- Sanat, İslami kesimde genel hatlarıyla ya gereksiz, faydasız, doyumla birlikte ortaya çıkan bir uğraş ya da başka her şeyden önce gelen, hayatın merkezine oturan bir varoluş mücadelesi olarak algılanmakta. Bu iki uç yaklaşımın arkasındaki sebepler, süreçler nelerdir?
- İslam'ın kanaati ile İslami kesimin kanaati arasındaki hassas ayırıma riayet ederek cevaplanması gereken bir soru. Hiç şüphesiz ne dini sanata indirgemek doğru bir yaklaşımdır; ne de sanatı din haline getirmek. İslam'ın insan ve evren anlayışını kavrayan, bu doğrultuda sanat anlayışına da kolayca ulaşabilir. İslami kesimin sanatı gereksiz ve faydasız buluşu gerçekten yaşayarak, tecrübe ederek ulaştığı bir sonuç falan değildir. İslam'ı sadece belli bir tarafından kavrayarak, kendi aklı, iz'anı, insafı ve hatta idrak ve heyecanıyla sınırlamasının bir tezahürüdür. İslami aydınlanmayı basit ve teknik bir bilgilenme olayı zannedenler; eşyanın, olayların ve olguların künhüne inmek olan duyarlılığı gözardı etmişlerdir. Kur'an ayetlerine yaklaşımdaki kör bakış tabiat ayetine karşı ezbere bakışla paralel gitmiştir. Bakmakla görmenin aynı şey olmadığını sanatsal heyecana sahip olanlar elbette daha çabuk anlayacaklardır. Arap yarımadasında Araplar için "deve" gündelik hayatın ayrılmaz bir parçası olduğu halde Kur'an'ın "Devenin nasıl yaratıldığına bakmıyor musunuz?" uyarısının gelmesi mutlak sani' olan Allah'ın sanatının ancak yürek yordamıyla idrak edilebileceğini gösterir.
Sanat, insanı kendi kendisiyle buluşturması açısından oldukça önemli bir görev ifa etmektedir. Sanatın rezervleri derinde ve derundadır. Modern zamanlarda kendi kendisinin ücrasında yaşayan insanların piyasa şartlarından kurtularak, kaybettikleri "hira"ya yeniden kavuşma sorunu yaşanmaktadır. Öyle ki, bugün Kur'an'dan uzaklaşmakla, tefekkür, tezekkür ve sanattan uzaklaşmak müşterek bir iç yoksulluğun ürünüdür. Nuri Pakdil ustanın işaret ettiği gibi; "Kutsal kitaptan uzaklaştıkça, kutsal kitabı okumayı bıraktıkça, kendi iç örgütümüzü kuramayacağımızı hiç düşündüğümüz oluyor mu? İnsan, yeryüzüne bir iç örgüte katılmak için gelir. Ama, İç örgütünü kuramamış insan hiçbir örgüte katılamaz".
Sanatı küçümseyen, aslında kendini, kendi gerçekliğini küçümsüyor demektir. Sanatı tebcil ederek hayatın merkezine yerleştirenler ise yaşamalarının asli kaynağını bulamamış, kendilerini evren içerisinde bir yere yerleştirmeye çalışan kimselerdir. Müslüman kişiliğine her iki tip de aykırıdır.
- Sanatın kendisine has özellikleri onu diğer alanlardan; Örneğin, siyasetten, ekonomiden, toplumsal olaylardan soyutlar mı?
- Sanatın imkanları ve normları elbetteki siyasetin, ekonominin normlarından apayrıdır. Ne var ki, her sanatçının bir siyasi anlayışı, bir ekonomik görüşü vardır. Bu görüş ve anlayışı ister istemez eserlerine de yansıtacaktır. Mesela, "İslami sanat", "İslami edebiyat" gibi ifadeler yerine "müslüman sanatçı", "müslüman edebiyatçı" tabirlerini kullanmak daha muvafıktır. Zira, sanatın İslamisi, gayri İslamisi olmaz; sanat eserine şekil veren kişinin dünya görüşü, ortaya çıkan ürüne rengini ve kokusunu verir. Bu bakımdan, yaşadığı dış çevre sanatçının iç evreninde sanatına yansıyan tesirler bırakır. Her ne kadar sanatçı dış çevreye bağımlı, nesnel gerçeklikle kayıtlı değilse de, toplumsal olayların sanatçının dünyasında mutlaka bir karşılığı vardır. Sanatın toplumsal karakteriyle, toplum beğenisine ayarlı popülizmi birbirine karıştırmamak gerekir. Özellikle müslüman sanatçı eserlerinde iman, amel ve eylem bütünlüğünü başarıyla yansıtmalıdır. Şuara sûresinin 221-227. ayetlerinde ihtar edildiği üzre şairler yalan, vehim ve yapamayacakları şeyleri söylememeleri konusunda uyarılmaktadır. Başıboş vadilerde dolaşmaları, topluma duyarsızlıkları eleştirilmektedir. Bu anlamda gerçek sanatçı, İslami normlarla sanat normlarını kaynaştırmış kişidir.
