimleri ayan beyan ortadayken her şeyin bir anda Nusra’nın saldırısıyla başladığı iddiasına herkesin inanması isteniyor. Doğrusu inanmaya hazır bir kitle olduktan sonra bunun hiç de sorun olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Nusra’nın ve diğer rejim muhalifi güçlerin tutumu ise gayet net: İki yılı aşkın bir süredir türlü zorluklarla ve ağır bedeller ödeyerek Esed rejiminin tasallutundan kurtarılmış bölgelerde açıkça rejimle işbirliği içinde davranmış bir gücün oldubittisini kabullenmiyorlar. Bugüne kadar sürekli biçimde rejimle koordineli hareket ederek kendisine alan açmaya çalışan PYD’nin bölgeyi kontrol etme çabasına karşı çıkıyorlar.
Bu tutum Türkiye’de “fanatik örgütlerin Kürtlere karşı savaşı” olarak sunuluyor. Bu sunumun sadece PKK taraftarı ve Kürt milliyetçi çevreleriyle sınırlı kalmaması ilginç. Liberal, sol ve Kemalist aydınlar arasında da geniş bir yankı bulabiliyor. Bizim açımızdan çok daha çarpıcı olan şey ise İslami aidiyete sahip olduğu düşünülen bazı çevrelerin de bu şablona göre hareket etmekte pek zorluk çekmemesi. Bunlar arasında Müslüman kimliklerinin içini Kürt ulusalcılığı ile mezcederek boşaltmış Kürt-İslam sentezcileri başı çekerken, muhalif takılma adına sola öykünmeyi, solun peşine takılmayı politika bellemiş omurgasız aydınlar da kendilerine ayrılan yerde arzı endam etmekteler.
Kimin Dili?
Türkiye medyasında belli bir kesimde yaklaşık bir yıldır yansıması görülen Rojava güzellemesinin son dönemlerde bir hayli geniş bir çevreye yayılmış olduğu görülmektedir. Solcusundan liberaline, hatta bir kısım “İslamcı”sına kadar geniş bir kesimde Rojava kavramı adeta kutsal bir mekân, bir belde olarak anılmaktadır. Konunun mahiyetine bilahare geleceğiz ama kavramsal düzeyde sergilenen saçmalığa kısaca değinmekte yarar var.
Rojava Kürtçede “batı” anlamına gelen bir kavram. Kürdistan coğrafyasının 4 parçaya bölündüğü ve bütünleşmesi gerektiğini savunan Kürt milliyetçiliği ideolojisi açısından bölünmüş ülkenin batı yakası anlamında kullanılıyor ve Suriye Kürdistanına denk düşüyor. Yani Rojava tarihsel ya da coğrafi bir gerçeklik olmaktan öte, ideolojik bir tanımlama. Bu yönüyle Rojava kavramının tercih edilmesi, “Rasul Ayn değil Serekaniye” ya da “Aynel Arab değil Kobani” tartışması gibi bir bağlama oturmaz. Doğrudan milliyetçi bir ideolojik söylemin kurgulamasına denk düşer. Ne var ki, ideolojik körlükle gelişen kavram kargaşası bazılarını komik duruma düşürebiliyor. Örneğin bir insan hakları derneğinin açıklamasında “Suriye'nin Rojava bölgesi” şeklinde bir ifadeyle karşılaşabiliyorsunuz. Bu noktada kullandığımız dilin kime ait olduğunun önemine bir kez daha dikkat çekiyor ve sadece düşüncenin dili değil, dilin de düşünceyi şekillendirdiği gerçeğinin altını çiziyoruz.
Aynı şekilde Nusra ve diğer İslami örgütler hakkında PKK çevrelerinin kullandıkları “çeteler-çeteciler” kavramsallaştırmasının da medyada yaygın bir tarzda tekrarlandığını görmek dikkat çekici. Hedef ne? Bu örgütlerin her türlü kirli, zalim icraata imza atabilecek yapılar olarak tavsif edilmesinin altyapısını kurmak. Savaşan örgütler hakkında çete gibi tahkir edici bir kavramı benimsettiğinizde o yapıların eylemleri hakkında her türlü olumsuzluğun, karalamanın, iftiranın çok daha rahat bir zemin bulacağı açıktır.
