Yasaların haklar çerçevesinde değil de, egemen sınıfların çıkarlarına göre yürütüldüğü ülkelerde, bürokrasinin ve adalet mekanizmasının halkın aleyhine işlediği, baskıların şiddetinin arttığı, düzenin gerçek renginin daha bir netleştiği görülür.
Egemenler, sanayi odalarını işgal edenlerin, dış sermaye ortaklıklarının, hazine arazilerini fütursuzca yağmalayanların çıkarlarının tehlikeye girdiği dönemlerde tüm kozlarını harekete geçirirler. Blöf dönemleri askıya alınıp, hile ve baskılar artar. Psikolojik savaşı baskınlar, gözaltılar, soruşturmalar, yargılamalar izler. Medya yolu ile halkın bilinçli/bilinçlenen kesimini yıldırma, korkutma, sindirme operasyonlarının zemini hazırlanır. Halkı bilinçlendirmeye çalışan kesimlerle halk arasına gerilen "radikal" yorum/iftiraların pişirilip sunulduğu Medya mutfakları kollarını sıvar ve Medya Tower'lara konuşlandırılan rampalardan savrulan bomba haberlerle yaylım ateşine başlanır. Buralardan yapılan sortiler, çıkarların zedelendiği ortamlar yatışıncaya dek devam eder.
Kişiler seçilir. Rotaları belirlenir Resmi ağızlardan ifadelendirilmeyen tehditler dolaysız yollardan bunlara söylettirilir. Resmi ağızlar da boş durmaz Efendilerinin çıkarları adına Anayasa başta olmak üzere, tüm kanun ve tüzüklerin çiğnenebileceği, her yolun mubah görüleceği, bunlar tarafından ima edilir. Tabular sancaklara dönüşür. Sopaların üstündeki abalar bir kenara bırakılır. Suni gerilimler ve iç çatışmalar unutulur, gerçek düşmana kilitlenilir. "Hukuk" bunun için işletilir "Hukuk adamları" maaşlarının hakkını verme yarışına girerler. Hantal olduğu iddia edilen "adalet mekanizması" hızını artırır. Her gün miskin miskin oturulan kürsülerde, bu defa aslanlar belirir. Fazla mesai yapmaları onları yıldırmaz. Yükselmek, göze girmek, şereflere nail olmak için yakalanan fırsatlar geri tepilmez.
Kendilerini yakından ilgilendiren konunun, "irtica"ın laikliği bir lokmada midesine indirme tehlikesi olduğunu bildiklerinden; ne Sarıyer'in yağmalanması, ne uçak alımlarındaki yolsuzluklar, ne üçüncü köprünün gerçek hikayesi, ne de Köstebek davasının kamu yararına çözümlenmesi, onların ilgi alanı dahilinde değildir. Dolayısıyla, Meclis Başkanı'nın Askerlerle ilgili Susurluk komisyonu belgelerinin üstünü örttüğü bir ülkede, bu konularda duyarlılık beklemek safdillikten başka bir şekilde algılanmaz.
Tabii safdilliklerini büyük bir hevesle sürdürmek isteyenler, Asker-Emniyet-Siyasetçi üçgenindeki çeteler savaşında, "Gladyo sorgulanıyor", "Derin Devlet çözülüyor", "pislikler temizleniyor" gibisinden havada uçuşan beylik sloganlara da kulaklarını kabartmış olabilirler. Oysa bunlar, bu sloganları atanların, faillerin bizzat kendileri olduğu gerçeğine inanmak istemezler. Bize sadece savaşan tarafların tetikçilerinin izletildiğinin ise farkında değillerdir. Geriye dönüp baktığımızda aklımızda kalanın, sadece bir kaç tetikçinin ifadesi, tedirginliği ya da alaycı bakışları; vatanseverlik ya da vatan hainliği ezgilerinin, dinletilen, seyrettirilen, okutulan bir senaryosu olduğunu unuturlar. Tetikçiler yargılanır, salıverilir. Bir zamanlar manşetlerde aşağılananlar yeniden görevlere getirilir. Asker ve siyasetçi ayağında bir tökezleme olmadan, tetikçiler üzerlerine düşen sorumlulukları ifa edip, kenara çekilirler. Eş-dost düğünlerini renklendirip, gidişata yeniden adapte olurlar.
Aslında değişen ve değişecek olan hiçbir şey yoktur. Mizansen tamamlanmıştır. Birkaç aylık çatışmada oynanan oyunlar tutmuş ya da tutmamıştır. Taraflarca fark etmez. Torbada nice yeni tezgahlar, belgeler, kasetler ve kampanyalar zamanını kollamaktadır sadece.
Dedik ya, değişen bir şey yoktur. Halkın parasının yağmalanması, tüyü bitmemiş yetimin hakkı, yolsuzluk, teşvik, kara para, uyuşturucu ve silah trafiği, batık krediler gündemdeki yerini korumaktadır.
Değişmeyen bir şey de, bu deyim ve kavramların hep aynı ağızlardan telaffuz edilmesidir. Ağızlarına almaktan en fazla utanması gerekenler bunlardır, ama en fazla kullananlar yine bunlardır. Çünkü telaffuz sahipleri bu kavramların gerçek sahibidirler. Telaffuzdaki yoğunluk çıkarların çatışması sebebiyledir. Siz hiç bu kavramların bir de halk ayağı olduğunu duydunuz mu?
Tüm bunlar düzeni tam tekmil tanımlayan birer sıfat, hem de değişmesi ya da ortadan kaldırılması teklif dahi edilemeyen köşe taşlandır. Çıkar çatışmaları bunlar için yapılır, bayramı kapan yoluna devam eder.
