Referandum arifesinde Cumhurbaşkanlığı danışmanlarından AK Parti yöneticilerine kadar bazı yetkililerin abartılı ve bağlamından kopuk demeçleri tartışma başlıkları açıyor. Tutarlılık arayışında olanlar için bu demeçler Türkiye’deki vesayetten kopma süreci için katkı sağlamaktan çok kafa karıştırıyor. Çünkü bu yetkililer araçsal hedefleri amaçlaştırıyorlar; iç ve dış vesayet odakları karşısında bedel ödemeyi gerektiren çetin mücadele şartlarının ciddiyetini ve yönelimini flulaştırıyorlar.
Siyasi erki temsil makamında bulunan bu yetkililer 1970’lerden, 28 Şubatlardan bu yana ortak çabalarla taşıdığımız Türkiye’deki vesayetten kopma mücadelemizin kazanımlarını yaşatma ve yükseltme iradesi veya bu çizgide tutarlı siyasi bir dil üretme konusunda yeterince özgüven ruhu uyandıramıyorlar. Ya da bazı fedakârlıklarına rağmen bu destek kadrosunun entelektüel açıları ve birikimleri hukukileşmeye, gerçek kurtuluşa ve özgürlüğe yürüyen sürecimizi yeterince kavramaktan ve buna uygun tutarlı siyasi bir edebiyat üretmekten yoksun.
Böyle olunca da “politika”nın pragmatizmi veya çift yüzlülüğü, “siyaset”in sevk ve idare meziyetini örseliyor. Helencede kullanılan “poli” (birçok veya iki) ve “tika” (yüz) kelimelerinin birleşiminden meydana gelen “politika” “yönetsel ilişkilerde işin birçok yüzünü görmek” veya “ikiyüzlülük” anlamına gelmektedir. Pragmatizmi de içinde barındıran “reel politika” Müslümanlar için mecbur kaldıkları verili bir alandır. “Siyaset” ise yabani veya biçimsiz olanı ve zorunlu ilişkileri edeplendirip fıtri olana uygun olarak yönlendirmek, sevk ve idare etmektir. Özelden genele kadar kaçınılmaz ilişkilerimizi fıtrî ve vahyî ölçülerle çözümlemeye “ideal siyaset” diyebiliriz. Bu çözümlemelerdeki sapmaya ve kötü niyetli tutuma ise “ifsad” denir; yani “müfsid siyaset”. Politika ve siyaset kavramları çoğu zaman birbirinin yerine kullanılsa da dayandıkları medeniyet havzaları nedeniyle farklı anlamlar taşıyorlar.
“Siyasi ahlak” dediğimiz erdem ve meziyetleri de “hak” temelli sabitesi olmayan politikacılarda değil, ancak siyaseti sözlük anlamıyla ya da ideal siyaset boyutuyla kavrayan siyasetçilerden bekleyebiliriz.
AK Parti Bileşenleri ve Renk İdraki
Kimliğimizi ve imkânlarımızı özgürleştirme, dağılmış ümmet yapısını yeniden diriltme mücadelemizde adeta Siyer-i Nebi’deki Mekke cahiliye şartlarını hatırlatan günümüz verili reel politika/siyaset alanı, ekonomisinden eğitimine kadar nefes almaya çalıştığımız ve geleceğe hazırlandığımız bir realitedir.
Reel politik alanda AK Parti’deki bazı yetkililerin yetersizliklerinin ve zaaflarının kabahati daha çok “Recep Tayyip Erdoğan’ın taşıdığı ‘vesayeti aşma misyonu’nun derinliğini ve seyyaliyetini kavrama zaafıyla mı irtibatlıdır? Yoksa bu misyonun istikametindeki inisiyatifi zedeletmemek için Erdoğan’ın süreç içinde oluşturduğu belirleyiciliğinden mi kaynaklanmaktadır?” soruları bağlamında tartışılmaktadır.
AK Parti hareketi toplumun veya Müslüman halkların iradesini dikkate alan, totaliter devlet anlayışına karşı olan farklı kimliklerin bileşiminden oluşan muhafazakâr-demokrat bir kitle organizasyonudur.
Muhafazakâr-demokrat bir dairede “vesayeti aşma misyonu”nun algılanması bu daire içinde olan taraflar açısından kendi tasavvur, birikim ve ilkeleri çerçevesinde değerlendirilmektedir.