Nitekim bu doğrultuda yapılan propagandalar etkili de olmuştur. Mesela 1-2 Ağustos tarihleri arasında yazılı ve görsel basında ve daha yoğun olarak da sosyal medyada dolaşıma sokulan Nusra’nın Kürt köylerine saldırdığı ve hepsi sivil, kadın ve çocuklardan oluşan 70 civarında Kürdü öldürdüğüne ilişkin görüntüler sorgusuzca sahiplenilmiş, bu yalan baz alınarak bildiriler kaleme alınmış, eylemler tertip edilmiştir. Öyle ki, İslami camia içinde yer alan bazı şahıs ve kuruluşlar dahi bu seviyesizliğe alet olmuşlardır. Çarpıcı olan şudur ki, iddia edilen katliam görüntülerinin daha önce Baas rejimince gerçekleştirildiği gerçeği ortaya çıktıktan sonra dahi geri adım atılmamış, özür dilenmemiş, bilakis kurgulanmış yalan üzerine inşa edilmeye çalışılan bina yükseltilmeye devam etmiştir. Milliyetçiliğin zaten tümüyle efsaneler, kurgular, yalanlar üzerine temellendirilen bir ideoloji olduğu bilindiğinden Kürt milliyetçi çevrelerinin ve tam tekmil müttefikliğine soyunmuş sol kesimlerin bu yalanlarla hemhal olmasına şaşırmıyoruz elbette ama İslami camia içinden birilerinin bu derece basiretsizlikle malul olmalarından üzüntü duymamak mümkün olmuyor.
Kalıplaşmış Tezler ve Klişeler
Bu yazıda konu çerçevesinde sıkça tartışılan, daha doğrusu yoğun propagandaya konu olan bazı hususları değerlendirmeye ve cevaplamaya çalışacağız. Yalnız buna geçmeden önce milliyetçi kimlik, söylem ve tezlerin tümünün Müslümanlar açısından batıl olduğunu, değer ifade etmediğini ve İslami kimlikli ve laik-milliyetçi yapılar arasında yaşanan mücadelede bir Müslümanın hiçbir biçimde tarafsız olamayacağının altını çizmek isteriz.
- Nusra ve diğer Suriyeli muhalif örgütler ile PYD arasındaki çatışma Kürtlere karşı bir savaş mıdır?
Kendilerini topyekûn bir halkın, belli bir etnik kimliğin tümünün temsilcisi olarak tanımlayıp konumlandırmaya çalışmaları bütün milliyetçi hareketlerin ortak tutumudur. Türkiye’de PKK yanlısı yapıların da sıkça yaptığı üzere PKK veya PYD kavramları ile Kürtler kavramını eşdeğer tanımlama kurnazlığı basit bir propaganda taktiğidir. Oysa ne PKK ne de PYD tüm Kürtleri temsil etmez, sadece kendisine destek veren, bağlı olan bazı Kürtleri temsil edebilir. Ne var ki, Kürt ulusalcıları, diğer tüm ulusalcılar gibi, kendilerini içinden çıktıkları halkın biricik ve tek meşru temsilcisi gibi gördüklerinden sürekli biçimde böyle bir kavramsallaştırmaya giderek önce söylem düzeyinde, bilahare zihinlerde ve nihayet pratikte bir özdeşleşme sağlamayı hedeflerler.
Nasıl ki İslami gruplar, kendisini Arap halkının temsilcisi konumuna oturtan Baas rejimiyle mücadele ettiklerinde Araplara karşı ya da Arapların statüsünü ortadan kaldırmak için savaşmış olmuyorlarsa, Kürtlerin temsilciliği iddiasındaki bir güçle savaştıklarında da Kürtlere karşı savaşmış olmazlar. Suriye’de Baas rejimine karşı savaşan İslami gruplar etnik temelde bir araya gelmiş, milliyetçi tutum sahibi yapılar değildir ki, Kürtlere ya da bir başka topluluğa karşı tavır alsınlar! Zaten bu yapılar içinde Kürtler vardır. PYD/YPG ile İslami gruplar arasında gelişen çatışma etnik-kavmî değil, ideolojik temelli bir meseledir. İslami grupların kendisini açıkça laik kimlikle tanımlayan ve şeriat düzeninin tesisine karşı mücadele konumuna oturtan PYD’yi Kürtlükle özdeş görmesi ya da Kürtlerin temsilcisi gibi algılaması söz konusu değildir.