Temcid Pilavı ve Biz
Bu ülkede düzen böyle işliyor. İşliyor işlemesine ama demokrasi, sivilleşme, temiz toplum, şeffaflaşma tartışmaları da temcid pilavı gibi, her seferinde pişirilip önümüze sürülüyor. Şu veya bu kesimden "aydın" denen tayfa da, kimler için ve ne adına kalem oynattıklarını unutturup, bu kavramları beylik tahlillerle sözde tartışmalara konu ediyorlar. Suyun üzerinde kaydırılan taşların nereye düştüğü konusu ise aylarca, yıllarca gündemimizi işgal ediyor. Biz de, denizin dibine itildiğimiz unutturulduğundan, aynı geminin tayfaları olduğumuz inancıyla, yosunların arasında, bu konularda kendi teorilerimiz olması gerektiğine inandırılıyoruz hep geminin içini bırakın, suyun üzerindeki pislikleri göremediğimizden, gemiyi olması gerektiği gibi değerlendirmekten aciz kalıyoruz.
Demek ki sorun, düşmanın kimliği ve niteliğinden ziyade "biz"den kaynaklanıyor Çünkü bu "biz", her seferinde pilavı bir kez daha yemeye aday oluyor.
Fırsatı Tepmeyelim
Bu ülkede kendisine "müslüman" sıfatını yakıştıranlar, ilk defa ortak bir sorun etrafında birleşebilmenin fırsatını yakalamışlardı. İmam Hatip'ler meselesi, düzen İle müslümanların ayrıştığı noktada, çok büyük dersleri ve imkanları bünyesinde barındırıyordu. Süreç bize, MGK toplantılarının, tavsiye kararlarının, 'cunta' kavramının ve bunlarla aramızdaki perdelerin nasıl aralandığını/aralanabileceğini öğretti. Neyi, nereye kadar, hangi güçle yapabileceğimizi, "biz" dediğimiz vakıanın nelere tekabül ettiğini bir kez daha zihnimize kazıdı. "Biz"in kimliği, niteliği, şuur altındaki kirlilikleri bir bir ortaya döküldü. "Biz"e giden yolda önemli adımlar da atılmadı değil; bir musibetin bin nasihat karşısındaki değeri bir kez daha ortaya çıktı. Ama bulanık sularda yüzmeye çalışanların ısrarları, bu süreçte de kendisini gösterdi. Nitekim daha önceleri de bu "Bizin, "hayır, bu oyuna gelmiyoruz, bu topraklarda bir arada ve kardeşçe yaşamak istiyoruz" diye haykırdığına, kendi görüşlerini öne sürdüğünü zannederken, düşmanın tezlerine saplanıp kaldığına, çelişkilere vurgu yaptığını düşünürken, düzenin şemsiyesi altındaki herhangi bir siyasal güce temayül ettiğine hep birlikte şahit olduk.
Sistem içi çıkarlar, "Biz"in ikiyüzlülük ve komplekslilik batağına saplanıp kalmasına sebebiyet verdi hep. Yakın tehlike ve risklerde aynı tavrını devam ettirdi. Tehlikenin olmadığı ya da bertaraf edildiğinin zannedildiği ortamlarda ise, "Biz"i kirlerden arındırmak isteyenlerle girişilen "iç tartışmalar"a duçar olduk.
Egemenlerle birlik olup "Biz"e saldıran "hoşgörü şarlatanları"na karşı hep sessiz kaldık. Ne tepki gösterebildik, ne de dışlayabildik. Hatta belki de hiç böyle bir niyetimiz olmadı. Bu tavırsızlığın arkasındaki siyasi ve ekonomik çıkarları bir kenara bırakıp, koca bir "BİZ"in nasıl oluşturulması gerektiğini çok fazla düşünmedik.
Mesela, gündemin günah keçileri ilan edilenlerin desteklediği ve umut bağladığı bir siyasal oluşumun aleyhine egemenlere akıl veren, "kapatmayın, süründürün, bunlara destek veren %15'i de sindirin ve merkez sağa kaydırın; çünkü Türkiye gerçeği bunu emrediyor." diyen bir adama, bir Allah'ın kulu çıkıp da; "Biz Mekke gerçeğine başkaldıranların takipçileriyiz!" diyemedi. "Pankartlar ve sloganlarla olmaz" diyerek, bir yerleri işaret parmağıyla gösterenlere, hiç kimse; "peki bayraklar ve özür beyanlarıyla nereye kadar?" diye sormadı. Geleneksel kimliği diriltmek isteyen onca vakıftan burs alıp, onca okuldan mezun olanlar, bayraklar, vatan şiirleri ve hoşgörü sözcükleriyle hiçbir yere varılamayacağını bir kez daha tecrübe etti. "Bin musibet"in de fayda etmediği ortamlar akıllara hep şu tabloyu getirdi.
Bir grup azınlık, sizi sırf kimliğinizden ötürü boğmak istiyor, siz, "ben yaşamak istiyorum!" diye bağırıyorsunuz. Oysa sizin kimliğiniz olmasa, o sizi boğmaya yellenmeyecek. İpi boynunuza sizi değil, kimliğinizi boğmak için geçiriyor. Vücudunuz değil istediği, kimliğiniz. Siz ise "lütfen, yaşamak benim en doğal insani hakkımdır." diyor ve onu cesaretlendiriyorsunuz. "Lütfen!" dediğiniz yerde ilmeği daha çok sıkıyor. Karşısında onurlu bir düşman da görmek istemiyor. Hakkını gaspettiği kesimlerin yalvarmalarına dahi tahammülü yok. Çünkü o,"Efendiler! Yeni nesil sizlerin eseri olacaktır!" "nass"ına uygun hareket ediyor. Cellatların var olduğundan haberdar olmayan kitlelerle iletişimimizi sağlayacak ve farkına varanların kütlesini genişletecek olan bizim nass'larımızın sesi ise, bizzat "içimizdekiler" tarafından kısılmaya çalışılıyor!
