Din İnsan İçindir
Yüce Allah, kullarına olan nimetini tamamlamış, dinlerini kemale erdirmiş ve onlar için din olarak İslam’a razı olmuştur. (4/3) Bununla da onları, karanlıklardan kurtarıp dünya ve ahiret mutluluklarına ulaştırmayı dilemiştir. Din seçiminde kullarını gözetmiş, sınırsız ilmiyle onların ihtiyacı olan düzenlemeleri yapmış, böylelikle onları yolun en doğrusuna iletmiştir. Burada gözden kaçırılmaması gereken en önemli husus, dinin; fani, aciz, disipline ve terbiyeye muhtaç kulların ihtiyaçlarının gözetilerek belirlendiği gerçeğidir. Bu gerçek gözden kaçırıldığında ya Yüce Allah’a aciz insanların eksiklikleri izafe edilecek -zaman, mekân, bilgi eksikliği vs- ya da sanki bu kurallar Allah içinmiş gibi, tenzih endişesiyle, hükümlerin hikmetleri kaçırılacak, taşıdıkları rahmetten yeterince yararlanılamayacaktır.
Allah: Misli Olmayan Ahed…
Unutulmaması gerekir ki, Yüce Allah, her şeyin yaratıcısı/sahibi olduğu gibi onları sonsuz ilmi ve kudretiyle kuşatan, mahlûkatın hiçbirine ihtiyaç duymayan (es-Samed) ve hiçbir şekilde onlara benzemeyendir. “Hiçbir şey O’nun misli gibi değildir.” O ilahlar arasında öne çıkan bir ilah değil, kendisinden başka ilah olmayandır, “Ahed”dir. Onun cinsi, benzeri, dengi yoktur. O bütün yüceliğin kendisinde toplandığı el-Mütekebbir; bütün eksiklerin kendisinden uzak olduğu el-Kuddus ve Sübhan’dır. Zamandan, mekândan, doğmaktan, doğrulmaktan münezzeh olandır. Mahlûklar için olmazsa olmaz şeylerin, onun için ihtiyaç olmasının düşünülmesi dahi o yüce zata saygısızlık olacaktır. Bundan dolayı kulların varlıklarını sürdürmesi için çok tabii ve zorunlu bir ihtiyaç olan çocuk, O’na izafe edildiğinde, neredeyse bu korkunç iftiranın çirkinliğinden gökler utançlarından ve kızgınlıklarından parçalanacak, yerler bu densizliğin ağırlığından yarılacak, dağlar çığlıklar içinde dağılacak duruma gelirler. (19/90–91) Yine, kullar için çok doğal olan ortaklık, o yüce zata izafe edildiğinde, hemen bu çirkin iddia, Yüce Allah tarafından en kesin şekilde reddedilir, melekler ve ilim sahipleri de hemen hakla ayağa kalkıp, adaletle şahitlikte bulunarak bunun apaçık bir iftira olduğunu ilan ederler. Yıldızlar, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, yer ve gökte bulunan her şey bu koroya katılarak, âlemlerin Rabbi olan Allah’ı hamd ile tesbih ederek, O Zat-ı Bari’yi bu eksiklikten tenzih ederler.