AK Parti ortak kimliğinin taşıyıcıları her kesimden milli-dindarlar ve dindar Kürtler, Osmanlıcı veya ruhçu milliyetçiler, İttihad-ı İslamcılar, ıslah ve inşa kaygısını önceleyen Müslümanlar, liberaller, demokratlar; ayrıca dağılan merkez sağın bazı parçaları ve şartlara göre kimliksel deri değişimine uğrayan her dönemin adamları gibi unsurlardan oluşuyor. Bu bileşenler “vesayeti aşma misyonu”nun sınırları, hedefleri ve bu hedeflere ulaşma süreci konusunda özsel bir mutabakatı açık-seçik konuşabilmiş değiller. Hem resmi ideolojinin inhisarı hem kendi tarih ve toplum tasavvurlarındaki farklılıklar bu özsel kaynaşmaya ve açıklığa henüz imkân sağlamadı. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra “Yenikapı Ruhu” denilen toplumsal mutabakat arayışı reel politikanın bir gereği idi ama hayali bir özlemdi. Ama bu tür özlemler için dile getirilen “Medine Vesikası” örneğindeki mutabakat arayışı daha ziyade AK Parti bileşenleri arasında vesayetin totaliter, yasakçı ve tek tip ideolojik dayatmasına karşı sağlanmış gibi gözükmektedir.
R. T. Erdoğan’ın politik yürüyüşü içinde güttüğü vesayetten kopma siyasetinin gelecekteki rengi konusundaki tahminimiz, onun kimliksel mücadele süreciyle ilgili bir okumayı gerekli kılıyor. Erdoğan’ın politik sahada vesayetten kopma hedefiyle ilgili açık beyanları, küresel güçler için biçim açısından gizli ajandası olmadığı eminliğini oluşturuyor. Ama bu vesayetten kopma mücadelesinin hedeflediği kimliksel renk ise onun politik sınırlılığı nedeniyle tahminlere kalıyor.
Kırmızı Kitabın Tedavül Süresi
Türkiye’de reel siyasetin/politikanın kırmızıçizgileri veya Kemalist ilke ve inkılâpların dayatması demokratik alanın sınırları ya da tutsaklığıdır. Bu tutsaklığı aşamadığımız ve rejimin dayanaklarına karşı özgürce kendimizi ifade etme imkânı bulamadığımız sürece, yürünmek istenen gelecekteki medeniyet ufkumuzun “ne”liği ve kimliği hep tartışma gündemimizde kalacaktır. Örneğin:
“Erdoğan’ın ve AK Parti ortak iradesinin vesayetten kopma yürüyüşü, bizleri muhafazakâr politikaları aşıp fıtratla ve vahiyle buluşturacak özgün ve inşacı bir istikamete mi yöneltecek yoksa bazı özgürlükler adına modernite ile Müslümanların birikimini kaynaştırarak muhafazakârlığın kapitalist-Protestan yorumuna mı sevk edecek?”
Kemalist anayasanın dokunulamaz maddelerine dokunuluncaya kadar bu tür sorular biz Müslümanları hep teyakkuz durumunda tutacaktır.
Aslında bu teyakkuz durumu özgünlüğümüzü yaşatmak ve özeleştiri ahlakından kopmamak konusunda imkânlı bir durumdur. Reel siyaseti takip eden ama fiilen temsilciliğini yapmayan, sivil alanda ıslah ve inşa temellerini yükselten İslami çalışmalar için bu teyakkuz durumu çağdaş bir ilmihal gerekliliğidir.
Reel siyaset alanında ideal olana alan açmaya çalışan politikacılar için de politikanın tuzaklarına karşı tedbirli olan çevreler için de bu tarz teyakkuz durumları, hamasetçi şakşakçıların ve imkânlı günlerin dostu yardakçıların getirilerine nispetle çok daha üretici, adil ve dostanedir. Ama reel politikanın rüzgârına kapılan insanlarımızda bu feraset örnekliğini çoğunlukla göremiyoruz. Acaba Erdoğan’ın “Beni arkadaşlarım bile yalnız bırakıyor.” şeklinde anlaşılan sitemi de böyle bir derde mi tekabül ediyor?