"Onurlu ol, kendine gel, müslümanların beklentilerine ihanet etme!" diyenleri harcayarak prim yaptıklarını zannedenlerin maskeleri düşürülmedikçe, "BİZ"den daha sağlıklı açılımlar beklemek de zorlaşıyor.
Düzenin Mantığı İçimizdeki Mantıksızlık
Düzen bildiğini okumaya devam ediyor. Ama bizim cephede, düzeni "Tağuti" olarak nitelendirenler de dahil olmak üzere, kafa karışıklıkları devam ediyor. Egemenler, sadece "Milli Eğilim" oyunlarıyla değil, tüm hukuki, siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda müslümanların etkinliklerini kırmaya, geleceğini yok etmeye çalışırken, ne sağlıklı bir mücadele metodu, ne de vakıayı topyekün görüp, önlemlerini ona göre alabilecek öneriler öne sürülemiyor. Akademik laf ebeliklerine bayılıyoruz, ama sorun yaşadığımız vakıa olunca nutkumuz tutuluyor.
Aylardır müslümanlar olarak yazılı ve görsel basın yoluyla, resmi, "gayrı resmi", "sivil" ve askeri ağızlardan yapılan topyekün saldırı ve hakaretlere maruz kaldık. Onlar kinlerini kustular, ama biz içimizdeki nefreti bir ateş topu haline getiremedik. Siz 'Şu'sunuz ve biz 'Bu'yuz diyemedik. Tek sesimiz meydanlar oldu. Bunun dışında sindirilmeyi ya da susmayı tercih ettik. Biz kendi içimizdeki müzmin muhalefet geleneğini sürdürürken, düzen ince ince üzerimize gelmeye başlamıştı bile.
Önce bilimsel yalanlar dinledik her zamanki gibi. "Çocukların 12 yaşında sağlıklı kararlar veremeyecekleri, 15'ini beklemeleri gerektiğini' haykırdılar günlerce "Ben 15'imdeyim ve tercihimi İ.H.L'den yana kullanıyorum diyenlere. 5 sene, başörtü ve üniversite engellerini getirdiler.
Bilimsellik yalanlarını, taarruz planları izledi. Kirli savaşta katledilen gençlerin kanı üzerinden rant elde edenler, uyuşturucu ve silah kaçakçılığından elde ettikleri çıkarları gün yüzüne çıkarmak isteyenleri havaya uçurup, bedelini müslümanlara ödetenler, PKK'lı ilan etti bizleri.
Kendi evlatlarını ne bilimsel ne de manevi/ahlaki açıdan hayat boyu eğitemeyenler, bizim 8 yılda bile eğitilemeyeceğimiz sloganını manşet yaptılar günlerce.
Çetelerin pisliklerini örtmekte zorlananlar ve sonunda bunları aklayanlar, içimizde örgütler olduğunu savundular.
Ürküntü verici olarak hep çiçeklerin tekmelenmesinde olduğu gibi, panzerlerin üzerine çıkılmasını lanse ettiler. Asıl ürküntü verici olanın, işkencelerde zorla alınan ifadeler, başörtülü öğrencilere çektirilen eza, kimlikleri ortada olan insanların çıkardıkları yayın organlarının illegal örgüt bültenleri gibi gösterilmesi olduğunu ise unutturdular.
"Bunlar İran bağlantılı!!! Şunlar CIA-Sudan işbirliği ile eğitiliyorlar!!! Şu şu dergiler, şu marka bilgisayar, bu databank sahipleri sorgulandılar!!!" diyerek, müslümanların yüzlerini duvara dönüp, ceketlerini başlarının üzerine örterek kameralardan kaçan görüntülerini kazıdılar belleklere
Evet! Ceketler başlarda ve yüzler duvara dönük. Bu, sadece birkaç gencin değil, bu ülkede kendisine müslüman diyenlerin içler acısı görüntüsüdür. Utanacak, arlanacak olanlar öğrenci evleri basılan ve işkence gören gençler değildir. Utanacak birileri varsa, hala özgürce kalem oynattığını, tv'lere demeçler verdiğini, bilmem hangi vakfın başına getirilerek kendisine paye verildiğini zannedenler, bilmem hangi finans kurumuna fıkhi bilgilerini satıp, İslam'a hizmet ettiklerini düşünenlerdir.
O çocuklar, eğer yüzlerini kameralara dönüp "Biz buyuz ve haklıyız, suçlu ve haksız olanlar ise sizlersiniz" diyemiyorlarsa, kendine müslümanlık payeleri biçenlerin başları dik yürümeye hakları yoktur. Eğer o çocukların üzerinde taşıdıkları kimlik utanılacak bir kimlikse, ya da kitlelere böyle lanse edilebiliyorsa, bu utanç hepimizindir. Kimse bu utançtan kendini beri tutamaz.
Evet! Biz hala bunları tartışırken, düzen günah keçisi ilan ettiklerine dört koldan saldırmaya devam ediyor, savaşı kesintisizce sürdürüyordu. Olup bitenleri yeni gelişmeler kovaladı. Bu defa da her zamanki gibi sahnede MGK vardı. 28 Şubat'tan değil, 80 yıl öncesinden devralınan, ama sadece darbe dönemlerinde hatırlanan gelenek devam ediyordu. Ordu parlementonun üzerindeydi. "Anayasal bir kurum" oluşunu bir yana bırakın, Anayasa'yı kendisi yapıyor ve dayatıyordu sermayeyi, dış ilişkileri o denetliyor, hükümetleri onaylıyor ya do azarlıyordu.
