Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Batılılaşmanın yegâne umdesi, tercüme anayasa ve yasalarla baskı uygulayarak sosyo-politik ve kültürel dönüşümü sağlamak idi.
Bu vesileyle, kendilerini siyasi rejimin gerçek sahipleri olarak görenler muhaliflerini sindirme operasyonlarıyla birlikte, iktidarlarını pekiştirme amaçlı anayasal değişikliklere gittiler. ‘Anayasa’ kavramının tabulaştırılması, resmi ideoloji ve savunucusu bürokratik oligarşi lehine hukuk(suzluğ)un yasallaştırılması anlamına gelmekteydi. Bu totaliter ve tekçi yapı siyasi bir önderin şahsında ifadesini bulmakla birlikte, anayasa sadece devlet organlarının kuruluş ve işleyişini belirlemekle sınırlı kalmıyor, aynı zamanda gelecek kuşaklara yol gösteren bir manifesto/vasiyetname niteliğine büründürülüyordu. Yani anayasalara toplumu dönüştürme misyonu da yüklenmiş oluyordu.
Bırakın anayasaların en temel fonksiyonu olarak ifade edilen “temel hak ve özgürlüklerin hukuki güvence altına alınması” gibi bir lüksü, anayasada çizilen resmi ideolojik formatı beğenmeyenler zora dayalı yöntemlerle dönüşüme ve biata zorlanmışlardı. TC’de bunun en kolay yolu, anayasanın öncelikli olarak kişi kültüne dayandırılması olmuştur.
Hem özgürlükçü olarak nitelenen 1961 hem de 1982 Anayasası’nda birçok maddede Atatürk’ün şahsından ve ilkelerinden söz edilmekte; “Ebedi Türk vatanı”, “Kutsal Türk devleti”, “Demokrasiye âşık Türk evlatları” gibi hukuki hiçbir değer ifade etmeyen, aksine dogmatizm ve hamasetin birlikte harmanlandığı totaliter ideolojinin korunması ve toplumun bu doğrultuda dönüştürülmesini amaçlayan ifadelere yer verilmiştir.
Bir diğer husus da türlü maddelerde hukuk devletine bağlılıktan, sosyal devlet yapısından, egemenliğin halkla ilişkisinden bahsedilmesine rağmen, amaçlanan hedeflere yürümede en büyük engelin ‘halk’ olduğu açıkça ihsas ettirilmiştir. İlk anayasada bu durum kendisini alenen hissettirmekle birlikte, 61 ve 82 anayasaları zaten halk ve halkın seçtikleri karşısında devleti koruma amaçlı önlemler üzerine bina edilmiştir.
1921 Anayasası’nın getirdiği model, savaş şartlarına özgü nevi şahsına münhasır bir modeldir. Bu dönemde tüm yetki mecliste toplanarak yasama erki mutlaklaştırılmıştır. Bu model ulus devlete geçişin ara modelidir. 1924 Anayasası ile getirilen model ise meclis hükümeti sistemi ile parlamenter sistem arasında karma bir sistemdir. Amaçlanan, devrimlerle toplum ve devletin çağdaşlaşmasının kolay bir sistem içinde ikame edilmesidir. Ancak çok partili sisteme geçildiğinde anayasal sistemin yetersizliklerle malul olduğu ortaya çıkacak ve rejimi koruma amaçlı çeşitli önlemlere başvurulacaktır.
1950-60 arası yaşanan rejim buhranlarından çıkarılan dersler, 1961 Anayasası’ndan itibaren yeniden düzenlenen yasama, yürütme ve yargı erkleri üzerinde askeri bürokrasinin baskılamalarını beraberinde getirmiş ve neticesinde tam anlamıyla bir vesayet sisteminin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Bu baskılama hem sorunların çözümünü bloke etmiş hem de erklerin çeşitli vesilelerle çatışmasına yol açmıştır. 1961 ve 1982’de yürütmenin başı olarak konumlanan cumhurbaşkanlığı makamı, darbeleri postmodern darbeyle önlemeye çalışan veya askerin hassasiyetlerini ön plana alma amacına matuf olarak önemli yetkilerle donatılmıştı. Böylelikle işleyen sistemin müdahalelerle zarar görmesini, yürütmenin diğer başı olan Bakanlar Kurulu ve başbakanla gerilim yaşama pahasına önlemek amaçlanıyordu. Askerin baskılaması, özellikle yüksek yargı organlarının tarafgirliklerini pervasızlaştırmakla birlikte, meclisin denetim faaliyetini de etkileyici bir mekanizmanın oluşmasını sağlamaktaydı.
