Bu hıza daha fazla güç yetiremem diyorum, Sevgi’ye. Geceleri, başıma üşüşen uykuya yenik düşmemek için on metrelik antrede yürüyerek okudum yıl boyu. Damarları kabarmış ayaklarımın ağrı kesiciler bile kesmedi sızısını. Mide ağrılarım ilaçları daimi yoldaş eyledi bana. Eşim, gecikmiş bir çabada olduğumu, çocuklarım, zamanında okumamışlığımı vurup durdular yüzüme. Epeydir kendilerini davet edemeyişime hâlâ gönül koyuyor görümcem. Bir kolaylık öner bana.
İşlerimi yapacak bir kadın bularak tezim için zaman üretebilirmişim ona göre. Alıcı gözle bakarsam, öğrenci velilerinin arasından bir yardımcı bulabilirmişim. Ayşe’nin annesi mi? Ahmet’in annesi mi? Hiçbirini sararmış çay kaşıklarımı ovarken düşünemiyorum. Nihayetinde çocuklarının öğretmeniyim. Bir mesafe olmalı aramızda. Evimin mahremiyetini seremem önlerine. Yaşadığım yıllar, yeni biriyle yakınlaşmayı iyice büyütüyor gözümde. Bir yabancıyı aile içine katmak hiç kolay değil. Memnun kalmadığım işleri düzenleyebilmek, birine iş tarif ederken incitmemek çabaları daha çok yoracak beni. Bu işe son vermek zorunda kalsam, bu kez de zalimlikle suçlayacağım kendimi. Korkuyorum, yanaşamıyorum bir türlü.
Kararsızlığım, kendi öğrenci velilerinden birinde karar kıldırıyor Sevgi’ye. Çocuğunun ahlakından tam not verdiği anneye kefil oluyor. Onu, evimin işleri için tayin edişim hem mağdur bir aileye, hem kendime iyilik olacakmış, fikrince. İşsiz olan babaya da iş bakıyor bir yandan. Vereceğim maaşı bile belirlemiş kadına. “Hele başlasın, ters giden bir şey olursa bana bırak” diyor. Bir kez daha dostun güvenli sığınağında buluyorum kendimi. İtiraz etmiyorum. Okul bahçesinde ayaküstü tanıştırdığı Memnune’yi hafta başı evime gönderiyor.
Onu çok kere görmüş olmalıyım daha önce. Çocuklarının çantalarını sırtlanmış annelerin içinden aşina bir yüz olarak yerleşmiş beynime. Yetiştiremediğim işlerin telaşıyla her zaman koşar adım giriyorum okula. Etrafımda gördüğüm onlarca yüz, bir siluetten öte iz bırakmıyor bende. İşimin, evimin sorumlulukları az imiş gibi bir de öğrenciliği ekledim üstüne. Öncelik sırasına dizemediğim mesuliyetlerden zihnimi bile toplamaya güç yetiremiyorum artık.
İlk gün, sabah saatlerinde boştu dersim. Evde kalıp işlere dair isteklerimi anlatacaktım Memnune’ye. Adı Mesut, kendi mesut olamayan nice insandan biri olarak ilk günden ortak ediyor kederine beni yardımcım. Halini sorar sormaz tüm ahvalini anlattı bana. Eşinin işsizliğini, ödenmemiş faturalarını, kirası biriken ve ısıtamadığı evini, çocuklarının yağmurda ıslanan ayaklarını zehrini döker gibi saçıverdi bir çırpıda önüme. Ev işlerimin yükünü aldığı sırtıma, hayatının yükünü yükleyip okuluma uğurladı beni. Söyledikleri yanında ev işleri önemini yitirmişti zaten. Çocuk cıvıltıları hüznümü dağıtmaya yetmedi gün içinde. İşten dönerken keskin bir bıçak gibi yüzümü kesen akşam ayazı, bir mengene olup sıkıştırıyor yüreğimi. Gözüme uyku girmiyor gece boyu. Bir evin sobasını tüttürmenin bin bir formülünü kuruyorum.