28 Şubat'tan itibaren değişen tek şey, tüm bu gerçeklerin ekranlardan ve gazete sütunlarından dikte ettirircesine halka izlettirilmesiydi. MGK listeler yapıyor belli bir kesimin sermaye gruplarına saldırıyordu. Muhalefet partilerinin görevim üstleniyor. Hükümete eleştiriler ve tehditler yağdırıyordu. Haberciler ülkenin güvenliği ile ilgili bir konuda sorularını Milli Savunma Bakanı yerine, onun önünde yürüyen bir generale soruyorlardı Bu fiili durum da başta parlemento olmak üzere medya ve büyük sermayece onaylanıyor ve alkışlanıyordu.
Ardından MGK Genel Sekreterliği'nde hazırlandığı öne sürülen ve MGK'ca yalanlanmayan bir tasarı da gündemin rengine uygun olarak tartışmaya ağlıyordu. Bir nabız yoklaması imajı veren, ama mevcut zihin/inanç yapılarını bildiğimiz kesimlerin orta vadede uygulamaktan hiç çekinmeyeceklerini tecrübe ettiğimiz bu "sanal" tasarı Türkiye gündeminin baş maddesi oldu. Olması da normaldi. Türkiye halklarının yarısından fazlasının yaşam tarzlarını 3 yıldan az olmamak kaydıyla cezalandırmaya tabi tutmayı öngören bu tasarı, mevcut süreçte "demokratlıklarını askıya alanlar"ın bile şaşkınlıklarına sebebiyet verdi. Türkiye'de "mevcut durum"un arka planını aktarmanın ya da görünen vakıayı tanımlamanın suç olduğu biliniyordu. Şimdi ise vakıayı bizzat yaşayan, gören, tanık olanlar suçlu ilan ediliyordu. Öyle bir dönemden geçiliyordu ki, artık rejimin, kendisini halkın teveccühleri sayesinde ayakta tutma niyeti bile ortadan kalkmış gözüküyordu. Artık iş "bakın devlet hiç namazınıza orucunuza karışıyor mu!" diyenleri bile utandıracak, utandırmayı bırakın korkutacak, evinden dışarı çıkmasına müsaade etmeyecek bir noktaya vardırılmak isteniyordu
Aslında bu tasarı, kanunlaşmasa da, uygulanmasa da, egemenlerin zihni yapılarını apaçık göstermesi, düzenin rengini, kimliğini, tarafını ortaya koyması açısından oldukça eğitici, öğretici bir özelliğe sahipti. Bundan böyle "devlet kimin devleti?, devlet sistem ayrı mı, ordu peygamber ocağı mı?" gibi sorulara verilecek cevapların mevcut pratiği içlerine sindire sindire yaşayanlar açısından hep teorik kalacağı aşikardı. Yalnız bu defa da ortaya bir başka handikap çıkıyordu. Derin devlet olgusuna karşı "gerçek devleri ya da "bizim devletimiz" koruma adı altında sağcılığı besleyen yeni bir tehlike müslümanların gündemine giriyordu. Artık bir "derin devlet" bir de onun karşısındakiler vardı ki, ne derin devletin ne de bu "karşısındakiler"in çerçevesi tam bir belirginlik arzediyordu. Ama değişmeyen tek şey gerek derin devletin, gerekse onun "sivil toplum"sal uzantılarının, baskılarının giderek artacağı gerçeğiydi.
Bu gerçek, kabul edelim ya da etmeyelim, bağrında iki faili birden taşıyordu. Bunlardan ilki, hiç tartışmasız 'Egemenler'di. Ama ikinci fail bize çok uzak değildi. Bunlar bu ülkede, isminin başına müslüman sıfatını yerleştirip, başları dik yaşayabilen kesimlerdi.
Dahası, düzenin mevcut kurumlarının İslam karşıtı işlevlerini unutup, kolluk güçlerini müslüman ilan edip, siyasi/sosyal tahlillerde sosyolojik ahkamlar kesenlerdi. Kompleksli tavırlar sergilemek bir yana, ailevi, sosyal, ekonomik çıkarları adına konjonktür icabı, kimliklerinin üzerini örten, ibadi misyonlarını müslümanlara hatırlatanlara, "bunlar marjinal, bunlar üçbeş bini geçmez" diye hakaretler yağdıranlardı.
Bu ikinci failin, bizzat içimizde olduğunun bilincinde olmalıyız.
Nitekim bu failler, ne düzeni tam olarak tanıyorlar, ne de kendilerine biçtikleri sıfatları. Mevcut süreci tahlil edebilecek basireti yakalayamayanlar, ya bilinçli olarak sürece karşı direnenleri karalıyorlar ya da böyle vahim bir ortamda dahi müzmin muhalefet geleneklerini sürdürüyorlar.
Bunlar sadece muhafazakar kimlik sahipleri değil, aynı zamanda sağlıklı/sahih bir "BİZ" oluşturmaya aday olduklarını ilan edenler. "Biz" ve "Onlar"ı olması gerektiği gibi tahlil edemeyip, sağlıksız bir direniş sürecinin ortaya çıkmasına sebebiyet verenler.
Burada faillerin tümünü ya da yanılgı biçimlerini uzun uzadıya tahlil edecek değiliz. Ama en azından şu kısa vadede serdedilen yanlışlara vurgu yapmakta fayda mülahaza ediyoruz.
Sağcı-Muhafazakar Yanılgı
Süreci, düzeni, kimliğimizin gerektirdiği mücadele metodunu tanımlamada serdedilen yanlışlardan ilki, sorunu sadece İ.H.L.'ler bazında algılayıp, sağcı-muhafazakar bir karşı çıkışın ortaya konmasıdır.