Bu hem fiili anlamda örneklemlerin gösterdiği gibi (yasaların yetmediği, yani çuvalın mızrağa sığmadığı dönemlerde kaba baskılamayla) hem de yasalarla teminat altına alınmış bir şekilde şu anlama gelmekteydi: Kuvvetler ayrılığı gibi görünen (ve tanımlanan) şey aslında, yasama organı (meclis) karşısında konumlanmış ve TSK, yürütme ve yargı’dan oluşan bir ‘Kuvvetler Birliği’ ya da ‘Kuvvetler Oligarşisi’nin varlığını ispatlamaktaydı.
Araştırmamızda bu sürecin nasıl işletildiğini, hangi legal ve illegal prosedürlerle yapılandırıldığını incelemeye çalışacağız.
Vesayet Sisteminin Bugünkü Temelleri 1961 Anayasası’yla Oluşturuldu
1950-1960 arası yaşanan tecrübeler sonucu, sistemin tahkimini beraberinde getiren değişiklikleri şu şekilde özetlemek mümkün;
1- 1924 Anayasası’nda ifadesini bulan “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir!” ilkesi, 27 Mayıs’la bir- likte fiilen kaldırıldı ve yerine “Egemenlik, yetkili organlar eliyle kullanılır.” ibaresi konuldu.
2- Meclis (yasama organı) zayıflatıldı ve seçilmişler aleyhine yeniden kurgulandı. Yani;
a) Anayasa Mahkemesi ihdas edildi.
b) MGK oluşturuldu.
c) Danıştay’ın yetkileri genişletildi.
3- Yargı birliği kalktı. Askeri ve sivil yargı ayrıştırıldı.
4- Ordu, seçilmişlerin etki alanının tamamen dışına çekilerek özerkleştirildi.
5- Seçim sistemi değiştirilerek güçlü değil, parçalı hükümetlerin kurulmasına sebebiyet verecek düzenlemelere gidildi.
6- Cumhurbaşkanlığı makamı meclis işleyişinin yavaşlatılması amacıyla reforme edildi. Devlete yaklaştırılıp, seçilmişlerden uzaklaştırılarak, daha geniş yetkilerle donatıldı. (Meclisten tamamen kopartılması, bir devlet organı hükmünde yetkilerle donatılması ise 12 Eylül’le birlikte oldu)
12 Eylül’le birlikte YÖK’ten özgürlükleri sınırlandıran yasalara kadar pekçok ek önlem rejimin tahkimi ve vesayetin sürekliliği açısından gerekli görülerek, boşluklar doldurulmaya çalışıldı. Böylelikle 82 Anayasası ile birlikte yürütme sistem lehine güçlendirilirken, yasama organı ikinci plana düşürüldü.
Cumhurbaşkanlığı Makamı Meclis’e Karşı Kurgulandı
Yürütme, 1961 Anayasası ile birlikte cumhurbaşkanlığı ve Bakanlar Kuruluna ait olmakla birlikte, cumhurbaşkanı sorumsuz bir pozisyona çekildi. İmza ve sorumluluk başbakan ve Bakanlar Kuruluna ait kılındı.
1982 Anayasası ile birlikte ise çift başlı bir sistem oluşturuldu. Yürütme işlevi meclise karşı sorumsuz bir monark (cumhurbaşkanı) ve meclise karşı sorumlu bir başbakan şeklinde sınıflandırıldı. (Yasaları meclise geri gönderebilen; meclisi fesih, seçimleri yenileme yetkisine sahip cumhurbaşkanlığı makamı ile yürütmenin ikinci başı olan başbakan devre dışı bırakılacak şekilde tasarlandı.)
1982 Anayasası cumhurbaşkanını yetkileri güçlendirilmiş bir monark durumuna getirirken elbette yapılan hesap sistemin onadığı bir bürokratın bu makamı işgal etmesi şeklinde idi. Ahmet Necdet Sezer gibilerinin olduğu dönemlerde sistemin lehine işlediği görünümü veren mekanizma, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı ile birlikte sistem açısından bir çatışma alanına dönüştü. Böylelikle meseleleri sistem lehine çözme mekanizmasının tüm ağırlığı yargı’nın, dolayısıyla Anayasa Mahkemesi’nin omuzlarına bindi.