Burada gözden kaçırılmaması gereken bir husus da Kürt milliyetçilerinin kendi pozisyonlarını tahkim etme kaygısıyla İslami yapıları Araplaştırma çabasıdır. Sadece İslami kimlik bazında bir araya gelmiş ve harekete geçmiş yapılara mensup Müslümanlar ağırlıkla Arap kökenli olsalar da Araplık adına ya da Araplar adına mücadele etmemektedirler. Ama her şeye etnik-kavmi şablonlarla bakmaya şartlanmış ulusalcı körlük muhataplarını ısrarla bu kategoriye dâhil etme çabası sergilemektedir.
- Suriye’de savaşan mücahidler yabancı mıdırlar?
Suriye’de Baas zulmünün yol açtığı vicdanları kanatan görüntülerin yaygınlaşması ve intifadanın silahlı mücadeleye dönüşmesiyle birlikte farklı beldelerden sayısız Müslüman Esed zulmüne karşı kardeşlerine destek olma amacıyla buraya gelmişlerdir.
Müslümanlar ulus devlet sınırlarını esas alan bir anlayışla hareket etmez, edemezler. Yeryüzünün tümünde zulmün ortadan kalkması ve hakkın ve adaletin hâkim olması için mücadele etmekle mükelleftirler. Dolayısıyla Türkiye’den, Mısır’dan, Çeçenistan’dan ya da Amerika’dan gelen bir Müslüman için Suriye yabancı bir yer değildir, Müslüman kardeşlerinin yaşadığı ve kendisinin de sorumlu olduğu bir beldedir. Bu yüzden Suriye’ye farklı coğrafyalardan bütünüyle saf ve halisane duygularla gelen Müslümanları “yabancı savaşçılar”, “teröristler” “cihadçılar” ve benzeri kavramlarla adeta ne idüğü belirsiz, tehlikeli yaratıklar şeklinde resmetmek çok çirkin ve de anlamsız bir karalamadır.
Bu konuda PYD açısından yürütülen polemik, tezvirat ise çok daha komiktir. Doğudan batıya, kuzeyden güneye birleşik Kürdistan hayaline sahip olanların birleşik ve büyük İslam devleti idealini bir tür suçlama konusu şeklinde algılamaları ne kadar dar ve seçici bir bakış açısına sahip olduklarının göstergesidir. Kendileri için büyük onur atfettikleri bir tutumu başkalarında gördüklerinde büyük bir suçmuş gibi yaklaşmaları tutarsızlıklarını ortaya koymaktadır.
Nihai tahlilde Türkiye kökenli bir örgüt olmasına rağmen PKK’nın kendi saflarında pek çok Suriyelinin, İranlının yer aldığı; gerek kurucu gerek yönetici kadroları içinde Türk ya da Arap kökenli unsurların bulunduğu; hatta bünyesinde yer alan örneğin Alman savaşçılardan örgüt medyasında her zaman övgüyle söz edildiği bilinen bir durumdur. Ve tüm bu olgulara rağmen Allah yolunda ve mustazaf kardeşleri için Suriye’ye koşan mücahitler bu tiplerce “yabancı” kavramıyla değersizleştirilmeye, karalanmaya çalışılmaktadır. Bu yapının çelişik zihnini yansıtmak üzere şu örneği hatırlatalım: 30 Temmuz’da Kamışlo’da kimliği belirsiz kişilerce öldürülen PYD’nin önemli isimlerinden İsa İbrahim Hiso’nun Ferhat isimli oğlunun hikâyesi ilginçtir. PKK saflarında yer alan bu kişi 2005’te Trabzon’da güvenlik güçlerince öldürülmüştür. Acaba Kürt milliyetçileri Suriyeli bir Kürt’ün Türkiye Kürdistanını da geçtik, Trabzon’da ne işi var diye hiç sormuşlar mıdır?
- PYD Esed rejimine muhalefet etmekte midir?
