Felluce yıkıldı, yakıldı, halk, çoluk-çocuk öldürüldü!
Şarm eş-Şeyh'te toplananlar hamamın namusunu kurtarmaya çalıştılar! Oldum olası herkesin sahiplendiği kişilere mesafeli davranmışımdır. Çünkü bir insanın, farklı görüşteki tüm insanlar tarafından seviliyor olması, o kişiyi benim nazarımda sevimsizleştirmiştir. Mesela Allah'a dost olan birisinin, Allah düşmanları tarafından seviliyor olması, ya da Allah'a düşman olan birisinin, Allah dostları tarafından seviliyor olması… Bunlar bana tuhaf gelen şeylerdir. Hemen belirteyim, durup-dururken görüşlerine katılmadığım ya da herkesin sahiplendiği insanlardan nefret etmek, onlara karşı düşmanlık etmek gibi bir lüksüm de yok. Çünkü inandığım din ve bu dinin kitabı Kur'an insanı merkeze almakta. Dolayısıyla benim için muhatabım önce İNSAN'dır. Sonra inanç tercihleri gelir. Hem sonra ben insanlara düşmanlık için yaratılmadım ki!.. Yüce Kur'an, öncelikle dostluğu disiplinize ediyor: "Sizin dostunuz ancak Allah'tır, Resulüdür, iman edenlerdir, onlar ki Allah'ın emirlerine boyun eğerek namazı kılar, zekâtı verirler." (5/55).
Kur'an dostluğun ölçüsünü net bir şekilde ortaya koyduğu gibi, düşmanlık konusunda iman edenlerin ulu orta hareketine de sınır getiriyor. Yani Müslüman olmayan her insana düşman olmak gibi bir lüksünün bulunmadığını bildiriyor. Zaten, her iman etmeyeni düşman kabul ederseniz hangi iletişimle o insanlara ilahi mesajı ulaştıracaksınız? Nitekim Hz. Ali'nin valilerine gönderdiği mektuplarda şöyle bir tembihe rastlıyoruz: "Muhataplarınıza iyi davranın, adil olun. Zira onlar, ya dinde kardeşleriniz ya da yaratılışta eş değerlerinizdir."
Bilmiyorum daha halen var mı, hani bir zamanlar Kur'an mealini eline alan, anasından, babasından, yakın akraba ve çevresinden başlayarak herkesin neredeyse küfrünü ispata kendisini memur gibi görüyordu. Ama herhalde o günler geride kaldı. Artık bedevilikten yavaş yavaş da olsa kurtulduğumuzu düşünüyorum ya da düşünmek istiyorum. Dilerseniz bu konuyu yüce Kur'an'ın şu buyruğu ile noktalayalım: "Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever." (60/8)
Şüphesiz ki Müslümanların dinlerine düşmanlık eden, onları yurtlarından çıkaranlara karşı Müslüman tavır sahibi olmak zorundadır. Bu durum hem özel kişilik için hem de tüzel kişilik için geçerlidir. Ya da birey olarak da toplum olarak da Allah'a ve O'nun dinine savaş ilan eden, Müslümanları yurtlarından çıkaran onları katleden her katile, zalime ve bunların sürülerine karşı düşman olmak imanın bir gereğidir. Bu cümleden olarak her mü'min, günün her vaktinde ve özellikle seher vakitlerinde Allah düşmanlarına karşı düşmanlığını haykırmalı, onların dostlarına, yardakçılarına, işbirlikçilerine karşı düşmanlığını dile getirmeli. Ve her mü'min, Kur'an deyimiyle onların yüreklerine Allah'tan daha çok korku salan (59/13) olmalıdır…
Bütün bu anlatımlardan sonra sırasıyla Arafat'a, Felluce'ye, Şarm eş-Şeyh'e gelelim.
Arafat öldü ya da öldürüldü. Her ikisi de doğru. Zira sonuç itibariyle vadesi gelen herkes ölecektir. Sebep ne olursa olsun. Arafat 1964'ten beri Filistin sahnesinde olan bir kimlik. Yıldızı 1967 savaşından sonra parladı. Nasır'ın 1970'te ölümünün ardından yıkılan Arap milliyetçiliğini Filistin davasıyla yaşatmaya çalıştı. Her ne kadar o yıllarda İngiliz yetiştirmesi Libya lideri Kaddafi de bu işe soyundu ise de, ihale Arafat'ta kaldı.