TSK’nın Yürütme ve Yargı Erklerine Ortak Olması
1961 Anayasası Açısından
1961 Anayasası ile birlikte Askeri Yargı ve Askeri Yargıtay anayasal kurumlar haline getirilmiş, yargılama birliği ilkesine aykırı olarak Yargıtay’ın yerine Askeri Yargıtay oluşturularak çift başlı bir durum ortaya çıkmıştır. 61 Anayasası’nın 138. maddesiyle askeri yargıya geniş bir görev alanı tanınarak askeri kişiler doğal yargıçlardan koparılmıştır. Ayrıca sivillerin askeri mahkemede yargılanmalarının yolu açılmıştır.
Yürütme açısından ise askeri bürokrasi yürütme erkinin içinde bir üçüncü baş olarak yer almıştır. (Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu, MGK)
Genelkurmay Başkanı daha önce Milli Savunma Bakanı’na bağlıyken, 61 Anayasası ile birlikte Başbakan’a bağlı kılınmış, MGK’nın teşekkülünü belirleyen 111. madde ile yürütmeye bağlı olması gereken askeri bürokrasi, sivil otoriteye karşı özerk konuma oturtulmuştur. Söz konusu kurulun kararları bağlayıcı olmamakla birlikte, askeri güce siyaset üretip siyaset konuşacağı ve Bakanlar Kurulu’nu uyarabileceği bir zemin yaratılmıştır.
1971’deki Anayasal Değişiklikler Açısından
Bu dönemde askeri alan daha da genişletilmiştir. Sivillerin askeri mahkemelerde yargılanabilecekleri suçlar genişletilmiş, sivil kişiler için askeri suçlar yaratılmıştır. Askeri kişilerle ilgili idari eylem ve işlemlerin hukuki denetimi Danıştay’dan alınarak yeni oluşturulan Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’ne (AYİM) verilmiştir. Netice itibariyle hiçbir hukuki ilke ve mantığa uymayan bir Askeri Danıştay oluşturulmuştur. Ayrıca MGK’daki asker üyelerin kuvvet komutanları olması öngörülmüştür. Böylelikle orgeneral seviyesindeki kuvvet komutanları ile kurulda etkin olmak amaçlanmıştır.
1982 Anayasası Açısından
1982 Anayasası’nda Askeri Yargı, Askeri Yargıtay ve AYİM aynen korunmuş, AYİM’in görev alanı daha da genişletilerek, sivillerin askeri yükümlülüklerinden doğan davaları da kapsam içine alınmıştır. 118. madde ile getirilen tüm kavramların muğlâklıkları bir yana, geniş anlamlar içerdiği anayasa hukukçularınca ifade edilmektedir. Aynı hukukçulara göre, 2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreteri yasasının 4. maddesiyle kurulun görev alanları anayasaca öngörülenlerin dışına taşırılmıştır.
Bu düzenlemeyle, MGK anayasa üstü bir konuma oturtulmuş, kendisine ideolojik bir yetki yüklemesi yapılmıştır. MGK Genel Sekreterliği, örgütlenmesi, çalışma yöntemleri, tüm verileri toplayıp değerlendirmesi ve siyasi sonuçlar çıkarmasıyla sistemin merkezi konumuna ve her türlü siyasi sorunun konuşulup sonuçlara varılan, kararların uygulanmak üzere mercilerine ulaştırıldığı yarı askeri kurul olarak görev yapar duruma getirilmiştir. Bütün bunların sonucu olarak askeri bürokrasi, üretegeldiği ideolojik çözüm ve önerileri, yürütme erkini kullanarak uygulamaya sokmada meşruiyet zeminine oturmuştur. Böylelikle mesela ‘ifade özgürlüğü’ gibi özgürlük alanları anayasal ve yasal muğlâk düzenlemelerle MGK’ca denetime tabi tutulmakta, hukuk ve siyaset alanı çözüm yeri olmaktan çıkarılmakta, yasama ve yürütmenin hangi erkin elinde olduğu muğlâklaşmaktadır. Fiiliyatta da askerin istekleri hep yerine getirilmiş, seçilmişler tavsiye alan değil, direktif alan konumuna sokulmuştur.
Her ne kadar AB Uyum Yasaları çerçevesinde 2003 tarihinde yapılan değişikliklerle MGK aleyhine birtakım düzenlemelere gidilmişse de* MGK anayasal bir organ olmaktan çıkarılmadıkça, hatta tamamen lağvedilmedikçe, kurulun yarı-askeri niteliğinin ortadan kalkmayacağı ve siyasete aktif müdahalesinin de geçici tedbirlerle geriletilemeyeceği açıktır.