Egemenlerden "Merkez Sağ'a yakışır bir biçimde hareket etmesini" talep edip, ANAP misyonunun tartışma konusu yapılması, geçmişteki sapmaların halen güçlü bir biçimde yaşadığının göstergesidir. Özal dönemiyle, bugünün karşılaştırılması, belki bir siyasal partiyi seçmenle tehdit etme ve kısa vadede geri adım atmasını sağlama amaçlı bir girişim olarak nitelenebilir. Ama bu, bilinçli bir tavrın stratejik bir eğilimi değil, muhafazakar-sağcı kimliğin tipik tepkisidir. Bu tepki biçimi halen, daha radikal eğilimler sergilemeye başlayan kesimlerde de, kişileri hedef alma mantığıyla, geçmişten devraldığı geleneği sürdürmektedir "Mason Demirel", "Yarasa Yılmaz", "Yılmaz Rusya'ya'', "Müslüman Polis" bunun tipik uzantılarıdır.
"İmam Hatibime Dokunma" şeklindeki bir talebi seslendirenler de bu sınıfa dahil olup, Yılmaz'ın Alevi kesimle olan buluşmasını ve "8 yılın bizzat onun tarafından bu kesime armağan olarak sunulmasını" ihanet olarak değerlendirenlerdir.
Burada, sağcı bir Başbakan nasıl olup da Baykal ve Ecevit'le aynı düzlemde buluşur sorusu gündeme getirilip, düzenin yıllardır bölücülük yaptığı ve halktaki cahili ayrılıkları sürekli körüklediği ve beslediği gözardı edilmiştir.
Nitekim bu kesimin, son dönemde ortaya atılıp "irtica ile mücadele" konusunda MGK operasyonlarının devamı niteliğinde olan ve bir nabız yoklama görüntüsü veren kararlara yönelik tepkilerinde de, halkın gittikçe gelişen algılayış biçimi ile ters orantılı yorumlarına şahit olduk. Düzenle olan ilişkilerde titizlik gösterme ve adeta parmakların ucunda yürüme görüntüsü çizen bu yorumlar, sağcılaşmadan kurtulabilmenin müjdelerini bünyesinde barındıran bu sürece karşı yapılan bir haksızlığı göstermesi açısından da dikkat çekiciydi. Önce "Rahmetli" Özal'ın kemiklerinin sızladığı ile ilgili kehanetler, ardından son bir yılı hiç yaşanmamış sayıp -ve sanki bugüne kadar MGK yapacağı işlerde ANAP'a danışmış gibi- 163'ü ANAP'ın kaldırdığı ve tekrar geri getirmeyeceği ile alakalı tespitlere kadar, yeniden bir sağcılık örtüsüne bürünüldü. "Niye böyle yapıyorsunuz... Bu ülkeyi en az sizin kadar seviyoruz" söylemiyle başlayan mevcut yorumlar, "... Yaraya tuz basmayın, zira olan bitenler halk nezdinde hâlâ TSK bünyesindeki küçük bir grubun 'kural dışı odaklaşması' olarak görülmektedir" tespitleriyle bitiyordu ki, bu halka da, mevcut süreci buram buram ensesinde hisseden kitlelere de klavuzsuz/ölçüsüz bir yönelimin, nasıl yanlış adreslerde yol alacağını gösteriyordu.
Aynı zamanda, bu kesimin kalem erbabı, halen, kemalist ya da sol cepheye yaptıkları eleştirileri İslami misyonu yerine getirmekle eşdeğer görüp, içinde yüzülen muharref geleneği sorgulamayı kendi kimliklerini zedeleyici bir girişim olarak nitelemekten de geri durmuyordu. Bu sağcı-dindar tepki, Kur'ani tavrın önüne geçtiği müddetçe, ıslahatçı yönelimlere köstek oluşturan bir bulanıklığın devam edeceği de aşikardı.
Beyazıt Eleştirileri Hedef Saptırıyor!
Beyazıt meydanı, tarihsel misyonu gereği, bu ülkede kendisine müslüman sıfatını yakıştıranlara kimlik aşılamaya çalışan bir simge olagelmiştir hep.
Egemenler, bu meydanı dolduranları "örgüt" ve "legal"lık suçlamalarıyla karalayıp, sürekli halktan ayrıştırmaya çalışmış, İran, PKK vb. üzerinden halktaki milliyetçi eğilimleri provoke edegelmişlerdir. Çünkü bu meydan, mevcut uygulanma ve gündemlerden insanları hep haberdar etmiş, onları uyarmış, silkindirmiştir. Bu ülkede yetmiş yıldır yaşanan, devletle halk arasındaki uçurumun niteliğini belleklere kazımaya çalışmıştır. Düzenin kimliğinden en ufak bir gölge düşmemiştir bu meydana. Anadolu'ya da örnek olmuştur. Yılların birikimini, içlerindeki nefreti eyleme dökmelerine vesile olmuştur.
Gerek egemenler, gerekse "içimizdeki" zevat tarafından hep "ebter" olarak nitelendirilmiştir Beyazıt insanı. Egemenleri tevhid bayrakları ve hedefi on ikiden vuran sloganlarıyla kızdırmış, Özalist erbabı ise hep utandıragelmiştır. Fazla söze hacet yoktur. Başörtüsü meseleleri, Körfez savaşı, Filistin mücadelesi, Türkiye'nin Ortadoğu ve dünyadaki misyonu, egemenlerin gerçek yüzleri hep burada deşifre edilmiş ve dillendirilmiştir. Bunu başaran bir avuç insandır. Kimi Türkiye'deki İslami mücadele yükünü üstlenmiş; kimi Bosna'da, Ogadin'de, Çeçenistan'da savaşmış; kiminin kardeşi ya da ağabeyi çeşitli İslam beldelerinde küfürle savaşırken şehid düşmüştür. Kimileri de çok gençtir daha Hayatının baharında zulme karşı haykırmayı öğrenmekte, zulmün sıcak nefesini ensesinde hissederek gelip gitmektedir bu meydana.