İslami camiadan parlamenter alana geçiş yapan veya sürüklenen bu tür insanlarımız yeterince Mekke Dönemi panayır, ilaf, himaye veya Habeşistan şartlarını ilkesel düzeyde çalışmış gözükmüyorlar. Daha politika ile siyasetin, reel siyaset içindeki pozisyonların konumunu ve ilkesel tanımını yapıp fıtri ve siyasi bir dil üretebilme becerisini de yakalayabilmiş değiller. Örneğin Milli Eğitim Bakanlığına getirilmiş olan camiamızın insanı Nabi Avcı, sivil alanda kalan, insanımızın ve mahallemizin ihtiyaçlarını, eğitim şartlarının gençlerimize dokunan yanlarını menfaate yönelmeksizin hayatın içinden okuyabilen yetkin akil insanlarımız ile -“şura”dan vazgeçtik- “istişare” konsepti içinde 2-3 aylık serbest diyalog-müzakere ortamları bile oluşturamadı.
Keşke D. Mehmet Doğan gibi eğitim süreçlerinin dertlisi muhataplara “özel edebiyat ödülü” vereceklerine, eğitimdeki sorunlarımızla ilgili dertlerimizi onunla ve onun gibi sahasında yeterli Müslümanlarla kapsamlı istişareler gerçekleştirebilselerdi. Avcı ve diğer önemsediğimiz siyasi aktörlerimiz için bu tür diyaloglar olmayınca mahalleden kopan bir müstağnilik veya entelektüel soyutlamacılık söz konusu olabiliyor. Mesela Avcı’nın, kapalı salondaki konuşması esnasında 15 Temmuz darbecilerinin tankları altında ezilip can vermiş Müslüman yakınlarının “tekbir” getirmelerine bile ayar vermeye kalkışması mahallemizden ne kadar uzak kıyılarda gezindiğinin de bir göstergesidir.
Erdoğan’ın izlediğimiz ve kavradığımız ıstırabı Mehmet Akiflerden, Necip Fazıllardan gelen bir derinliğe uzanıyor. O, reel politik şartların bağlısı. Ama 1970’li yılların Türkiye İslami uyanış süreciyle irtibatlı olduğu gerçeği politika yaparken değil, siyasi içselliğini söze dökerken her daim ortaya çıkıyor. “Millet”i “33 etnik yapıdan oluşan Müslüman unsurlar” olarak ifade ederken, “millet” ifadesinin yanına “ümmet” kavramını eklerken, politik sahada tıkandığında vahyin siyasi işaretlerini telaffuz ederken, “gönül coğrafyası”nın “tek vatan” realitesine hapsolmadığını dillendirirken hep o içselliği takip edebiliyoruz.
Tabii ki bu hüsnüniyet çerçevesinde baktığımızda Erdoğan’ın “vesayetten kopma misyonu”nda inhisarcılık olarak algılanan tutumu, bu yolun inisiyatifini zedeletmeme çabası olarak da ele alınabilir. Ayrıca vesayetten kopma çığırının samimi taşıyıcısı olan siyasilerin ise hasbilik ve özgüven içerisinde siyasi liderleriyle istişareyi zorlayan bir dil üretmeleri gerekmektedir. Yani reel politiğin elverdiği ölçüde vesayeti aşma söyleminde bütünleşecekleri bir dil. Var olan sorunları aşmada didişme ve psikolojik kırılma görüntüsüne meydan vermeyen basiretli, katılımcı, siyasi bir dil…
Tabii ki bu ihtiyaç ve edinim her iki taraf için de geçerlidir.
Bu arada özgün istişari irade, dirayet ve sunum gücünü yakalayamayan ifade ettiğimiz yetkili kişiler, Kemalist bürokrasiye veya ideolojiye karşı hep birlikte ter ve kan bedeli emeklerle oluşturulan hukukileşme ve özgürleşme mücadelemizi, sanki bazı mevzi kazanımlarla hemencecik zafere ulaşacakmışız gibi takdim edebiliyorlar. Günü kurtarmaya çalışan işportacı politikacılar gibi… Sığ ve günü birlik perspektiflerle yeterli ve gerekli açıklamaları yapmadan, şerh belirtmeden “Referandumdan sonra vesayet kalkacak!” tarzında ucuz bir politikacı ağzı kullanabiliyorlar.
Bu naif söylem çoğu kez referandum sürecini ‘Evet’ oylarıyla kazanabilmek için “eski defterler”i kapatıyor ve görmezden geliyor. Kimlikleri Kemalist uygulamalarla ezilmiş İslami kesimin bilinçaltını küçümseyerek, birlik ve bütünlük edebiyatıyla Atatürkçülük söylemine tutunuyorlar. Ama iyi ki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Gerekirse eski defterleri de açarız!” tarzındaki demeçleriyle ihtiyati tashihlerde bulunuyor.
