Zil zurna sarhoştu yine. Meyhanedeki arkadaşları dağılmasa evinin yolunu tutacağı yoktu ama meyhaneci o ekşimiş suratıyla hepsine verip veriştirince, çareyi cebindeki paranın son kuruşuna kadar boşaltıp meyhaneyi terk etmekte bulmuştu. Akşamcılığın bir bu saatlerini sevmezdi. Bütün geceyi arkadaşlarıyla güle söyleye kadeh tokuşturarak geçirdikten sonra rüzgârın önündeki bir paçavra gibi böyle yollara düşmek ağrına giderdi. Ne var ki ertesi akşam yine meyhanenin yolunu tutmaktan alamazdı kendini.
Kırk yaşına merdiven dayamıştı. Kendini bildi bileli içiyordu, içmeyenin adamdan sayılmadığı bir ailede doğup büyümüştü. İlk içişi daha çocuk yaşta babasının uzattığı kadehlerden olmuştu. Sonra düğün dernek, bayram seyran derken, müptelası olmuştu bu illetin. Ona göre içkisiz bir hayat, susuz değirmene benzerdi. Susuz değirmenden ise hayır geldiği hiç görülmemişti.
Evli ve iki çocuk babasıydı. Aslanlar gibi iki oğlu vardı, gül gibi de bir karısı. Hepsini canı gibi severdi. Her ne kadar onların yüzünü kırkta bir görüyorsa da aile reisliğine toz kondurmazdı. Ayrı değil, aynı evde yaşıyorlardı. Ne var ki, gece geç vakit eve döndüğünde hepsini uyur bulur, sabah uyandığında ise çocuklar okula, hanımı işe gitmiş olurdu. Kendisi de canının istediği saatte ayrılırdı evden. Kırık dökük pazarcı arabasıyla semt pazarlarından birine yollanır, sattığı üç beş kilo patates, soğanı kâr bilirdi. Eğer işi yaver gitmez de akşamki içki parasını çıkaramazsa, pazardaki kalabalığa sövüp sayası gelirdi ama ne çare...
Öyle ya da böyle denkleştirirdi içki parasını. Denkleştiremese de o akşam bir arkadaşına borçlanır, yine içerdi. O da olmadı ceketini satar, yine içerdi; o da olmadı karısının cüzdanından araklar yine içerdi. Zıkkımlanmak hayat felsefesi, içki en yakın yoldaşı, bu umutla yaşamak mezesiydi onun; gerisi boş...
İçmeyip de ne yapacaktı ya. Ayık yaşamak bu kokuşmuş dünyanın çilesini ölçüp tartmak yiğitlik miydi? Adam kafayı yerdi be! Yetmediydi bitmediydi; ay geçtiydi geçmediydi; hastalıktı ölümdü iş mi yani. Hangi birine kafa yeterdi ki... İçince öyle miydi ya. İnsan etrafını tozpembe görürdü. Bazen efkâr bassa da o bile güzeldi. Hayatı bir şiir tadında yaşayanlar olsa olsa alkoliklerdi. İçince ne mısralar dökülürdü dudaklarından. Ayıkken yalnızca küfür etmeyi bilirdi. Sarhoşken kırıp dökenlerden değildi o; ama bir gececik içmesin kendine de ailesine de dünyayı dar ederdi. Gözünü sevdiğimin rakısı, onu durultmak için mi keşfedilmişti ne.
Geçenlerde bir arkadaşı içki komasına girmiş, sonra da öbür dünyaya yolculanmıştı. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezken cenazesine katılmak içinden gelmemişti. Ölüm törenlerini oldum olası sevmezdi. Ölü evinin o kasvetli havası, yakınların ağlayıp sızlanması sinirlerini bozardı, Ölümse ölüm, ne olmuş yani! Dünyaya kazık çakacak değillerdi ya. Vâdesi dolan gidecekti. Gidecekti ki yeni yetmelere yer açılsın.
Böyle biraz da kendini avuturdu aslında. Yeni yetmeleri falan düşündüğü yoktu. Ölümün soğuk yüzüydü onu engelleyen. Keyfini kaçıracak herşeye mesafeli durmayı pekiyi bilirdi. Ölüm kalım işlerine varsın eli değmesin, isterse onun cenazesine kimse gelmesin hiç mühim değildi. Cesedi ortada kalacak değildi ya, Hem kalsa da fark etmezdi. Utanmak ona değil, insanlığa düşerdi.
Bir de alkolik olduğunu kabullenmezdi hiç. İki lafından birinde: Ben keyfimden içiyorum.' derdi. 'Vallahi de billahi de istesem ağzıma bir damla içki sürmem. Ama ne gerek var. Şu üç günlük dünyada içmeyip de ne yapacaksın. Yiyip içip eğleneceksin işte hepsi bu!'