Hükümlerin Hikmetleri
Dolayısıyla, yücelerin yücesinin kulları için razı olduğu dinle ilgili emirlerini bu tenzih çerçevesi içinde anlamak, O’nun, kulları için verdiği hükümleri, onların durumlarını, ihtiyaçlarını ve eksikliklerini düşünerek verdiğini hatırdan çıkarmamak gerekir. Muhtaçlara infakı emretmesi, bazı bozuk tıynetlilerin cedelci ruh haliyle edepsizce söyledikleri gibi, ne Allah’ın fakir, kendilerinin zengin oluşundan (3/181), ne de Allah’ın hâşâ cimriliğinden değil, sadece kullarına lütfettiklerini onların eliyle verdirterek onları arındırmayı istemesinden, verdikleriyle denemeyi dilemesindendir. Yoksa O, iki eli de açık, ikramlarını sınırsızca ve karşılıksız yapan el-Vehhab’tır. (5/64) Onlara kurban kesmeyi emretmesi de kurbanın etinin ve kanının kendisine ulaşacağından değil, onları terbiye edip, bilinçlerini yükseltmek isteyişinden, bununla beraber ihtiyaç sahiplerine rahmet etmeyi dileyişindendir. Namaza dururken, “Beyti” (Evim) dediği Mescid’ül-Haram’a yüzlerin dönülmesini emredişi de (2/144–150), O’nun vechinin orada oluşundan değildir elbette. “Batı da doğu da Allah’ındır. Her nereye yönelirseniz O’nun vechi ordadır.” (2/115) Fakat müminlerin dosdoğru yol üstünde birlik içinde kalabilmelerine, kalplerinin uyuşmasına, manevi olduğu gibi maddi olarak da aynı istikamette buluşabilmelerine ve sayısız diğer hikmetlere binaen kullarına Mescid’ül-Haram’ı kıble edinmeyi emretmesi de O’nun hikmetindendir. Unutulmaması gerekir ki eve -bu ev Kâbe olsa bile- ihtiyacı olan Yüce Allah değil, sayısız ihtiyaçlar ve faydalar için Beyt’ül-Haram’a muhtaç olan kullardır. Bu nedenle Yüce Allah’ı eve mutlak olarak nispet etmek ne kadar yanlışsa, Allah’ın beyte ihtiyacı olmadığı gerçeğinden hareketle, Mescid’ül-Haram’ın önemine ve saygınlığına gölge düşürmek de o derece yanlış olacaktır. Aynı şey hac dönemi için kullanılan, zamana dair vurguyu ifade eden “Sayılı günlerde Allah’ı zikredin.” (2/203) ayeti için de geçerlidir. Zira ancak tüm hükümleri Allah’ın tenzihiyle beraber, kulların ihtiyacını gözeterek değerlendirmek bizleri hükümleri anlamakta başarıya götürecektir.
Kullarının bu çeşit ihtiyaçları sebebiyledir ki, zaman itibariyle on iki ayın dördü haram aylar ilan edilmiş, bunların içinden Ramazan ayı ise, Kur’an’ın indirilişi, oruca konukluk etme ve büyük ihtimalle Kadir Gecesi’ni içinde barındırma şerefine nail kılınışıyla, daha da öne çıkarılmıştır. Tıpkı geceler içinde Kadir Gecesi, hafta içinde Cuma günü, yıl içinde de bayram günlerinin öne çıkarılışı ve mekân açısından Mescid’ül-Haram’ın, Mescid’ün-Nebevi’nin, Mescid’ül-Aksa’nın, Mescid’ül-Kuba’nın, Safa ve Merve’nin, Tuva Vadisi’nin, Harem alanının övülüşü gibi.
Takva: Şeaire Saygı
Elbette kullara düşen hikmet sahibi Allah’ın önemsediğini önemseyerek, bu zaman ve mekânların, Şer’i Şerif’in sınırlarına dikkat ederek hakkını vermek, hürmetini koruyarak, arınmaya ve onlardan faydalanmaya çalışmaktır. Zaten bu “Kim Allah’ın şeairine tazimde bulunursa, muhakkak ki bu (ancak) kalplerin takvasındandır.” (22/32) ayetinin işaret ettiği müminliğin doğal bir sonucudur. Nasıl ki haram aylarda savaşmak veya Harem sınırlarında -zamanı ne olursa olsun- çatışmak ya da yapılan ahitleşmelere ihanet etmek, fasıklığın ve facirliğin bir sonucuysa…
Bu durum, girdiğimiz Ramazan-ı Şerif’in önemini takdir etmede elbette bize yol göstericidir. Kullarının, Rableriyle bağlantılarını korumaları ve belirli bir disiplin içinde tutabilmeleri için, günlük beş vakit namazı onlara emreden Yüce Rab, aynı hedefle yıl içinde bir ayı da oruçla geçirmelerini kendilerinden istemiştir. Burada şu nokta gözden kaçırılmamalıdır: Günlük olarak farz kılınan namazla yetinilmemesi, ayrıca hayatın zikirler, dualar ve ibadet anlayışına uygun davranışlarla doldurulmasının emredilmesi gibi Ramazan ayında da oruçla yetinilmemesi emredilmiştir. Belki oruçla beraber, daha yoğun bir ibadete -namaza, infaka, zikre, gözlerini haramdan kaçırmaya, cihada, tebliğe, Kur’an okumaya- yönelme yarışına katılmayı anlamak gerekmektedir. Bunu bir anlamda yıllık yoğunlaştırılmış “manevi bakım” ayı olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.