Askerin Siyasete Müdahalesinin Suç Oluşturduğu Alanlar
1930 tarih ve 1632 sayılı Askeri Ceza Yasası’nın 148. maddesi, dönemin şartları gereği askerin siyasete hiçbir şekilde bulaşmaması için tasarlanmış, mezkûr madde günümüze kadar geçerliliğini korumuştur. Ancak Türkiye’deki fiili durum gerek 148. madde, gerekse TCY’nin 312. maddesindeki suçların asker tarafından sürekli ifa edildiği, ancak herhangi bir işlemin yapılamadığını göstermektedir. TSK, yıllardır hiçbir müeyyideye maruz kalmadan “halkı kamu düzeni için tehlikeli olabilecek şekilde birbirine karşı kin ve düşmanlık beslemeye alenen tahrik” suçunu işleyegelmektedir.
Mesela yakın dönemde yaşadığımız internet yoluyla verilen muhtıra (27 Nisan e-muhtırası) bazı hukukçulara göre ‘cezası ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası’ olan TCK 311. maddesindeki suçu (TBMM’nin görevlerini kısmen yapmasını engellemeye teşebbüs) kapsamaktadır. Bu eylemin cebir ve şiddet kullanarak (yani bireylerin iradelerini zorlamak suretiyle bozmak) anayasanın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek suçunu da (TCK 309) oluşturduğu belirtilmektedir.
Velâkin, Büyükanıt’ın “Ben yazdım oldu!” itirafı bugünkü yasal düzenlemelere göre bir şey ifade etmemektedir. Zira genelkurmay başkanları yasal boşluktan ötürü yargılanamamaktadır. Askeri mahkûmları yargılama usulü yasasının 2, 3 ve 15. maddeleri bu yargılama usullerini belirlerken, yargılayanların daha kıdemli olmasının gerekliliğinden ötürü bu mahkemenin oluşturulma olanağı ortadan kalkmakta, bu durum da onların layusellik, yargılanamazlık, dokunulmaz konumlarını korumakta, pervasızlıklarını ve cesaretlerini pekiştirmektedir.
Öte yandan Genelkurmay’ın hükümetler üstü tutumu, iç politikadan dış siyasete kadar kendisini ortaya koyan açıklamalara yansımaktadır.
Oysa bu türden açıklama, tutum ve girişimler çift başlı yargı sisteminde bile suç sayılmaktadır. 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu’nun 43. maddesi bunun bir örneğini teşkil etmektedir:
“TSK, her türlü siyasi tesir ve düşüncelerin dışında ve üstündedir. Bundan ötürü silahlı kuvvetler mensuplarının siyasi parti ve derneklere girmeleri, bunların siyasi faaliyetleri ile münasebette bulunmaları, toplantı işlerine karışmaları ve bu maksatla ‘Nutuk’ ve ‘Beyanat’ vermeleri ve yazmaları da yasaktır.” hükmünü taşır.
Hele ki 1632 sayılı Askeri Ceza Kanunu’nun 148. maddesi konuyla ilgili ağır müeyyideleri hükme bağlamıştır:
“…Siyasi amaçla toplantı yapan veya aynı amaçla siyasi gösterilere katılanlar, siyasi amaçla nutuk söyleyen, demeç veren, yazı yazan ve telkinde bulunanlar; siyasi toplantılara resmi ya da sivil kıyafetle katılanlar; herhangi bir sebeple yalnız veya toplu olarak siyasi mahiyette beyanname hazırlayan, hazırlanmış beyannameyi imzalayan, imzalatan veya yayın organlarına ulaştıran veya dağıtanlar fiil daha ağır bir cezayı gerektirmediği takdirde bir aydan beş yıla cezalandırılır.”
Tabii bu mevzuat, kendi kontrolleri dışında hareket eden asker kişilerle ilgilidir. Tıpkı YAŞ kararlarının resmi ideolojik kalıplara sığmayan asker kişiler için geçerli olması gibi. Öte yandan bağlı oldukları sivil bürokratlardan hukukçulara kadar, zaten kendilerine bu yasaları hatırlatan sorumlu kişiler olmadığı gibi, ortada bu süreci işletecek bir hukuk mekanizması da yoktur.
Bu noktada esas dikkat çekilmesi gereken husus şudur: Ellerinde MGK organı ve bunların rutin toplantı süreçleri olduğu ve varsa endişelerin başbakan ve cumhurbaşkanıyla bu rutin süreçlerde paylaşılabileceği halde, bu yolu bilinçli olarak tercih etmemektedirler.