En ufak zaman dilimlerini dahi, okuluma yakın evime gelerek değerlendirmezsem, rehber hocamın belirlediği kitap listesini bitirmem imkânsız. Sınırlı zamana sığacak işler için hiç koşmamış biri bunu anlar mı? Beni görür görmez durmaksızın konuşmaya başlıyor Memnune. Hep böyle mi gider acaba? İkinci gün de aynen sürüyor bu durum. Çalışma planımda, dikkat isteyen metinleri tek boş günüm olan Salı’ya ayırmıştım oysa. Tüm gün, evde kimse yokmuş gibi çalışacaktım. Memnune’nin ütü masasını almak için çalıştığım odaya gelişine kadar her şey programa uygundu. Odaya girince kocasına uygun bir iş bulup bulamayacağımı sordu bana. Sorunun ardı kesilmedi. İş bulabilir tüm tanıdıklarım aklımdan geçiyor akabinde. Eşinin niteliklerini bilmek isteyecekleri şüphesiz. Sorduğum sorunun cevabından çok daha fazlasını öğreniyorum hayatlarına dair.
Babasının zulmünden sığındığı boyacı kocası, on yaş büyükmüş kendinden. Kulağının üstünden yanağına uzanan koca yara izini göstererek, “Babam, içtiği bir gün duvara çarpmış beni, bayılmışım da ölmemişim!” diyor. Dayısı, Memnune’nin annesine, “Kızın bari dayaktan kurtulsun!” diyerek, küçükten evermiş yeğenini. “Ben çok korkmuşum evlenmekten. Büyük eltim bana tarif etmiş. Sonra alışmışım.” diye sürdürüyor konuşmasını. Başka birinin hayatını anlatır gibi “Kocam işsizdir ama çok şükür beni hiç dövmemiş” sevinciyle bağlıyor sözünü.
Büyük olanı on üçüne ulaşmış, iki çocuğun annesi, otuz yaşında olduğunu söyleyen Memnune. On beşinde iken, kaynanasına teslim edilip şehirlerarası otobüsle gelin yollanmış İstanbul’a. Yatak yükleri yığılı bir odada evliliğe dair nasihatler almış eltisinden. Sonra eşini ilk kez o odada görmüş Memnune. İki çocuğunu doğurduğu üç odalı o evde, kaynana, kaynata ve bekâr kayınları ile yaşamış yıllarca. Şimdi eşi ve çocuklarıyla, çürük çerçevelerin rüzgârı kesmediği buz gibi bir bodrumda kiracı olarak yaşıyorlar. Astım nöbetlerine tutuluyor sık sık. Düzenli maaş alışım, kaloriferli bir evde oturuşum büyük zenginlik ona göre. En büyük arzusu, çocuklarını yatağa düşüren karakışın bitmesi.
Okul müdürünün işveren tanıdıkları olabilir mi? Sosyal güvenceli iş lazım Memnune ve kocasına. Evdeki işler yine bana kalacak. Ziyanı yok. İş başvuruları yapmak için nüfus suretlerini istemeli yarına. “Sıcak bir evim olsa başka bir şey istemem!” dediğinde “Fazlasını istemek kötü bir şey değil!” desem mi? Sözlerimi tam anlayamıyor gibi. Kimlikleri istediğimde, kendilerine hemen iş bulduğuma hükmederek, uzun dualar ediyor bana. “Hâlâ içince dövüyor onu babam!” dediği annesinden söz ederken gözleri yaşlı. Dört yıldır yalnız telefonda duyuyormuş sesini. “Çok zor böyle yaşamak, sen bilmezsin hoca hanım!” diye ekliyor ardı sıra… Yazması günler süren hikâyesini yarım saate sığdırırken koca bir yas yumağı bırakıyor gönlüme.
Her cümlesi ‘tok olan, aç olanın halini ne bilsin’ sitemiyle dolu sanki. Cevap beklemiyor benden. Bazen kendini dinleyecek birini bulmak ister insan. Sadece dinliyorum. Yalnız onu değil, iç benimi de. Nereden geldiğimi, nasıl öğretmen olduğumu dinlese, memnun olur mu Memnune? Bir zaman dehlizinden geçerek geçmişe varıyorum.