Ne ki etrafındakiler (arkadaşlarından gayrisi) öyle düşünmüyorlardı. Hele karısı hiç mi hiç! Onun dünyası bir alkoliğin dünyasından çok farklıydı. Son yıllarda öyle bir değişim geçirmişti ki, dininin bilincinde bir yaşam sürmek hayat felsefesi olmuştu. Önceleri bir fotoroman okumayı bile beceremezken, büyük bir okuma aşkına tutulmuş; derken namaza başlamış, ardından sırtına upuzun bir pardesü geçirip başına kocaman bir eşarp bağlamıştı. Bütün bunları yaparken de bir alkoliğin karısı olduğunu hiç hesaba katmamış olacaktı ki, bu sebepten ilk dayağını bir akşam namazını eda ettiği sırada yemişti. Sonra ardı arkası kesilmedi kavgalarının.
Aslında böyle kimseye zararı yoktu. Ona kızmakla, hırpalamakla haksızlık ettiğini biliyordu. Hem o, herkesin dilediğince yaşayabileceğini düşünecek kadar hoşgörülüydü. Ne var ki, karısı günden güne buzdan bir kaleye dönüşmüş, o ise aralarındaki soğukluğu giderecek hiçbir şey yapamamıştı. Yıllar yılı hep karşı taraftan fedakârlık görmeye alışmıştı çünkü. Üstelik çıkan her kavgada çocuklar da analarından yana olmazlar mı, işte o zaman cinnet geçiriyordu. Halbuki erkek adamın erkekten yana çıkması gerekmez miydi? Çakmıyorlardı işte, Bir de bacak kadar boylarıyla analarının yanında namaza durmazlar mı tam sopalıktılar hem de kızılcık cinsinden!
Daha dün akşam üçünü de sıra dayağından geçirmiş, bakkala rakı almaya gitmeyen büyük oğlanın ağzını burnunu dağıtmıştı. Anası olacak hınzır yetiştirseydi ona içki nasıl alırmış öğretirdi ama, kuvvetini biraz da ona ve diğer oğlana harcayınca takati kesilmiş, çareyi meyhanenin yolunu tutmakta bulmuştu. Adam sen de, diyordu kendi kendine. Gül gibi meyhane dururken bu yobazlarla uğraşmak senin neyine.
Eh, eve vardığında onları uyanık bulursa ve yine yüzüne netameli netameli bakarlarsa, akşamki dayak az gelmiş demektir. Gücü kuvveti yerindeydi elhamdülillah. Eğer uyuyorlarsa ne âlâ.
Zikzaklar çizerek yaptığı yürüyüş son bulmak üzereydi. İşte nihayet oturduğu ev görünmüştü. Gözünü sevdiğimin gecekondusu, diye mırıldandı. Severdi evini. Eskiydi, yıkık döküktü, damı akıyordu, çatısındaki kiremitlerin her rüzgârda biri, ikisi savruluyordu ama olsun, başını sokacak bir yuvası vardı ya...
Önce, her zamanki sabırsızlığıyla; alacaklı gibi çaldı kapıyı. Açılmayınca okkalı bir küfürle anahtarına sarıldı ve zar zor kapıyı açtı. Ayakkabılarıyla içeri daldı. Kapıyı öyle bir çarparak kapattı ki herkesi uyandırdığına emindi. Işığı yakıp bütün gücüyle bağırdı:
- Kalkın bre miskinler! Babanız geldi. Ben şimdi mışıl mışıl uyumak neymiş gösteririm size.
Sahte bir öfkeyle çocukların yattığı odaya yöneldi. Aklınca ne zamandır ihmal ettiği babalık otoritesini icra edecekti. Ama o da ne! Çocuklar yataklarında yoktular. Alkolün etkisiyle yanlış gördüğünü sanıp gözlerini ovuşturdu ve iyice baktı. Kimseyi göremedi. Apar topar yatak odasına koştu. Gözleri ısrarla karısını aradı fakat yatak boştu.
Olanlara bir anlam veremedi. Telaşla divan altlarına, dolap içlerine baktı; nafile! Hoş ev halkı oralara gizlenecek değildi ya! Umut işte.
Neden sonra bakışları masanın üstündeki beyaz bir kağıt parçasına takıldı. Aldı, okudu:
"Özümüzü özgürlüğümüzle pekiştirmek için evden ayrılıyoruz." "Ailen"
Terk edilmişliğin acısıyla olduğu yere çöküp kaldı. Hakettiği yalnızlık dehlizinde dilediği kadar içebilirdi artık...