Anayasa Mahkemesi’ne başvurma ya da savcıları göreve çağırma gibi mekanizmaların işletilmesi mümkünken, sorumluluk yetkisinin hükümette olduğu ve bunun hesabının seçim dönemlerinde verildiği varsayılan bu demokrasi oyununda işleyişi 27 Nisan e-muhtırası kalıbına sokmaya çalışmaktadırlar. Kendi koydukları kuralların yetersizliklerle malul olması bir yana, ülkede kendilerinin onayı olmadan hiçbir gelişmenin olur alamayacağını dolambaçlı “demokratik” yollara takılmadan, direkt müdahale yoluyla izhar etmeye çalışmaları, ülke siyasetinin gerçek dizayn edicilerinin kendileri olduğunu hatırlatma, gücü pekiştirme ve siyasetin sınırlarını ve kırmızı çizgilerini belirlemeye matuftur.
Darbelerin Meşruiyetinin Sacayakları
Siyasetin ve toplumun yeniden dizaynına meşruiyet sağlayan darbeci işleyişin sacayaklarını şu şekilde özetlemek mümkün:
a) Kemalizm: Resmi ideolojik yaklaşım ve kadrolaşma.
b) Yasal mevzuat.
c) MGK’nın teşekkül şekli.
MGK’nın görev ve yetkilerini düzenleyen 1982 Anayasası’nın 118. maddesi ve 2945 sayılı MGK Kanunu (ki TSK’nın üst kademesini siyasetin merkezine oturtmakta) ve 211 sayılı İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi darbelere yasal dayanak teşkil etmektedir. (Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır.)
Oysa yine aynı anayasada belirtildiği üzere “Türk yurdunu koruma” görevi anayasanın 92. maddesine göre TBMM’ye aittir. ‘İç tehdit’le ilgili “TC’yi koruma” görevini de 119. ve 122. maddelere göre (OHAL ve Sıkıyönetime ilişkin) TSK ‘Bakanlar Kurulu’ndan almalıdır.
Evrensel hukukta “sorumluluk ve otoritenin bölünemezliği” kuralı geçerli olduğu halde, Türkiye’de de facto (fiili) olarak oluşan bu durumdan hiç şüphesiz aynı ideolojik yapılanmadan beslenen sivillerin de sorumluluğu vardır. Mesela adına Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) denen askeri-stratejik konsept, Bakanlar Kurulunca hazırlanması gerekirken, askerler tarafından hazırlanıp Bakanlar Kurulu’na onaylatılmaktadır. Yani tehdidi tespit etmek de önlem almak da TSK’ya devredilmiştir. Yine örneğin yürütme’nin sorumluluğunda olan EMASYA protokolünün -iptali yönündeki tartışmalar bir yana- uygulanması da çokça örnekte rastgelindiği ve açığa çıktığı üzere tersinden işlemekte; askeri icraatlardan bölgenin en üst mülki amiri vali bile en son haberdar edilmekte; hatta JİTEM’in ülkenin dört bir yanındaki icraatlarından mülki idarenin haberi bile olmamaktadır.
Nitekim “İrtica ile Mücadele” başlığı altındaki faaliyetlerin yetkisini TSK, MGSB’nin bu babta tanımlanmış ilgili maddelerinden almaktadır. Oysa yukarıda da belirttiğimiz üzere anayasaya göre bu belgeden ve bu maddenin hazırlanmasından Bakanlar Kurulu sorumludur. Değiştirme yetkisi de ona aittir. Bu yetki karmaşası gibi görünen durumun fiiliyata yansımasında ise sivillerin TSK’nın kendi yetki ve sorumlulukları üzerindeki otoriter tutumu kabullenmelerinden kaynaklı icraatlar yaşanmaktadır.
Tabii tüm bu ters yüz edilmiş gibi görünen işleyişin gerçek faili Kemalizm merkezli ideolojik ortaklıktır. Nitekim resmi ideolojinin en esaslı biçimde Türk silahlı kuvvetlerinde vücut bulması ve onun koruması altında en iyi şekilde temsil edildiği zannı galibinin bürokrasi tarafından kabullenilmiş olması, kanun maddeleriyle koruma altına alınmış bu vesayet sisteminin sorgusuz sualsiz işlemesini de kolaylaştırmaktadır.