Dört-beş yaşlarındayım. Bir yaz günü yayladayız. Güneş altın bir tepsi gibi tepemizden cömertçe salıyor pırıltısını. Eğlencelerin yapıldığı meydana akın ediyor arabalar dolusu insan. Her su kaynağının başında üç beş adamın rakı şişelerini devirdiği yayla şenliklerinin ne işe yaradığını bilmiyorum daha. Sarhoşlar silah atarlarmış orada. ‘Kim vurdu’ya giden cenazeler kaldırılıyor çok kere. Biz pek gitmeyiz Kadırga Düzlüğüne. Ablamlar, biz de neşeye karışalım istiyorlar da annem, ‘vurgun olur’ korkusundan götürmüyor hiçbirimizi. Her hafta olduğu gibi o gün de anneme pazara gidelim denilmiş, ikna edilememiştir belki. Hatırlamıyorum. Sabahın üstünden kaç saat geçmiştir? Annem işlerini bitirmiş midir? Babam şenlik alanına ne zaman varmıştır? Orada neler yapmıştır? Bilemiyorum. Komşu kadınların anneme “Necati sarhoştur, gel kocanı al.” diye seslenişleri açık seçik hatırımda. Sağa sola bakınan annem 13’ündeki ablama “Kardeşlerinle otluğun içine saklanın hemen. Ben sizi gelip alana kadar çıkmayın.” diyor. Ablam bizim bilmediğimizi bilen tavrıyla, başıyla onaylıyor annemi. Ellerimizden tutarak telaşla sürüklüyor bizi. Biraz ötede neler olduğunu merak ediyorum. Kalabalığın yanında alacalı bir inek seğirtiyor. Hayvan bağırışları insan seslerine karışıyor. Babamı göremiyorum. Sarhoşların bir ineğe dönüştüğünü sanıyorum o anda. Gizlenecek tüm kuytular apaydınlık. Ablam kurumuş çayırların içine saklıyor bizi. Üzerimizi otlarla kapatıyor. “Babam yeniden adam olacak mı?” diye soruyorum ona. Soruma anlam veremiyor. Sus diyor, korkuyla. Niye susmalıyım? Korkum çoğalıyor. Nefesim daralıyor. Susamıyorum. Önce sessiz, sonra hıçkıra hıçkıra ağlıyorum.
Annem eve ne zaman getirdi babamı? Etrafa bu kadar pis kokulu kusmuklar nasıl yayıldı? Otların içinden niçin hiddetle çıkardı, babam bizi? Ablama “Söyle şu türküyü!” diye neden bağırıyor babam? Titrek, cılız bir ses yankılanıyor odanın duvarlarında: “Ay akşamdan ışıktır - yaylalar yaylalar”. İkinci ablama geliyor sıra: “Bizim oğlan âşıktır…” Şaşıranın yüzüne babam şamarı indiriyor. Annem, yalvarıyor babama, “Gözünü seveyim Necati, dokunma yavrularımıza. Bir günahı yok onların!” Babam anneme dönüyor. Dili ağzının içinde yuvarlanıyor gibi. “Allahsız karı, senin doğman günah be, bir oğlan doğuramadın. Beş kere kız doğrulur mu laaaaann! Bir de saklarsın ha kızlarını… Hepinizi öldüreceğim! Necati’nin elinden uçan kuş kurtulamaz annadınn mı lann!” Savurduğu yumruk annemin burnundan oluk gibi kan fışkırtıyor. Babamın yüzüne bulaşan kan, kızıl gözleriyle bütünleşiyor. Bıçakla kesilir gibi kesiliyor ağlamam. Dehşetle büyüyor gözbebeklerim. Annem önde, babam arkada bir kovalamaca başlıyor. Ablam yeniden sürüklemeye başlıyor bizi. Komşumuzun ahırındaki çayırların arasına saklanıyoruz bu sefer. Nefesimizi tutup tufanın geçmesini bekliyoruz. Akşamüstü, ahıra inekler getirilince silkinip uyanıyoruz.
Böyle kaç yıl geçiyor Memnune. Babamız her içişinde bir bahaneyle döverdi bizi. Onun şiddetinden kaçarak sığındığımız ot yığınları arasında beşkardeş tespih böceği gibi kıvrılarak uyuyakalır, çok kere komşuların acıyan bakışlarıyla uyanırdık. Böyle zamanlarda, derimizin içinde büzüldükçe küçülür, sükûta gömülürdük. Ah! Sükûn sandığın bu sessizliğin altında kopan fırtınaları bir duyabilsen. Hangi sarp dağları aşarak buradayım biliyor musun Memnune? Kör kuyulardan geçmeden açılmıyor huzurun kapıları. İlkokul öğretmenimin götürdüğü parasız yatılılık sınavı buraya çıkardı yolumu. Yusuf öğretmen olmasaydı okuyabilir miydim? Sanmıyorum. Kazandığım okula kaydımı bile yetmişlik rakı pazarlığına dökmüştü babam. Öğretmenim sonunda ikna etmeyi başardı onu.