Sanat her ne kadar bireysel bir çabanın ürünüymüş gibi görünse de aynı zamanda toplumsal bir olgudur. Sanat ürününün ortaya çıkmasında belki de en büyük rol toplumundur. Örneğin Dostoyevski XIX. yy Rus toplumunda değil de Japon toplumunda yaşasaydı Dostoyevski olmazdı.
Sanatçılar hem etkilenen hem de etkileyen olmak üzere her iki durumda da toplumla ve toplumsal olaylarla ilişkilidirler. Yakın tarihimizde ülkemizde yaşamış birçok sanatçı, sanatıyla olduğu kadar sanatçı kişilikleriyle de toplumu etkilemişlerdir.
Albert Camus "İsveç Söylevi"nde şöyle der: "Soylu yazarlık sanatı, korunması güç olan iki ödeve bağlı kalacaktır: Bile bile yalan söylememek ve insanın insanı ezmesine karşı koymak". İster ekonomik, ister siyasi ve isterse toplumsal planda olsun, sanatçı sorumluluğu topluma karşı uyanık ve duyarlı olmayı gerektiren bir durumdur.
- Günümüzde İslami kesimdeki sanatsal faaliyetleri hayalın diğer boyutlarıyla ne ölçüde alakalı görüyorsunuz?
- Öncelikle müslüman cenahla yer alan sanatçıların kendi özgün çizgilerini yakalamaları ve öykünmecilikten uzaklaşmaları gereğinin altını çizmek istiyorum. Özellikle şiir alanında bize ait bir yaşamı dillendiren şiirlerin kısırlığı dikkat çekiyor. Bu, alternatif bir yaşamı pratik hayata yerleştirememekle alakalı bir durum. Ismarlama bir yaşamı omuzladığımızdan, ne hikaye bizim hikayemiz; ne öykü bizim öykümüz. Şiirin akışı, mecrasından çıkmış gibi. Roman derseniz hâlâ romantik düzlemde seyrediyor. Ortaya, size, kendinize ait bir kültür, bir yaşam koyamıyorsanız sanat ürünlerindeki siz sandığınız siz de aslında siz değilsiniz demektir.
Bugün müslüman şairlerin özellikle Türkiye'deki konjonktürel durumla ilgili, yaşanan süreçle alakalı şiirler yazdıklarını görebiliyoruz. Veya, şiirlerinden bir direniş esintisi hissettiğimiz şairler yok değil. Tabii, elbette ki şair bu siyasi ve toplumsal inkirazı yazmakla memur kişi değildir. Yazmak duyarlılık, yazmamak duyarsızlıktır demek de büyük hatadır. Zira şiir hiçbir yerden emir almaz. Şairle şiir birbirlerine aynı anda gelirler.
- Sanat deyince genelde şiirden bahsediyoruz; neden sadece şiir? Şiir tek hasına ne kadar etki uyandırabilir?
- Bunun birden fazla sebebi olabilir. Birincisi şiir, diğer sanat dallarına göre kolay taşınabilirlik özelliğine sahip. Resim, heykel, mimari, hat, tezhip... vb. sanatlar birden çok malzemeye gerek duyan, ekonomiye rahatlıkla konu olabilecek niteliktedirler. Resim sergilenir, fiyat biçilir ve satılır. Müzik, pazarlanır ve satılır. Mimari ve heykel hakeza. Şiire gelince, şiirin tecimsel bir yanı yoktur. Yani, şiir karın doyurmaz. İsmet Özel'in dediği gibi: "Ne zaman ki şiir karın doyurmaya başlarsa şiir olmaktan çıkmış demektir". Ayrıca şiirin soyut çatısı altında müzik, mimari, resim gibi sanatları barındırmanız da mümkündür. Diğer yandan, özellikle resim ve heykel konusunda fıkhı geleneğin koyduğu sert tavır, müslümanları başta şiir olmak üzere soyut sanatlara yöneltmiştir.