İşte birilerini öfkelendiren, diğerlerini de utandıran bu mütevazi meydanı dolduran insanlar, bugüne dek Rablerinin onlara biçtiği tarihsel misyona hiç ihanet etmemişlerdir. Hem içten, hem de dıştan "siyasal İslam bitti, tükendi" diyenlere en güzel cevabı yine bu meydanın gerçek sahipleri vermişlerdir.
"Eğer sıfatımız siyasal İslamcı olarak konmuşsa, bilin ki zulüm varoldukça demokrasinin, çoğulculuğun, birarada yaşama projelerinin maskeleri bir bir düşecek, ama siyasal İslam güçlenerek varolacaktır" diye haykıragelmişlerdır hep.
Yaşadığımız süreçte yine Beyazıtlar gündemdeydi Kitle iletişim araçlarını ellerinde bulunduranlar yine var güçleriyle Beyazıtlara saldırdılar Her zamanki gibi örgüt bağlantılarına vurgular yapıldı. Ama ne "İçten ve "dış'tan başlatılan karalama kampanyaları, ne de ülkenin başbakanının "Bunların içinde PKK'lı provokatörler var" iftirası basiret sahiplerinin aklını çelmeye yetmedi bir türlü.
Eylemleri "kışkırtanlar"ın marksistler olduğu kurgusu ise düzenin komplo teorisyenleri tarafından start alıp, "hoşgörü üstadı"nın müridleri tarafından sahiplenildi. Onlara göre "Beyazıtlar, marksistler tarafından, düzeni irtica öcüsüyle korkutmak ve sol tandanslı bir darbe yaptırtmak amacıyla düzenleniyordu!"
Bir de "içimizdekiler" konuştu yine. Hani şu, kıyafetlerini dahi Amerika'dan getirtip, sonra da gündemin en can alıcı zamanlarında Beyazıt'a saldırıp prim yaptığını zanneden "bizimkiler".
"Evlatlarını bir lokma ekmekle geçindirmeye çalışanların, çocuklarını özel okullarda okutanlarla ne gibi bir ilişkileri olabilir?" diye sormayın. Caprice otellerde tatillerini geçirirken, müslümanların acılarına bigane kalanlar hep utanageldiler Beyazıtlardan.
Tercihlerini modern hayatın karanlıklarına dalmış olanlardan yana yapanlar, ya da kimliklerini düzenden tam bağımsız bir mecraya oturtma niyetinde olmayanlar, bu meydanı bir deşarj ve polisle çatışma ruhunun bir dışavurum yeri gibi göstermeye çalıştılar.
Beyazıt insanının ise, bu haksız ve mesnetsiz iddialara cevabı, her zamanki gibi nefsi olmaktan öte, kimlik içeren bir tarzda oldu. Hep ilkeler öne çıktı onun üslubunda:
"Biz polise gül vererek, toplumsal yağdanlık görevi görmekten imtina ederiz. Ama niyetimiz hiçbir zaman onları karşımıza almak değildir. Bu iddianın sahipleri mesajımızı ve eylemlerimizin hedefini daraltmaya, ön plana çıkarttığımız kimliği yok etmeye çatışanlardır. Kendilerini Asker-Emniyetçi-Siyasetçi üçgenindeki çeteler arası savaşta tercih kullanmak zorunda hissedenler ise, bizi anlamakta hep zorlanacaklardır.
Bizim, yapılmak istenenlere ve sergilenen kimliğe zarar verdiğimizi söyleyenler haklıdırlar. Ne idüğü belirsiz, sınırları muğlak, savunuları eklektik bir kimliğe "hayır!" diyoruz.
Bu kimlik, özür dileyici, kompleksli, oportünist, saptırıcı olduğu müddetçe, olması gerekeni gündemde tutmaya devam edeceğiz. Çünkü namazımız, orucumuz, dualarımız hep bunu emrediyor!
Eğer bunlar size çok sloganik geldiyse, o zaman slogansız yaşayın! Ama yaşayın! Yaşamadığınız bir hayat için günah keçileri aramayın! Mertçe 'ya sayamıyoruz, bu yükü kaldıramıyoruz' deyin! Ama cephe almayın! Hele hele bizleri ve Beyazıt'ı hedef saptırmalarınıza hiç alet etmeyin!"
Diğer Yanılgılar
Tevhidi mücadele misyonunu üstlenen bazı kesimler tarafından, özellikle Milli Eğitim kurumları başta olmak üzere, bürokraside sol-alevi kökenli kişilerin devlet tarafından kullanılması operasyonunun, devletin sol-aleviler tarafından ele geçirilmesi olarak değerlendirilmesi de büyük bir yanılgıyı bünyesinde barındırmaktadır.
Burada amacın, sol-alevi kesimin ideolojik eleştirinin hedefi haline getirilerek, rejimin Hafız Esad türü Baasçılaşmaya doğru kaydığına vurgu yapmak, böylelikle Sünni kitleyi topyekun bir hedefe kilitlemek olduğu anlaşılmakla birlikte, bunun önemli bir sapmayı da beraberinde getireceği görülmelidir.
Nitekim, düzenin sol-aleviler tarafından ele geçirildiği doğru değildir. Bu, sosyal demokrat kesimin, "devleti gericiler ele geçirdi" tespiti ile ortaklık arz eden bir fobiyi bünyesinde barındırmaktadır.