Yatılı okula başladığımın ertesi günü, etüdün sessizliğini bölen bir dizeyle ayağa fırlayışımı okul yıllığının anılarına yazdı arkadaşlarım. Okulu çevreleyen yüksek duvarların arkasında askerlerin eğitim alanı olduğunu da benliğime işleyen türkünün asker türküsü olduğunu da bilmiyordum. Babamın burada da beni imtihana çektiğini sanmıştım o gün. Öğretmen Lisesini, kardeşlerimin yediği dayakların çetelesini tutarak bitirdim ben. Evden ayrılarak, paylarına düşen dayak hisselerini çoğaltmıştım. Onlara duyduğum bu suçluluk hâlâ silinmedi yüreğimden. Yiyemedikleri bir lokmayı, giyemedikleri bir hırkayı ellerinden alıvermişim gibi hissederim kendimi.
Babam içki neşesine ortak olacak bir delikanlısı olsun isterdi. Beş kızdan sonra ulaştı dileğine. Minibüs kullanırken dahi kucağında gezdirirdi oğlunu. Sigarasız, içkisiz erkek olunmazdı babama göre. Ömre ömür katardı rakı. Bu lezzetten mahrum kalanlar boş bir hayat sürüyordu zannınca. Yanında alkolün zararından bahsedilecek olsa, ‘Atın ölümü arpadan olsun!’ derdi. Böyle bir babanın yanında filizlendi kardeşim. Daha konuşmayı sökerken ‘baba gazozu’ diye tanıdı içki şişelerini. Kendisi kaç yaşında başladı içkiye bilemedik. On beşine geldiğinde babamın dünyası yetmez oldu ona. Evden kaçtı. Bir daha ne kendi, ne haberi geldi köye.
Köyün minibüsçüsü Kabadayı Necati idi, benim babam Memnune. Akranları içinde en sıra dışı olanıydı. Alkol alınca, bilinçaltı ortaya saçılır, beş kız doğurdu diye suçladığı annemi ve bizi falakaya yatırırdı. İnsan, içine doğduğu yaşamdan başka türlüsünü tahayyül edemiyormuş. Köyden çıkana kadar, dünyada içki içmeyen erkek yok sanıyordum. Ölüm gününe kadar tavrı değişmedi babamın. Öğretmenlik atamamı öğrendiğim gün son dayağımı yedim ondan. Her tokat darbesinde kişiliğim tuz buz olur, bu zor hayatın içinden usulca çıkıp gitmek isterdim.
Aklım erince, alkolü yasaklayan emre tutuldum Memnune. İçki neden haram kılınmış ayne’l-yakin anladım. Evleneceğim adamda aradığım tek vasıf, bu inançtı büyüdüğümde. Yüreğime dokunacak bir sevdayı, seveceğim bir adamın hayallerini doldurmayı düşlemedim hiç. Doğmamış çocuklarıma, sarhoş baba dehşetinden uzak bir hayat diledim yalnızca.
Babam çakırkeyif anlarına ortak olmayacak bir damat seçtiğim için ayrıca kızdı bana. Diğer nedenlerinin yanına koydu, içmeyi bilmeyen adamın kadından farksızlığını. ‘El memleketi’ dediği Anadolu’nun insanı, tutuculuğundan uymazmış bize. “Masama oturamayacak adama verilecek kızım yok benim.” dedi son sözünde. Annemin sessiz onayıyla mahzun bir törenle dünya evine girdim. Eşimin her akşam eve dönüşünü garip bir tedirginlikle bekledim yıllarca. Babam her içişinde bir yerleri hasarlardı. Ruhlarımızda açtığı yaralar ise hasarlarının en büyüğüymüş. Geçmiş, geçip gitmek bilmiyor bir türlü. Zihni, yüreği örümcek ağı gibi sarıp sarmalıyor birbirine de nereden nasıl çıkıvereceğini bilemiyor insan. Alkolle hiç tanışmamış eşim sarhoş olarak girer, çok kere rüyalarıma. Kimi geceler babamın evimize gelip dehşet saçtığını görürüm. Hamileliklerim, eşimden yayılan anason kokularını getirirdi burnuma.