Yıllık Genel Arınma Seferberliği
Yıl içinde oluşan yıpranmışlıkların tamir seferberliği… Ramazan ayının verdiği yeni ruhla, tövbeleri yenileme, zikirleri çoğaltma, zamanı ve özellikle de geceleri, namazlar, dualar ve Kur’an okumalarla geçirerek kalbileri cilalama, iyiliği emretme, kötülükten de nehyetme; bir başka ifadeyle tebliği içselleştirme, ihmal edilen sıla-i rahmi ve dostlukları canlandırmak suretiyle ibadî gedikleri azaltma, itikâf vb. sahih sünnetleri ihya etme, görüldüklerinde Allah’ın hatırlandığı, alametleri; alınlarındaki secde izleri, ruhlarındaki dinginlik, konuşmalarındaki edeplilik, ilimlerindeki derinlik, davranışlarındaki merhametlilik olan şahitler/şehitler olma seferberliği…
Rasulullah’ın Ramazan Heyecanı
Her konuda olduğu gibi, şüphesiz ki üç aylar ve Ramazan ayının değerlendirilmesi hususunda da Rasulullah (s) bizlere eşsiz bir örneklik ve rehberlik sunmaktadır. Nitekim Rasulullah’ın (s) hayatında üç ayların girişiyle beraber temposu gittikçe hızlanan bir hayır yarışını gözlemlemek kolayca mümkündür. Receb ayının girişiyle hareketlenen süreç, Şaban’da daha da hızlanmakta, Ramazan’da ise bu hareketlilik zirveye çıkmaktadır. “Ramazan’a girince Rasulullah (s) bol yağmur getiren rüzgâr gibi olurdu (ibadet ve iyilikte ileriye giderdi).” diyen sahabeler, Ramazan’ın başıyla hızlanan Rasulullah’ın (s) durumunu, ortalarından sonra “Paçalarını sıvardı.” benzetmeleriyle açıklarlar.
Bilindiği gibi Rasulullah, “Sizden biriniz haramları terk etmedikçe, bilsin ki Allah’ın onun kendisini aç bırakmasına ihtiyacı yoktur.” buyurarak; orucun topyekûn bir arınma çabası olduğuna dikkat çekmekte; dilini, gözünü, elini ve sahip olduğu tüm yetenek ve imkânlarını Allah’ın istediği gibi kullanmadıkça kişinin, gerçek anlamda orucun hakkını vermiş olmayacağını da hatırlatmaktadır.
Nitekim Rasulullah (s) Ramazan’da sürekli işlediği salih amelleri neredeyse iki katına çıkarmakta, Yüce Allah’ın hoşlanmayacağı en ufak bir hataya düşmemek için deyim yerindeyse kırmızı alarma geçmekteydi. Rasulullah (s) bu ayda zikrini, namazını, duasını, infakını, tebliğini artırırken, lağv, cedel, vs. olumsuzluklardan çok daha şiddetle kaçınır, akrabalarını, komşularını, fakirleri, yetimleri daha fazla gözetir; Ramazan’ın son on gününü ise mutlaka itikâfla geçirirdi.