Bu düzen, oligarşik bir düzendir, işine geldiği zaman milliyetçileri kullanır, işine geldiği zaman da muhafazakar kesimi ya da sol-alevi kitleyi Bunun böyle olduğu bilindiği halde, hedef saptırmasına giderek, 12 Eylül öncesinde olduğu gibi, düzenin istediği oyunun içine çekilmek büyük bir yanılgıdır.
Bir diğer yanılgı türü ise, Kur'an dedikleri halde, düzenin işleyişini ve kitlelerin bilinçlenme ve ıslah süreçlerini yaşanan realitelerden kopuk görüp, Kur'an'ı perspektifi hayata hakim kılma mücadelesini mevcut gündemlere takılmak olarak görüp, soyut tartışmaları önceleyenlerin içine düştükleri yanılgıdır.
İslami hareket süreci açısından dikkate alınması gereken en önemli yanılgı türü bu kesim tarafından dillendirilmektedir. Zira bünyesinde, durağanlığı, pasifliği, daha da önemlisi yanlış tespitler üzerine bina edilen bir sapmayı barındırmaktadır. Kur'an'dan beslendiklerini iddia edenlerin vakıaya bu derece yabancılaşmaları aslında bir yanılgı türünden ziyade, sürecin ezmeye, yıldırmaya, yok etmeye çalıştığı insanlara yapılan büyük bir haksızlık ve insafsızlık olarak algılanmalıdır.
Bu kesimlerin yaklaşımı, gündemden tamamen uzak kalmak olarak görülmektedir. Haksızlıklara tepki göstermeyi, "Sistemin kendisini meşru görmek, sistem içi davranmak ve tepkisellik olarak niteleyen bu tip insanların, İslami mücadele için emek sarfedenleri "Çakçakçı müslümanlar"* yaftasıyla nitelendirmeleri ise anlaşılır bir durum değildir.
Düzen dört bir koldan saldırıyor; İslami tüm çabaları tehlike olarak görüyor; "Senin çocukların zorla benim istediğim kalıba girecek; Şu şu okullarda okumayacak; şu şu kurumlarda çalışmayacak; çalışsa bile benim istediğim şekilde giyinecek; Yani "Onu ben büyüteceğim, rızkını istediğim kadar vereceğim, kendi kimliğimi benimseteceğim, ben sizin Rabbinizim" diyor. Buna tepki göstermek, "Zinde güçlerin aşırı hassasiyetlerine karşı reaksiyoner tavır içine girip, sistem içi davranmak oluyor. Üstelik ardından bir de çağrı yapılıyor; "Bu yolu seçmiş olanlardan uzak duralım" diye. Sormak lazım, acaba çağrıları kime? Sabahın dördünde kızının hakkını zalimlerin yüzüne haykırmak için meydanların yolunu tutanlara mı? "8 yıl artık kanunlaştı; bundan sonraki tepkiler anti-demokratik ve illegaldir" diyenlere karşı Anadolu'nun dört bir köşesinde işlerini güçlerini bırakıp sokaklara dökülenlere mi? Yoksa "Kur'an" konulu çalışmaları seminer salonlarında sürdürenlere mi? Onların zaten mevcut gündemle alakaları yok ki. Onların literatüründe ve fizyolojik yapılarında 'tepki' diye bir refleks de yok. Tek tepkileri, duyarlılıklarını serdetmeye çalışanların umutlarını baltalamak.
Yine sormak lazım, Acaba "egemenler, sizlerin sürekli öncelenmesini istediğiniz konularda yasaklar koysalar; "halkın gündemine bunları sokmanıza izin vermiyoruz" deseler, siz de buna tepki gösterseniz, sistem içi mi davranmış olursunuz? Ayrıntılarda mı boğulmuş olursunuz? Çak-çakçılar gibi çelişkiye mi düşmüş olursunuz?
Rejimi, İslami mücadele ve bilinçlenme sürecini, artıları ve eksileriyle yanlış değerlendirmekten kendilerini alıkoyamayan bu kesimin, mevcut gelişmeleri/gündemi küçümsemeleri, sadece vakıaya ne kadar uzak durduklarını göstermekte ve İslami kimliğe faydadan çok zarar vermektedir.
Son olarak, sürekliliğini devam ettiren bir diğer yanılgıya da değinmekte fayda görüyoruz. Bu da rejimin müslümanlara yönelik uygulamalarını, "Müslümanların hakları" olarak değil de, "demokratik haklar" olarak dile getirilmesini, böylelikle marjinallikten kurtulup, tüm toplumu kuşatan bir üst söyleme sahip olunmasını salık veren anlayıştır. Bu yanılgı bugüne kadar, başörtü ve İ.H.L'ler başta olmak üzere hemen her meselede kendisini göstermiş ve bir türlü maya tutmamıştır.
Bu önerinin en büyük hatası, olumlulukları, kazanımları giderici ve bir kimliğin farkında olunmadan gelişimini engelleyici, Tarihsel-tevhidi tebliğ ve uyarıya da uygun olmayan bir işlevi bünyesinde barındırdığını görmemesidir.
Konunun teorik boyutu bir yana, bu süreçle alakalı tespitlerinde de önemli eksiklikler bulunmaktadır. Nitekim mevcut tablo, marjinal olanın müslümanlar değil, egemenler olduğunu gösterdiği gibi, Anadolu'ya ayak basamamaları, gittikleri yerlerden kovularak ve protestolara maruz kalarak dönmeleri de, insan haklarına saygı göstermediklerinden ötürü değil, mevcut tavırlarının İslam düşmanlığı noktasına odaklanmasından kaynaklanmıştır.