Ekmek teknemiz dediği minibüsünün borcunu bağımlılıkları yüzünden hiç bitiremedi babam. İçkiliyken kullandığı minibüsü olmadık bir yere saplar, yeni gedikler açardı bütçemize. Konu komşu, ‘kırkına gelince uslanır’ derlerdi de sabırsızlanırdım onun kırk yaşını görmeye. Huylu huyundan kırkında da vazgeçmedi Memnune. Su testisi suyolunda kırılırmış hani. Babam son nefese kadar yüzünü çevirmedi içkiden. Bir sonbahar günü yayladan dönerken, yine sarhoş kullandığı minibüsle yüzlerce metre yuvarlanmış babam. Okullar yeni açılmıştı. Çepeçevre çocuk çığlıkları kuşatmıştı beni, haberini aldığımda. Bir evlat, babasının ölüm habercisini dinlerken ne hisseder? Ben ad veremedim duygularıma. Üzülmekle sevinmek arası gelgitler ve üstümden kalkmış bir ağırlık hissiydi yaşadığım. Annemin dayaktan kurtuluşuna sevindiğim için, suçluluk bir kemer gibi dolandı benliğime.
Sarp dağlara aşina dağcılar çıkardı cenazeyi uçurumdan. Annem, kendine gün göstermemiş bir adamın ardından içten gözyaşları döktü aylarca. Yaşadığımız onca üzüntüyü yok sayıp, yalnızca içkisiz günlerindeki hatıralarımızla yâd edebiliyorduk onu. O an, babamızdan değil, babamızı bambaşka bir kişiliğe dönüştüren alkolden ürktüğümüzü bir kez daha gördük hepimiz. Rakı, babamın bedenine girince şişedeki gibi durmaz, kontrolsüz bir hal alırdı. Birbirinden kopuk konuşmalarına anlam vermeye çalışırdı çocuk zihinlerimiz. Birkaç dakika arayla ölçüsüz sevgi, öfke, küfür veya mizah cümleleri duyardık. Hangisinin gerçek hangisinin yalan olduğunu bilemezdik. Takati bitene kadar sürerdi bu durum. Bazen meraklı bakışlar etrafımızı sarar, çevredeki insanların gülüşmeleri arasında babamın saygınlığı uçar giderdi. Sonunda neresi olduğunu bilmediği bir köşeye düşer, sızar giderdi. Annem, onun ağır gövdesini sıradan bir yük gibi sırtlanır, kalabalığın içinden alıp evimize taşırdı onu. Babamın ona yaşattığı çile dayanılmazdı. Oysa o dik duruşunu bozmaz, elemlerini içine atardı. Annemin alnında boncuk boncuk sıralanan ter değil dökemediği gözyaşlarıydı. Evirip çevirmeye güç yetiremediği kocasının üst başını paklayıp, temiz bir yataktaki derin uykusuna yatırınca derin bir of çekerdi. Dağlar yıkılmazdı da benim dünyam tarumar olurdu.
Bazı günler kraker ve bisküvi kolileriyle dönerdi çarşıdan babam. Çayımızın içine batırarak yediğimiz finger bisküviler mutluluğumuzun resmiydi. Babam bize bir şeyler almayı hatırlamışsa, annem, durgun sular kadar sakin dolanırdı aramızda. Annemin telaşla ablama bakmadığı, ‘hemen gizlenin’ demediği zamanlar tehlike olmadığını anlardık. Nadir de olsa, hıçkırıklarımızı yorganın içinde boğmadığımız, içimizi çeke çeke uyumadığımız gecelerimiz olurdu. Bol yıldızlı göğün katmanlarına, evimizden korkusuz sesler saçılırdı. Mehtabıyla akşamları ışıtan ay, bulutların ardına gizlenerek benimle saklambaç oynardı. Babamın bana miras bıraktığı yeşil gözlerini seçebildiğim akşamlarda, teneke damlarımızdaki küçücük pencereden bir yıldız bana göz kırpardı, diğeri kayardı gökyüzünden. Annem, ‘biri öldü’ derdi de ben inanmazdım. İçtiği zamanlarda babamın buğulanan gözleri rengini yitirir, beyazı ise bir canavarınki gibi kızarırdı. Bence onun gözleri yemyeşilken kimsecikler ölmezdi. Böyle zamanlarda korkusuzca babamın dizlerine tırmanır, göğsüne yaslanır, kokusunu içime hapsederdim. Onun kucağında dünyayı durdurur, gözlerimi sımsıkı kapatır, oracıkta uyuyakalırdım.