Referandum Kampanyasının Zaafı
Politika/siyaset yolu Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında “Köylü milletin efendisidir!” söylemiyle halkın aldatılmasını, zorla Batılılaştırılması ya da Frenkleştirilmesi sürecini ifade etmiştir. Bu süreçte ıslah önderlerimiz tamamen siyaset alanından tasfiye edilmiştir. İşte bu dönemlerdeki gözlemi çerçevesinde Said-i Nursi “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım!” ifadesini kullanmıştır. 1940’lı 50’li yıllardaki demokratik görünümlü uygulamalar hakkında da aynı karamsarlığı gözlemlediği için vesayeti aşma kaygısı taşıyan Nurettin Topçu da demokrasiyi “menfaatlerin harekete geçirdiği zümrelerin iradesi veya monarşi gibi bir kuvvet rejimi” olarak değerlendirmiş, “siyasi eşitliğin de bir aldatmaca” olduğunu vurgulamıştır.
1960 ve sonrası tüm darbe girişimlerine rağmen vesayet sistemi, küresel vesayetin de desteğini arkasına almasına rağmen sindirilemeyen halkın ve Müslümanların özgürleşme taleplerini “İstiklal Mahkemeleri” icraatlarında olduğu gibi artık ezememiştir.
Bugüne geldiğimizde Müslümanlar, zorunlu mazeretçi ve tevilci kimlikleriyle de olsa artık siyaset sahnesinde etkin olabilmektedirler. Bugünkü süreçte toplumun, Müslüman halkın ve İslami camiaların arzu ettiği “ideal siyaset” tutarlılığıdır. Ama görülen o ki çok azı dışında İslami kimlikle irtibatlı mebuslar siyasi ahlakı ve ilkeleri yükseltmek yerine günübirlik politikaların kıskacına sıkışmışlar; mevcut rejimde hükümet veya hükmetme sisteminin değişimiyle işlerin hallolacağı romantizminin sığlığına düşmüşler. Son anayasa değişimiyle ilgili referandum kampanyasının en önemli zaafı da budur.
Türkiye’de ve ümmet coğrafyasında merhaleci ve uzun erimli özgürleşme ve küresel vesayeti geriletme mücadelesi referandumda ‘Evet’lerin yüzde 50’yi geçmesi ve Türkiye’de hükümet sisteminin değişimiyle kısmi başarıya ulaşacak, gerisi getirilebilirse uzun erimli mücadelemizde bir basamak aşılacaktır. Ancak bu sonuca ulaşmak ne son menzildir ne de elde edilecek menzil sabit bir kulptur. Böyle bir sonuç ancak bir geçiş aparatını ifade etmelidir. Referandumdan sonra da tedrici olarak yürütme, yargı ve yasamanın işleyişinde adalet ve şeffaflık şartları ikame edilmeye çalışılmalı, Kemalist vesayetin ideolojik yargı ayağı eritilmelidir.
AK Parti’nin sabit oyları Kürtler dâhil Türkiye genelinde İslami kesime dayanmaktadır. Yeni Şafak’ın iletişimci yazarı Ali Saydam, AK Parti’nin kemik oylarının yüzde 18-22 arasında olduğunu belirtmektedir.
AK Parti hareketinin en büyük kazanımı ise ekonomi ve emniyet güvenliğini önceleyen kitleleri etkilemesi olmuştur. Ayrıca dağılan merkez sağ unsurları, İslam’a saygılı milliyetçileri, özgürlük ve insan haklarına bağlı zümreleri şemsiyesi altına alabilmiştir.
Ancak kırılgan bir coğrafyada ve bloklaşma rekabetinin kızıştığı bir dünyada yaşıyoruz. Beklenmedik bazı olağanüstü gelişmelerle karşılaşıldığında ekonomiyle ve güvenlikle ilgili istikrarın sarsılması AK Parti şemsiyesi altındaki merkez sağ, liberal, menfaatçi, hatta milliyetçi halkaları çözebilir. Bu tarz sarsıntılarda AK Parti hareketinin mücadele sürecinin kazanımlarını korumada yaslanacağı en önemli kitle 15 Temmuz darbecilerine karşı anında meydanlara çıkan İslamcılar, fıtrata ve İslam’a saygı ekseninde buluşan yerelci unsurlar ve İslami ve insani duyarlılığını R. Tayyip Erdoğan sevgisiyle mezcetmiş olan Müslüman halktır.