Resmi İdeoloji Muhafızı “Yargı” Mekanizması
Anayasa Mahkemesi’nin omuzlarına içinde yaşadığımız süreçte hiçbir dönemde olmadığı kadar yük bindi. 367, AK Parti’yi kapatma davası, YARSAV’ın medyada görünürlüğünün artması, sistemin “son kale” nitelemelerinin de ne anlama geldiğini ortaya koyuyordu.
Cumhurbaşkanlığı makamının Kemalist ideolojinin militer yapısına tam biatlı olmayan birilerince kuşatılıp, 28 Şubat’tan bu yana ortaya konan pratikler ve düzenlemeler yara almaya başlayınca, yargı’nın üzerine de ciddi bir yük binmiş oldu. Bu durum geçtiğimiz iki yıl içerisindeki “Jüritokrasi” (Yargıçlar Yönetimi) tartışmalarını da beraberinde getirdi. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın “Bağımsız ve egemen olan her devletin partilerüstü bir devlet politikası vardır.” sözünde özünü bulan anlayış, mezkûr tartışmaları alevlendirdi. Bu anlamıyla yargı, tavrını açıkça, hukuktan yana değil, resmi ideolojinin yanında konumlanarak ortaya koydu.
Yargısal yönetim, kaba müdahaleyi gerektirmeyecek ölçüde yumuşak, farkına varılmayı zorlaştıracak şekilde de müdahaleye “hukukilik görüntüsü kazandırmak” amaçlı olmak şeklinde kurgulanmıştı. Ancak, önce başörtüsü yasağı zulmünün işlerlik kazandığı yıllarda, ardından 28 Şubat ve AK Parti süreçlerinde başta kanunsuz suç ihdas etmek olmak üzere genel ve asli bir müdahale yöntemine dönüştü. Son 10 yıldır hukuksuzluklara sebebiyet verme niyetini saklamaya yarayacak sofistikasyonlara başvurma ihtiyacı bile duymamaya başladı. Hukukilik endişesi taşımayan kaba politik müdahale ve bildiriler ihdas eden bir yapılanmaya evrildi.
MGK’dan brifingler alan yargı mensuplarının varlığı, yargı’nın öteden beri konumlandığı pozisyonu göstermekteydi; rejim bunalımları esnasında takındığı tutum da yargı’nın ve özelde Anayasa Mahkemesi’nin son dönemlerdeki icraatlarının kaba müdahalelerin hangi seviyelere ulaşabileceğinin de göstergesi oldu. Anayasa Mahkemesi ve YARSAV’ın bu kadar görünür ve tartışılır hale gelmesi, yargı’nın bu dönemde üstlendiği zorlu misyonun da göstergesidir. Hakeza telekulak tartışmalarında Yargıtay mensuplarının kanunen dinlenemeyeceğine ilişkin savunuların, yasa maddeleri üzerinden yapılan içtihatlarla ispatlanmaya çalışılması da bu tutumun bir devamı niteliğini haizdi. AK Parti kapatma davası esnasında eleştirilen iddianame tartışmalarından sonra yayınlanan Yargıtay bildirisinde “İddianameyi eleştirmek yargı bağımsızlığına müdahaledir.” denmişti. Oysa Şemdinli iddianamesinden bu yana YARSAV ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu bunu hep yapmaktaydı.
Öte yandan, seçilmişlere ilişkin karar mekanizmalarında görev ve yetki sınırlarını zorlayan aynı kurumların, Şemdinli’de askeri kişiliklerce icra edilen bombalama eyleminin ardından (Yargıtay kararıyla) davanın sivil mahkemelerce görülemeyeceği şeklindeki kararı da ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinden ne anladıklarının farklı bir ispatı görünümündeydi. Kendi yetki alanını Askeri Yargı’ya devretmekte bu derece hevesli olanların, halk ve halkın seçtikleri söz konusu olduğunda “egemenliği halk adına yetkili kurumlar eliyle kullanageldikleri”nden dem vurmaları vesayet sisteminin nelere kadir olduğunu da ispatlamaktaydı.