Şiir tek başına ne kadar etki uyandırabilir? Doğrusu, bu konuda net bir şey söylemek mümkün değil. Bu biraz da yazılan şiirin direncine ve kapsama alanına bağlıdır. Ama yine de diğer sanat dallarına göre şiir söze dayalı olması hasebiyle daha bir iz bırakıcı etkiye sahiptir. Cemal Süreya'nın "Şapkam dolu çiçek"de ifade ettiği gibi, "Yıkıcıdır şiir / Gayr-ı meşrudur / Sürekli bir ihtilaldir / Temizleyicidir". Diğer sanat dallarıyla siyasal erkin mücadele ettiği pek görülmemiştir. Oysa, şiir siyasal erkin gözünde her an sakıncalı olabilecek bir nitelik taşımaktadır.
Şiirin tek başına ne kadar etki uyandırdığını yakın tarihimize ve son günlerde gelişen olaylara bakarak da tahmin edebiliriz.
- Sanat ve İslami kesim arasındaki soğuk ilişkide sanat çevrelerinin sorumluluğu ne orandadır?
- Sanata karşı vandalizmi çağrıştıracak aktif bir muhalefet olmaması şartıyla, insanların mesafeli ya da ilgisiz kalmaları bir derece normal görülebilir. Asıl sorun bunun bir karşı duruş ve tepkiye dönüşmesidir. Müslüman kesimin sanat karşısındaki duruşu belki de bugün sanat diline yabancı oluşla açıklanabilirlik arzeden bir durumdur. Sanat eserinden kendilerine yansıyan bir ışık huzmesinin yokluğu ya da onu duyma hassasiyetine sahip olamamaktan mütevellit bir donuklukla açıklanabilir bir durumdur. Bütün insanların topyekün sanattan anlamaları, onu yakından hissetmeleri de ham hayalden öteye gitmez.
Müslümanlar ne zaman yüzeysellikten kurtularak, maneviyatı Allah'ın Adem'e öğrettiği eşyanın derunundaki mânâya vasıl olmak olarak idrak ederlerse işte o zaman müslüman sanatçı ile müslüman halk arasındaki iletişimsizlik de son bulacaktır. Yoksa, hiçbir sanat eseri halkın seviyesine inmek diye bir endişeyle yola çıkmaz. Eğer bir seviye sorunu varsa, o da sanatın yükselen sesine ve mesajına, yükselmek, duyargaları açmaktır.
- Sanat ve hayat nasıl barışır?
- Hayat zaten sanatla barışıktır. Tabiattaki ahenk, uyum ve harmoniden bunu anlayabiliriz. Mesele, sanatı da hayatla barıştırmaktır. Bu da sanatın akışını hayatın akışına uydurmasıyla mümkündür. Gündelik ihtiyaçlarımız karşılandığında hayatımızdan memnun bir çehreyi yansıtırız; biz de hakikat, aşk ve estetik katarak, hayatı kendimizden memnun kılmalıyız ve şairin diliyle "hayat bizden razıdır" diyebilmeliyiz. Bu mutabakat yaratıcıyla, kendimizle, toplumla ve tabiatla gerçek barışa kavuşmamızı sağlayacaktır.
Yaşam içre kıblemiz hangi yönse, sanat içre de kıblemiz aynı yön olmalıdır.
Hakikatin içerisinde güzellik, güzelliğin içerisinde de hakikat insanın hilkatından bu yana vardır, güzelle doğru bidayetten bu yana barışıktır. Asıl gerekli olan insanın doğrunun ve güzelin içerisine kendisini katmayı başarabilmesidir.
- Eliot şöyle der bir yazısında: "Büyük sanatçı yüksek bir din şuuruna sahip olmasına rağmen bunu vaaz etmeyendir". Katılıyor musunuz?
- Özellikle şiir ile şuur arasındaki akrabalığın bilincinde olanlar, sanatçının kendinde var olan şuuru hiçbir zorlama ve itme olmaksızın zaten doğal olarak çevrelerine yayabileceklerini bilirler. Yüksek bir din şuuruna sahip olan her kim olursa olsun bunun tezahürlerini eylemlerinde yansıtacaktır zaten. Eğer eserine ve eylemine bu yüksek din şuuru yansımıyorsa sanatçının böyle bir yüksek din şuurunun varlığından bahsetmek mümkün değildir.