Rasulullah (s) Ramazan’da ikramlardan geri durmamakla beraber, mübalağadan kaçınır, çok uzun ve faydalı olmayacak konuşmalardan sakınır, Ramazan’ın ruhuna aykırı tüm aşırılıklardan uzak durur, her tavrıyla müthiş bir bilinç ve dengeyi yansıtırdı. O takvayı suskunlukta değil, hayrı konuşmakta bulur, buna imkân bulamadığı zaman, oradan uygun bir şekilde ayrılır, başka salih amellerin peşine düşerdi. O, tabiri caizse, rahmetin döküldüğü anların pusuya yatmış hayır avcısıydı. Zira daha fazla arınmak için, daha fazla salih amel gerekiyordu, bunun için de daha fazla uyanıklık ve daha fazla gayret…
Tercihimiz Ramazan mı, Karnaval mı?
İçi boşaltılarak bir karnavalmış gibi geçirilen Ramazan ayının gerçek anlamını bulabilmesi için yapmamız gereken Rasulullah’ın Ramazan örnekliğini içselleştirerek hayata taşımak ve Yüce Allah’ın kullarına rahmeti olan Ramazan’ın ruhunu şeytan ve dostlarının elimizden almalarına izin vermemektir. Onlar ki bilinçli-bilinçsiz Ramazan’ın ibadetle dolu olması gereken gecelerini, eğlence karnavallarına dönüştürüyor, helal haram ayrımı yapmadan her türlü pespayeliği sözde Ramazan’ın şerefine gerçekleştiriyorlar. Onlar ki Ramazan şerefine her türlü israfa imza atarak, ancak kuş sütünün ve bir de muhtaçların ve tevazu ve ihlâsın eksik olduğu sofra şölenleri düzenliyorlar. Onlar ki Kur’an tilaveti ve eğitimi yerine, gerçekleştirdikleri kültürel etkinliklerde tevhidden başka her şeyden bahsediyorlar.
Haydi, Hayırda Yarışa
Böylesine bir ortamda Müslümanların yapması gereken şeytan ve dostlarının Ramazan anlayışını değil, Rasulullah’ın Ramazan anlayışını canlandırmak, yaşatmak ve çağlara taşımaktır. Öyleyse sonsuz güç, kudret ve hikmet sahibinin yardımı ve izniyle; haydi yücelerin yücesini tenzih yarışına, haydi vahiy sofrasından daha fazla yararlanmaya, haydi gaflette olanları Allah’ın kullarına hayat veren mesajıyla uyandırmaya, haydi zalimlere karşı hakkı daha da gür haykırmaya, haydi korkulmaya layık olanın sadece Allah olduğunu daha yoğun pratiğimizle ortaya koymaya, haydi Müslüman kardeşlerimizin, akrabalarımızın, fakirlerin yetimlerin, çaresizlerin dertleriyle daha fazla dertlenmeye, haydi özü sözü bir olmaya, haydi görüldüğünde Allah’ın hatırlandığı, alametleri alınlarındaki secde izleri olan kullardan olmaya… (48/29) Sözün özü haydi vahiyle dirilmeye, canlı Kur’an olarak Peygamber’in çağımızdaki takipçileri olma şerefine ulaşmaya… Ne dersiniz var mısınız?
Ey lütfu sonsuz, keremi nihayetsiz, merhamet edenlerin en hayırlısı; ey bizi kendisine muhatap kılarak şeref veren, ey varlığımızı sürdürmemiz için her an sayısız nimet bahşeden, ey kendisini tanımlamaktan aciz olduğumuz yücelerin yücesi! Bu Ramazan’ı her şeyden sıyrılıp sana yönelmemize, evvaplardan, şekkurlardan, şahitlerden olmamıza sebep kılmaz mısın? Tüm güzel isimlerine tek tek sığınıyor, onların her biriyle sana yöneliyor ve sadece senden istiyoruz…