Ayrıca çevre unsurlarını kazanacağım ya da küresel sistemin rahatsızlığını gidereceğim diye IŞİD/DAİŞ gibi hududullahı aşan “radikal” unsurların konumunu abartıp veya genelleyip “hak”kı ve “ıslah” istikametini örterek “Ilımlı İslam”a razı eden aktörlere prim verilmesi ve bu tür küresel lobilerle irtibatı olan işgüzarlara alan açılması da bilinçli İslami kesimlerde soğumalara neden olmaktadır.
Toplum ve ümmet menfaatinden çok küresel lobilerin hatırını gözeten bu tür eğilimlere yanar-döner kişileriyle birlikte fırsat verilmesi bu soğuma halini ‘Hayır’ cephesine itmez; ama sandığa gitme konusunda çekimserliğe hatta boykota bile sevk edebilir.
Bu tür zaaflara karşı tedbir alınmazsa beklenen değişim akim kalabilir.
Tabii ki referandumda ‘Hayır’ oyları önde çıkarsa herşey bitmeyecektir. “Surda gedik açmak” için zaafları gidermenin, ayakları yere daha iyi basan, siyaset ahlakını daha iyi taşıyan stratejilerle halkı kazanmanın ve bilinçlendirmenin mücadelesi için yeni birikimler, yeni projeler üretilecektir veya üretilmelidir.
AK Parti’de günübirlik politika kıskacına sıkışan veya perspektifini olgunlaştıracak yeterli çalışmayı yapmayan siyasiler, CHP’nin “Rejim değişiyor!” haykırışı karşısında her türlü riskten kaçınan, vesayetten kopma olayını hükümet sistemi değişimine indirgeyen bir daralmayı yaşadılar. Ufuklarını ve söylemlerini büzmeye başlayan bu aktörler, küresel çapta daha büyük bir riski ifade eden Erdoğan’ın “Dünya beşten büyüktür!” mottosu doğrultusunda siyaset yapma inanılırlıklarını da zedelemektedirler.
Aşılacak Olan Sistem mi Rejim mi?
Vesayet söylemi “rejim” ifadesinden kopartılıp “sistem” ile bütünleştirildiğinde şu sorular da sökün etmektedir. Veyahut bu bağlamda diktatörlüğe karşı olan her mümeyyiz kişinin soracağı soru şudur: “Laik, Batıcı, Atatürkçü bir rejim Müslüman halka karşı özgürlükçü olabilir mi?”
Rejim, sistem, anayasada değiştirilemez maddeler, vesayeti aşma gibi kavram ve terkiplerin tanımları ve bu tanımlar üzerinde yapılan manipülasyonlar o kadar iç içe girdi ki ister istemez söz konusu değişim süreciyle de vehim veya tahkik duygularının ve sorularının farklılıklarını teenni ile karşılamak gerekiyor.
Örneğin, “Atatürkçü rejimin tıkanmışlığını aşıp idame-i hayatı için halka kısmi yetkiler devredecek bu değişimi, bir tarz-ı siyaset olarak oligarşik yapının bazı bürokrat kanatları mı planlıyor?” sorusu…
Ya da “Yönetimde sistem değişikliğine gidilmesi halkın haklarını öne geçirme isteğinin ve imtiyazlı rejim erkini, oligarşik yapıyı geriletme arzusunun mu bir hamlesi?” sorusu…
“Referandumda vesayet bitecek!” söylemi sistem ve rejim konusunu iç içe geçirip sorunu bulanıklaştırıyor. Hatta “Ne oluyor, rejimin yeni bir tarz-ı siyasetiyle mi karşılaşıyoruz?” diye soranlar bile oluyor.
Oysa genel algıya göre “rejim” resmi ideoloji ile şekillenen kaideleri, “sistem” ise o kaideler üzerinde yükselen yönetim biçimini ifade ediyor. Kaideler “kırmızı çizgi” teamülünün çitleridir. Sistem değişikliği ise o sınırları aşmadan hukuk, idare, yasama, yönetim raylarında birtakım yer değiştirmelerdir. Kanlı bir devrim yapılmayacaksa eğer, kaideleri değiştirme iradesine kırmızıçizgilerle çizilen sistemin daha özgürlükçü, şeffaf ve hukuk temelli olarak yeniden dizaynı ile yürünebilir.