Mevzi bazı çatışma durumlarını bir kenara bırakacak olursak, PYD’nin bugüne kadar Esed rejimine net bir karşı tutum geliştirdiği görülmemiştir. Buna karşın örtülü bir işbirliği içinde olduğunun ise pek çok delili mevcuttur. Rejim güçleri pek çok yerde savaşın yoğunlaştığı bölgelere güç kaydırması yapmak üzere mevzilerini ve silahlarını PYD/YPG’ye bırakmış ve buralarda etkinlik sağlamasına yol açmıştır.
Daha çarpıcı olan ise ne zaman rejim güçleriyle muhalifler arasındaki savaş kızışsa PYD unsurları muhalifler aleyhine harekete geçmekte ve adeta Esed güçlerine nefes aldırmaktadır. Nitekim son çatışma sürecinde de bu işbirliği tekrarlanmıştır. Rumeylan petrol yatakları bölgesinde Temmuz ayının son haftasında Cephetun Nusra ile PYD güçleri arasında süregelen çatışmalara Esed güçleri de dâhil olmuş ve Nusra mevzilerini havadan yoğun bombardımana tabi tutmuştur. Yine Tel Abyad’da PYD güçleri ile Irak ve Şam İslam Devleti adlı grup arasında çatışma sürerken 29 Temmuz’da Baas ordusuna ait jetler IŞİD mevzilerini bombalamıştır.
Salih Müslim “Savaşçılarımızı Şam’a savaşmaya göndermiyoruz diye suçlanıyoruz!” diye konuşmaktadır. Bu doğru değildir. Muhalifler PYD’den savaşçılarını Şam’a ya da bir başka bölgeye göndererek kendilerine destek olmasını değil, bulundukları bölgelerde Esed rejiminin güçlerine tavır almalarını istemektedirler. Oysa taraflar arasında bir tür “centilmenlik anlaşması” varmışçasına karşılıklı idare etme tutumu sergilenmektedir.
- PYD Kürt halkının özgürlüğünün savunucusu mudur?
PYD tüm milliyetçi örgütler gibi kendisini “ulusun biricik temsilcisi” konumunda sunma gayreti içindedir. Elinde bulundurduğu silah gücü sayesinde de bu iddiasını basit bir tez olmaktan öteye götürüp, açık bir dayatmaya dönüştürebilmektedir. PYD’nin örgütsel zeminini paylaşan çevrelerin bu dayatmaya ilişkin olarak doğal bir kabullenme tavrı içinde olmaları zaten beklenen bir durumdur. Buna karşın başta İslami hassasiyet sahipleri olmak üzere ulusalcı körelmeye maruz kalmamış kesimlerin ise PYD zihniyetinin ve pratiğinin neyi temsil ettiği ve ne vaat ettiğinin farkında olması bir zorunluluktur.
Öncelikle tüm ulusalcı oluşumlar gibi PYD’nin temsil ettiği ideoloji ve kimlik Müslüman halkların doğasına, dokusuna aykırıdır ve reddedilmeyi gerektirir. Müslümanlar ideolojik/akidevi düzeyde ulusalcı bir şartlanma ve eğilim içinde olmamalıdırlar, olamazlar.
İlaveten PYD’nin temsil ettiği siyaset tarzı ve geliştirdiği pratik de İslami hassasiyet sahiplerini geçelim, insani hassasiyet sahibi hiç kimsenin asla hoş göremeyeceği, kabul edemeyeceği, boyun eğemeyeceği bir baskı ve zulüm zemininin inşasına yöneliktir. Güçlü olduğu her yerde kendisi dışında hiç kimseye faaliyet yürütme hakkı tanımayan, muhaliflerini en zorba yöntemlerle baskı altına almaya, sindirmeye kalkışan bir anlayışın onurlu, şahsiyet sahibi kimseye herhangi bir şey vaat etmesi mümkün değildir.
Özetle, Allah’ın izniyle Suriye’nin bütününde bir gün sona erecek Baas diktatörlüğünün küçültülmüş bir versiyonunu, Suriye’nin daraltılmış bir bölgesinde farklı isimlerle yeniden inşa ve icbar etmenin kimseye bir hayır getirmesi söz konusu olamaz. Arap ırkçılığına dayanan Baas zulmünden kurtulacak Suriye Kürtlerinin, Kürt Baasının pençesine düşmesinin pek büyük bir talisizlik olacağına kuşku yoktur.