Annemin ahretliği Esma Teyze ile dertleşmeleri dün gibi hatırımda. “Şu içkinin bir ilacı olsa, Necati’ye almak için can veririm.” deyişleri, babamın vazgeçemediği içkisi üstüne kurulu söyleşmeleri… On altısında gelin olmuş annem. Gözü babamın yanında açılmış. Babamı bırakıp gitmek, başka türlü bir yaşam kurmak istedi mi hiç? Bilemedim ben. Ekranlarda alkol tedavi merkezlerini gördükçe “Babanız yaşasaydı da tedavi ettirseydik.” diye hayıflanıyor hâlâ. Keşke diyorum anneme, keşke. Babam yaşıyor olsa, tedavi olmayı başarsa, hayata da baştan başlasak, bambaşka bir yöne dönse rotamız, kardeşim geri dönse, ablalarım alkolik adamların ocağında kahrolmasalar, babam o hal üzere iken varmasa Rabbinin huzuruna. Keşke. Babam ölmeseydi tedavi olur muydu? Bir merkeze gitmeyi erkeklik gururuna yedirir miydi? Cevapsız bir sızı yüreğimde. Yazgı deyip boyun bükebilmek, kolay kılıyor bazen dayanılmaz olanı. Ben ise muradı, yazgıdır diye çekemiyorum sineye.
Çilekeş annemin hayattaki tek kazanımı benmişim, dediğine göre. Babamdan anneme kalan miras, uçurumdan hurdasını dahi çıkaramadığımız minibüse ait otuz yedi adet borç senediydi. Kızlarını okutamadığı gibi bir de kara talihini bırakmış sırtlarına. Oğlunu, bağrına basamadan taptaze bir filizken kaybetti. Evden kaçtıktan sonra hiç haber alamadığımız kardeşimin Bakırköy sahilinde bulunan cesedini teşhis ettiğim günü anlatsam sen beni anlar mısın? Uzmanlar, ’madde bağımlısı’ yazdılar, ölüm raporuna. İnsan için, başında ağlanacak mezar taşının bile bir nimet olduğunu işte o an öğrendim ben. Alkol, binlerce ölüme bedel acıyı yaşattı bize. Birbirine karışan öykülerimizin hangisi daha tahammüle müsait Memnune? Acılar ölçeğe vurulur mu? Çocuklarımdan farksız gördüğüm, çoğu sahipsiz öğrencilerimin üzerine titreyişim işte bu yüzden. Yusuf Öğretmen olmak istiyorum her birine. Yüzlerinde, şefkatle sarmalayamadığım kardeşimin hazin tebessümünü görüyorum her sabah. Onun elinden tutamamışlık suçum hafifler mi eğitimde ehilleşirsem. Ana yazgısından paylarına düşeni yaşadığını sanan dört ablamın ve yeğenlerimin dramlarını eklesem üstüne seni anladığımı anlar mısın? Çoklu öğrenme yöntemleri tablosu üstüne ipi kopmuş tespih taneleri gibi dökülüyor yaşlar. Kalk, diyorum kendime. “Bugün ders çalışmak imkânsız sana. Evde unutulan kimlikleri alıp, Müdür Bey’le görüşmeye git bari.”
Bozuk şivesiyle “Seni üzmek istememişim Hoca Hanım!” diyor, yanımda yürüyen Memnune. Genç kadın, küf kokan evinin kapı aralığından eşine ve kendine ait kimlikleri bana uzattığında bir kez daha donduruyor zamanı. Yirmi yedi yaşında bir kadın ile kırk yedi yaşındaki eşinin iş taleplerini taşıyorum okula.