15 Temmuz direnişi Erdoğan’a ve temsil ettiği siyasi harekete kaidelerin yanlış çatıldığını söyleme ve sistemde yenilenme konusunda büyük bir meşruiyet alanı oluşturdu. Mesela referandumda ‘Anayasa Kısmi Değişiklik Paketi’ onaylanırsa TSK’nın otonomik yargı yapısı dağılacak ve dolayısıyla ordunun AYM’ye yolladığı iki üyesi artık olmayacak.
Darbecilerin peş peşe gelen muhtıralarına dayanan “Rejim değişiyor!” söylemini sahiplenen CHP artık pozisyonunu gözden geçirmeye başlıyor. Kendine zarar veren radikal sert tavırlar yerine, toplumun ana akışı ve kimliği ile çatışmayan bir dil arayışı inişli-çıkışlı da olsa gündemine geliyor. CHP yönetimi halkı kazanmanın imkanlarını tartışıyor, tabanındaki marjinal sol ideolojik gruplar ise çatışmacı dili önceliyor. CHP yönetimi artık toplumu dönüştüremeyeceğinin ve halkın ortak değerleriyle çatıştıkça daralacağının farkında. Bunun için de geçen ay başörtülü kimliği dolayısıyla Maltepe ilçesinde otobüste saldırıya uğrayan genç kızın evine CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu nezaket ziyareti gerçekleştiriyor. Dolayısıyla şartların getirdiği “kırmızıçizgi”leri belirten kitapçık gittikçe tedavülden düşmeye başlıyor. Dün İslami kazanımlarımız karşısında sekiz sütuna “Genç Subaylar Rahatsız!” diye manşet atan Cumhuriyet gazetesi ortalığı toza dumana çeviriyordu. Ama bugün basında amiral gemisi olan Hürriyet gazetesinin TSK personeli arasında başörtüsü yasağının kaldırılması gibi konulara tepki olarak sekiz sütuna attığı “Karargâh Rahatsız!” başlığı ise kitleleşen bir öfkeyle edepsizlik olarak görülüyor.
Halkın ve Müslümanların öz gücü öne çıkıyor.
CHP yönetiminin kenarda veya marjinal kalmamak için sosyolojik değişim trendini keşfedip tartıştığı kadar, AK Parti yönetimi de Kemalizm övgüleriyle vesayetçi baskı gruplarını yumuşatma taktiklerini özeleştiriye tabi tutmalı, toplumsal sürecin mahiyetine uygun tavırlar sergileyebilmelidir. Ne horoz gibi erken ötmeli ne de treni kaçırmalıdır.
15 Temmuz’da tanıklaşan direniş potansiyeli kuru övgülerle oyalanmayı değil, hukukileşme yolunun halkla bütünleşmesini ve dayanılan “temel taban” ile özneleşme hamlesinin modelleşmesini bekliyor.
“Siyasal sistem” dediğimizde, “siyasal rejim” dediğimizde, “anayasa” dediğimizde devletin ‘Lozan Vesayet Antlaşması’ ile belirlenen ideolojik kimliği ön plana çıkmaktadır.
İnsanlık tarihinden bu yana toplayıcılık döneminde de tarım toplumu döneminde de uluslaşma ve küreselleşme döneminde de her devletin en önemli iki öğesi vardır: İktidar ve ideoloji. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de ideolojisi Osmanlı şeriat ve saltanat sisteminden farklı olarak pozitivist, Batıcı Kemalizm ideolojisidir.
15 Temmuz gecesi darbe teşebbüsünün fiilî aktörünün kim olduğu bilinmeden meydanlara çıkanların bilinçaltlarından taşan tek kararları vardı: Vesayet rejiminin ideolojisinden beslenen darbecilere boyun eğmemek. Sistem-rejim koridoruna sıkışan siyasilerden beklediğimiz de her türlü darbeye ve vesayetçi ideolojiye karşı 15 Temmuz gecesinin “direniş irfanı”nı kuşanmalarıdır.
Gönül coğrafyasına sınır vurmayanlar için de başkanlık sistemi yetmez. Coğrafyalarımızda kurgulanmış ulus sistemlerin sınırlarını silikleştirip tarihî iman kardeşliğimizi ve imkânlarımızı birleştirebilme yürüyüşü uzun menzilli istikametimiz olmalıdır.
Bloklaşan emperyal dünyada kendi adalet bloğumuzu ve öz gücümüzü diriltemezsek kuşatmaları aşamayız.