"Atatürk'ün Adamları"nın İzlediği Son Dış Politika Rotası Olarak 28 Şubat

Alptekin Dursunoğlu

ABD, 1990'lı yılların başlarında "Yeni Dünya Düzeni" tasarısını dillendirdiğinde müttefiklerinde hâlâ soğuk savaş dönemine özgü bir askeri ve siyasi mevzilenme biçimi hakimdi.

Soğuk savaş döneminde "Sovyet tehdidi"ne karşı NATO bünyesinde Avrupa'nın güneydoğusunu askeri anlamda korumakla görevlendirilmiş olan Türkiye'de, 12 Eylül darbesi iç siyaseti, anti-komünist bir "Türk-İslam sentezi" ideolojisine göre tanzim etmişti.

Bu, aslında 1977-1981 yılları arasında ABD Başkanı Carter'in ulusal güvenlik danışmanlığını yapan Brezensky'nin Sovyet tehdidinin olduğu bölgelerde İslami güçlerin desteklenmesini, ABD çıkarlarıyla çelişen bölgelerdeki İslami güçlerin ise tasfiye edilmesini öngören doktrinine uygun bir durumdu.

12 Eylül'den devraldığı 'Türk-İslam sentezi" ideolojisine neo-liberal bir Amerikancı boyut katarak Türkiye'yi, soğuk savaş sonrası döneme taşıyan Özal, Sovyetlerin bıraktığı boşluğa "Adriyatik'ten Çin seddine Türk dünyası" söylemiyle yönelmeye çalıştı.

Özal'ın Balkanlara ve Orta Asya'ya dönük Osmanlı tarihsel arka planına dayalı bu yönelimi de, gücünü halkı Müslüman olan Orta Asya ve Kafkas ülkelerinde Sovyetlerin bıraktığı boşluğun, İran tarafından doldurulmasından endişe eden ABD politikalarından alıyordu.

ABD tarafından istikrarsız bölge tanımlaması içerisine sokulan Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ekseninde yapılan ve "uluslararası terörizm, etnik bölgesel çatışmalar ve kökten dincilik" şeklinde ortaya konan yeni tehdit değerlendirmesi, 1990'lı yılların ortalarına kadar Türkiye'de henüz genel stratejileri belirleyen değişkenler olarak ağırlık kazanmamıştı.

ABD'nin Yeni Dünya Düzeni için öngördüğü bu tehdit değerlendirmesi içerisinde etnik bölgesel çatışmaların Balkanlara ve Kafkaslara, kökten dincilik ve uluslararası terörizmin ise Ortadoğu'ya ya da daha genel bir ifadeyle Müslümanlara işaret eden yönü bulunmaktaydı.

Türkiye'nin, ABD çıkarları doğrultusunda öngörülen bu tehdit değerlendirmesi doğrultusunda yapılandırılmaya başlanması ile Refah Partisi'nin siyasal anlamda belirleyici olmaya başlaması aynı zaman dilimine denk geldi.

Bir başka deyişle başta askeri bürokrasi olmak üzere, "karar verici seçkinler", RP'nin yükselişi ile içeride kendilerine yönelik yaratılan alan daralmasını, dış dinamiklere dayanarak aşma­ya çalıştı.

İşte bu anlamda 28 Şubat süreci, Türkiye'nin, tek kutuplu ABD dünya düzeninin ayaklarını sağlamlaştırmaya dönük bu tehdit değerlendirmesi doğrultusunda yeniden dizayn edilmesi süreci olarak okunabilir.

Nitekim 29 Nisan tarihinde, Genelkurmay'ın Milli Askeri Stratejik Konsepti'ni (MASK) değiştirerek, dış tehdit yerine "bölücülük" ve "İrticai faaliyetler" olarak tanımladığı "iç tehdit"i Türkiye'nin öncelikli savunma problemi olarak ortaya koyması bunun bariz bir ifadesidir.

Bu MASK değişikliği ile, çoğunluğun değerlerini "irtica" ve "öncelikli tehdit" olarak tanımlayan 28 Şubatçıların iç dinamiklerden destek bulması düşünülemezdi. Bu açıdan Yeni Dünya Düzeni'nin Türkiye ayağının mimarları olan 28 Şubatçıların, en yakın desteği ABD ve İsrail'den almış olmaları anlamlıdır.

28 Şubatçıların ABD'nin küresel, İsrail'in ise bölgesel çıkarları doğrultusunda sergiledikleri işbirlikçi politikaların, içeride halk ile devlet çelişkisini derinleştirdiği, dış politikada ise İsrail'le kurulan stratejik ittifaktan dolayı Türkiye'yi jeopolitik gerçekliğine yabancılaştırdığı söylenebilir.

İsrail'le sürdürülen düşük kesitli İlişkilerin "stratejik ittifak "a tırmandırılması ve dayandığı tarihsel, kültürel ve jeopolitik temeller açısından Cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleştirilmiş belki de tek ulusal nitelikli dış politika tercihi olan D-8 projesinin akamete uğratılması 28 Şubat sürecinin en belirgin dış politika çizgisi olmuştur.

Genelkurmay'ın MASK değişikliği ile içeride "irtica" ve "bölücülük"ü öncelikli tehdit ilan edip bunları besleyen dış kaynak olarak da İran ve Suriye'yi işaret etmesinde, İsrail'le sürdürülen stratejik diyalog toplantılarının doğrudan etkisi bulunmaktadır.

Türkiye'nin bu süreçle birlikte, ABD'nin küresel dizayn çabalarının Ortadoğu ayağında İsrail'in güvenliğini sağlayan bir yardımcı unsur haline getirildiği söylenebilir.

İsrail-Yunanistan ilişkileri üzerinde herhangi bir şekilde etkide bulunmazken, Ankara-Telaviv stratejik diyalogunun, Türkiye'yi İran ve Suriye ile askeri gerginliklere sürüklemesi, üzerinde önemle durulması gereken bir husustur.

28 Şubat sürecinde Ankara'nın bölgesel politikalarında tüm yumurtalarını İsrail sepetine koyması, ısrarla kışkırtılan ulusalcılık söylemine değil, bölge dışı yönlendirmeye amade bir politikaya uygun olarak gözükmektedir.

28 Şubat sürecindeki insan hakları ihlallerinin Batı tarafından görmezden gelinmesi meselesine gelince...

İsrail'in Batı açısından Ortadoğu'da oynadığı temel rol herkesin malumudur.

ABD'nin küresel, İsrail'in ise bölgesel çıkarları doğrultusunda belirlenen tehdit algısını, Kemalist ideoloji temelinde hayata geçiren 28 Şubat sürecinin en belirgin dış politika yöneliminin İsrail'le kurulan stratejik ittifak olduğu açıktır,

Daniel Pipes, The National Interest'deki (Number 50, Wİnter 1997/98) "A New Axis" adlı makalesinde Türkiye-İsrail ilişkilerini değerlendirirken "Erbakan'ın kararlı saldırısına karsı Yahudi devleti ile ilişkileri kim savunacaktı? Atatürk'ün adamları..." ifadesini kullanmaktadır.

Batı'nın İsrail'in güvenliğini sağlamaya, dolayısıyla da ABD'nin bölgesel çıkarlarını pekiştirmeye dönük boyutlar taşıyan bir darbeden dolayı "Atatürk'ün adamları"nı "insan hakları" bağlamında muaheze etmesi beklenemez.

Zira insan hakları bağlamında Ariel Şaron'un adamlarına toz kondurmayan Batı'nın "Atatürk'ün adamları"nı 28 Şubat'ta yaptıkları için kınamaları açıkça çifte standart oluşturacaktır.