Hakeza kaba müdahaleye emsal teşkil eden yakın dönem örneklerinden biri de başörtüsü yasağına ilişkin anayasal değişikliklerdeki Anayasa Mahkemesi’nin “yargı darbesi” dedirten türden müdahalelerinde görülmekteydi. Bu müdahale ile -özü itibariyle- bir askeri cuntanın anayasayı yürürlükten kaldırması arasında bir farkın olup olmadığı zihinlerde soru işareti olarak beliriyordu. Sonuçta şu tablo fiiliyata yansıyordu:
Devlet kamu hizmeti verirken eşitlik ilkesine uymak zorunda değildir. Devlet kanunsuz olarak vatandaşları yüksek öğrenim hakkından mahrum edebilir. (Meclisin yetkisine el koyan ve fiili olarak ikinci bir meclise dönüşmüş olan Anayasa Mahkemesi, anayasa değişikliğini esastan inceleyerek iptal etmiş¸ kanunlar konusunda bile sahip olmadığı “yürürlüğü durdurma” yolunu, gerekçe göstermeye bile ihtiyaç duymadan anayasa değişikliği için kullanıp meclisin “kurucu iktidar” yetkisini gasp edebilmişti. Aynı hususlar, daha önce açılmış davalarda YÖK’ü yetkili gören Danıştay’ın katsayı adaletsizliğine ilişkin aldığı kararda da kendisini göstermiştir.)
Böylelikle yargının kararları, “anayasayı çiğneme”, “yok hükmünde olma”, “anayasayı ihlal eden kurumun anayasaya uygunluk denetimi yapamayacağı”, “mahkemenin olmayan bir yetkiyi kullandığı” ve “TBMM’nin vesayet altında olduğu” eleştirilerine maruz kalıyor ama vesayet sistemi işlemeye devam ediyordu.
Böylece Anayasa Mahkemesi 1961 Anayasası’ndaki ihdas ediliş amacının zirvelerinde vazifesini ifa ediyor, bir vesayet kurumu olduğu, asıl amacının askeri vesayetin sürekliliğini sağlamak olduğu, AB uyum sürecinin getirdiği zaaflar ve cumhurbaşkanlığı makamının kaybedilmesi üzerine, yasama ve yürütme karşısında hakiki siyasi rolünü üstlenmiş oluyordu.
Bu anlamıyla, ‘kuvvetler ayrılığı’ndan mı yoksa ‘kuvvetler hiyerarşisi’nden mi söz etmek gerektiğini tartışma konusu etmek fuzuliyattan sayılabilirdi; hele ki bu hiyerarşinin en tepesinde, militarizmin gölgesinde, resmi adıyla Anayasa Mahkemesi yer alıyorken!
Siviller de Askeri Vesayetin Devamlılığını Pekiştirmekteler
Yürürlükteki anayasal ve yasal düzenlemelerin silahlı kuvvetlerin özerkliğini kolaylaştıran bir yanı şüphesiz bulunmakla beraber, TSK’yı özerk ve güçlü bir politik aktör haline getiren en önemli saiklerin başında aslında “sivil” olarak addedilen kesimlerin politik yandaş tutumları ya da korkuları gelmekte. Nitekim onlar da TSK’nın sistem içerisinde baştan beri varolan ve aksadığı dönemlerde tahkim edilen bu konumunu açık veya zımni olarak kabul etmektedirler.
Siyasetçilerin ve halkın önemli bir bölümünün TSK’yı ayrı bir kuvvet, hatta ‘başat kuvvet’ kabul etmeleri, o kuvvetin yetki alanına girdiği varsayılan, yasama ve yürütmeye ait olan pek çok işin sorumluluğunu da üstlerinden atabilmelerine sebebiyet vermektedir.
Bunu sadece, sistemin niteliğini sorgulamamaları ve o ‘ayrı kuvvet’in yetkisine saygı göstermeleri şartıyla, siyasi partilerin mevcut rant dağıtımı mekanizmalarından yararlanmaları karşılığında verdikleri bir taviz olarak göremeyiz; bu aynı zamanda resmi ideolojiden yana tavır koyan ve “önce devlet” diyen hukukçuların tutumlarında da görüldüğü üzere Kemalist ideolojiye (ve kişi kültüne bağımlı) bir gönüllülük ilişkisidir. Nitekim bu ‘başat kuvvet’in kendi yetki alanının sınırlarını da yine kendisinin belirleyegeldiği süreçlere itiraz etmeyen, aksine destek olan, hatta bundan taviz verir bir görüntü oluştuğunda -CHP örneğinde görüldüğü gibi- şikâyet mevzuu yapan sivillere karşılık; dış tehdit ve ülke savunması gibi saiklere yaslanarak, TSK’nın elde ettiği zemine zımni ve açık destek veren sağ muhafazakâr kesimler de mevcuttur.
Bugüne dek sürdürülegelen korku siyaseti, kalıcı politik bir kültürü de beraberinde getirmiş; adı her ne kadar sivil olsa da aslında savunulagelen değerlerin bedelini ödemeye hiç de niyeti olmayan ve kendisine güvenmeyen bir siyasi alanın da militer zihniyeti beslediği ispatlanmıştır.