Yine İslami bilinçlenme süreciyle alakalı olarak, "Müslüman Zulme Boyun Eğmez" çağrısı, tabiri caizse, işkenceyi yenecek olan insanlık onurunun müşriklerde değil, mü'minlerde olduğuna vurgu yapan, kimlik oluşturucu bir çağrı olmuştur. Doğrusu, sindirilmeye çalışılan kitleler, "Sırf Rabbimiz Allah'tır dedikleri için" ezilmeye, geriletilmeye, korkutulmaya ve çaresizlik içine itilmeye çalışıldıklarının farkına varıyorlarsa bu çok büyük ve önemli bir kazanımdır. Marjinale ise zulmün ve zulüm sahiplerinin Sünnetullah içerisindeki yazgıları olabilir ancak.
Evet! Bu yanılgılardan kurtulma ve doğru mesajı, doğru yerlere iletme basiretini gösterme cihetine gitmezsek, insanların sindirildiği, çocuklarını istediği okullara kayıt yaptırmaktan ürktüğü böyle bir düzende, ileride savunulacak ne kimlik kalır, ne de o kimliği savunacaklar. Ya da Allah bizi giderir ve yerimize başka bir topluluğu getirir. Zira bu, Allah'ın değişmez yasasıdır.
Şahitlik ve Gerçeklik
Kimlik erozyonuyla, kimlik gelişimini birlikte yaşadığımız bu süreç, maalesef müslümanların insiyatif belirleyici tavırlarından ziyade, düzenin saldırılarıyla doğru orantılı olarak gelişmektedir. Müslümanlar, kendilerine karşı yürütülen girişimlerin ardından, durmaları gereken yeri, göstermeleri gereken tepkileri tecrübe ederek öğrenmektedirler. Ancak bu süreçten gereken dersler çıkartılmaz, ayrıntılarda ve küçük denizlerde boğulmaya devam edilir, tartışmalarımızın boyutları genişlemezse, umutlar korkulara, kazanımlar kuşkulara dönüşebilir. Gücümüzün değeri anlaşılmaz kılınır. Bu da yeni korku, kuşku, ümitsizlik ve bıkkınlıkları getirebilir.
Umutlarımız, kendimizi ıslah edebildiğimiz oranda gelişir. Bu ıslah, sadece teorik boyutları olan, sadece tartışma alanlarında yaşanan zihinsel bir gelişme değildir. Aynı zamanda kendimizi ve karşımızdaki gücü tanımaya çalışmak, realiteyle doğru orantılı olarak, akidemizi zamana uydurmaktır. Akidemiz, Kur'an'dan yola çıkan, zamanımızı kuşatan ve tüm siyasi, ekonomik, toplumsal gerçeklikler karşısında durduğumuz yeri, aldığımız tavrı, gösterdiğimiz/göstereceğimiz duyarlılıkları belirleyen eylemlilikler/salih ameller bütünüdür. Tarihsel realitelerden ve yaşanan vakıadan kopuk hiçbir olgu akidenin konusu olamaz. Akidenin değeri an içerisinde yaşandığı ölçüde Kur'an'la ölçülür. Şimdiki zamanın konusu olmayan hiçbir şey Kur'an'ın, dolayısıyla akidenin konusu olamaz. "Zaman bu zamandır" diyerek sergilenen pragmatist girişimler de, akide içerisinde kendine yer bulamaz. Korku, pasifizasyon, yılgınlık (ye's), duyarsızlık, tepkisizlik gibi kavramlar akidenin düşmanıdır. İhlas, reca (ümit), vahdet, sabr gibi kavramlar ise hayat içerisinde, olaylar karşısında takındığımız tavırlar mucibince değer kazanan, somut realitelerdir.
Akide, yaşanarak öğrenilir ve içselleştirilir Onu sağlamlaştırmak ise ancak, sürecin içerisinde tüm ilkeli duyarlılıkları kuşanarak yer almakla mümkün olabilir. İmanın gereklerini sergilemek, korkusuzca taraf olmak, gördüğünü/görebildiğini hesapsızca haykırmak, azgınlaşan ve azgınlaşmayı salık verenlerin karşısında büyük setler oluşturmaya aday olabilmektir. Risk almayan ve risk üstlenmekten kaçan hiç kimse, kitaplardan çıkardığı düsturlarla sağlam bir akidenin sahibi olduğunu iddia edemez. Bu meyanda ne siyeri, ne tarihsel fıkhı, ne hadis literatürünü kullanmaya hakkı yoktur. Çünkü yaşadığımız vakıa siyak ve sibakiyle ortadadır. Olayların tefsiri, yaşanan zulmün tam göbeğinde yer almakladır. Yorumlanacak, te'vil edilecek şeyler bizi ancak realiteyle yüzleştirebildiği ölçüde anlamlıdır. Nüzul ortamı ise bugünkü konjonktürün ta kendisidir. O halde rehbere/kitaba sarılmak artık, anlamak, yüzleşmek, hesaplaşmak, öğrenmek, tecrübelenmek, kavramak ve tavır sahibi olmakla eşdeğerli olduğunu her zamankinden fazla hissettirmektedir. Kitabı anlamakla-realiteleri anlamak arasındaki ilişki doğru kurulabildiği müddetçe, güçlü zannettiklerimiz karşısındaki varlığımız olgunlaşarak gelişecek, engel olarak gördüğümüz unsurlar basitleşecek, aldanmak ve aldatılabilmek kimliğimizin makus talihi olmaktan çıkacaktır.
· * "Çakçakçı" kavramı, bu kesim tarafından, gerçek hedefle değil, ayrıntılarla uğraşanlar anlamında kullanılmıştır. Her nedense aynı kesim, düzenin müslümanlara ve İslami değerlere yönelik başlattığı saldırılara karşı üzerine düşen vazifeleri yerine getirmektense, gündem dışı tartışmalar yapmanın sürece daha uygun düştüğünü öngörmektedir.