Böylelikle yasama, yürütme ya da yargı’nın anayasal çerçevesi neyi buyurursa buyursun, neyin askerin ilgi alanına girdiğini, neyin girmediğini askerin bizatihi kendisinin hatırlatması, “unutkan siyasileri” de sorumluluğun devri konusunda dize getiren bir yöntem olarak kullanılagelmiştir. Militer yapının en zayıf görünümler arz ettiği bu süreçte bile durum bu minvaldedir.
Konu eğitim mi; başörtüsü mü; imam hatipler mi; katsayı meselesi mi; hatta Irak, Kıbrıs, İran gibi dış politika unsurları mı hiç fark etmez. Bir generalimiz çıkar TSK adına hassasiyetini tüm kamuoyuyla paylaşır. Bu bazen anayasa tartışmaları esnasında görünür bir şekilde gündeme gelir; bazense seçilmişlere yönelik telefon trafiği olarak kendisini gizler.
Sonuç olarak, Türkiye’de Silahlı Kuvvetler hem yasama’dan, hem yürütme’den hem de yargı’dan bağımsız, hatta hepsinin üstündedir. Mevcut süreçte yasama ve yürütmenin vesayet sistemi karşısındaki kısmi direnci, sistemin özüne sindirilmiş olan yasama, yürütme ve yargı’nın bağımsız olma niyetini ilkesel bağlamda taşımıyor oluşu karşısında indi bir değer ifade etmektedir.
Bu yüzden de son dönemlerde, açılım süreçleriyle birlikte daha fazla gündemleşen ‘anayasa tartışmaları’nın, vesayet sistemine yönelik hukuki kalıplarla sınırlı bırakılmayıp resmi ideoloji ve bunun sirayet ettiği özgürlük alanlarına ilişkin zihinsel dönüşümleri besleyici mahiyette olması gerekmektedir.
Hukuk tartışmalarının tamamen siyasal içerikler arz ettiği günümüzde, bu tartışmalarla kazanılanların aynı güç ilişkileri içerisinde kaybedilmesi mümkündür. Oysa Rabbimizin tüm insanlığa bahşettiği evrensel ilkelere hiçbir pazarlık yapmaksızın iman eden Müslümanların sürece yönelik katkıları büyük olacaktır.
Bunun için de inisiyatifi elimizde olmayan gelişmeleri seyrederek değil, müdahil olarak, ilkelerimizle bağını kurarak etkileme cihetine gitmeli; tartışmalardan beri durarak değil, ilkelerimiz düzlemine çekerek şahitlik misyonumuzu yerine getirmeliyiz. Unutmamak gerekir ki, vakıanın dışında kalınarak üretildiği zannedilen çözümlerden öte, sürece ilişkin sahih tavır ve önerileri ortaya koymak, ilkelerimizle doğru orantılı bir mücadele tarzını kitlelerin belleklerine-kalplerine kazıyarak yarınlarda varolmayı ve toplumsal ıslahı mümkün kılabiliriz.
(∗) 2003 tarih ve 4963 sayılı yasanın 24. maddesiyle 2945 sayılı MGK ve MGK Genel Sekreterliği yasasının 4. maddesi değiştirilmiş, 118. maddedeki sınırlara çekilmiş, MGK’nın, milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulaması ile ilgili tavsiye kararları alacağı ve koordinasyon için görüş tespit edeceği ve bunları yerine getireceği belirtilmiştir. Öte yandan (2945 sayılı yasanın 13. mad. 3. bendi) MGK’nın elindeki etkin uygulama, izleme ve koordinasyon gibi görevler MGK Genel Sekreterliği’nden alınarak, başbakan ve başbakan yardımcısına bırakılmış; MGK toplantısını cumhurbaşkanı önerebiliyorken, bu da başbakana devredilen yetkiler arasına katılmıştır. 13. maddenin 9. bendi MGK’ya adeta ikinci başbakan konumu kazandırmışken, bunlar kısıtlanmış ve söz konusu yetkiler “sekreterlik hizmetlerinin yürütülmesi” şeklinde sınırlandırılmıştır. Genel sekreterin orgeneral rütbesinde olma zorunluluğu, “sivil kişiler de atanabilir” şeklinde değiştirilmiş ve genel sekreter, başbakanın önerisi ve cumhurbaşkanının onayı ile atanacak hale getirilmiştir.