Kaddafi, Nasır'ın ölümünün ardından: "Mısır, lidersiz bir ülke, ben ise ülkesiz bir liderim." sözleriyle Arap milliyetçiliği ihalesine talip olmuştu. Ama onun DÖLEK durmayışı ihalenin Arafat'ta kalmasına neden oldu. Ve tabi ki bir de Kaddafi'nin İngiliz muhibbi olmasını da unutmamak gerekir.
1969–2004 tamı tamına 35 yıl. Bir milletin 35 yılını omuzladı gitti Arafat. Kimse kusura bakmasın ve kimse bana "ölünün arkasından konuşulmaz" sözünü önüme sürerek tenkit de etmesin. Bir toplumun, bir milletin kaderiyle oynayan, nesillerin umutlarıyla oynayan ölünün arkasından konuşulur ama sövülmez. Anlaşıldı mı bilmem? Kaldı ki bir de muhatabınızın küfürden, fısktan, zulümden beri olması da gerekir. Lafı uzatmayacağım, 8 Aralık 1987'de Gazze İntifadası başlamıştı. Ve bu İntifada mücahitlerinin yegâne silahları fiske taşları iken; mücahitlerin yaş ortalamaları da ONBEŞ'ti. İsrail, FKÖ çizgisi dışında, o ana kadar alışık olmadığı bir direnişle karşı karşıya idi. Konvansiyonel silah kullanamıyordu, o çocukları dilediği gibi öldüremiyordu. Çünkü dünya kamuoyu bunu tasvip etmezdi. Nitekim o dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Perez'e bir televizyon programında: 'Sayın Perez, sizce işgal altındaki topraklarda gelişen bu direniş nedir, nasıl yorumluyorsunuz?' Perez: 'Yöre halkı kimliğini ve konumunu yeniden hatırladı. Biz, İsrailli yetkililer tam bir çaresizlik içerisindeyiz.' Ve programcı bu kez aynı soruyu Tunus'ta bulunan Arafat'a yöneltti. Arafat: "Biz (FKÖ) bu hareketlerden beriyiz. Çünkü biz demokratik laik bir Filistin devletinden yanayız." dedi. Merhum Seyyid Kutub, şehadetinden iki yıl önce FUK ya da FKÖ kurulduğunda: "FUK (Filistin Ulusal Konseyi) Filistin tabutuna çakılan son çividir." demişti. Aslında Arafat ta; tarihiyle örtüşen, toplumun İslami duyarlılığını dikkate alan, İslami ilkeler doğrultusunda kurtulmayı uman Filistin ve Filistin halkı için son otuzbeş yılını harcayan adam oldu. 1982'de Beyrut'ta Arafat ve El Fetih kuşatıldığında dönemin Sovyet lideri Andrapov ile ABD başkanı Raagen bir cümle ile Arafat konusunda mutabakata varmışlardı: "Arafat'sız bir Ortadoğu, Arafat'lı bir Ortadoğu'dan daha tehlikelidir."
İşte benim Allah'ın düşmanlarının da sevdiği, takdir ettiği insanlara karşı mesafeli durmamın nedenlerinden birisi de Arafat'ta şekilleniyor. Sonuç olarak Arafat'a düşman değildim ama onun dostu da olmadım… Felluce yakıldı, yıkıldı, yok edildi. Zavallı Kürtler ya da işbirlikçi olanlar, zavallı Şiiler ve onlara destek veren Şii, Sünni, Kürt, Türkmen, Arap her kimse… Be hey aptallar bilmiyor musunuz ki, sel gider kum kalır. Bu Amerikan seli gidecek er ya da geç. Çünkü zulüm payidar olmaz. Dün Halepçe'nin katili Saddam nasıl gittiyse ABD ve hempaları da gidecek, onların zulmü altında şehit olanlar ve geride bıraktıkları, yepyeni bir dirilişle dirilecek ve yaşayacaklar. Peki, 'Siz hayat süren leşler, Söyleyin sizi kim diriltecek.'
Felluce yarınlarımıza, ümmet bilinci ile yaşama arzumuza umudumuza atılan bir bomba. Üst kimliğimizi zedeleyen bir kumpanya… 'Ben de Müslümanlardanım diyenlerden daha güzel sözlü kim olabilir.' İlkesini bölgesel olarak yok etmek isteyen bir tezgâh. Ne mutlu bu tezgaha gelmeyenlere, lanet olsun bu tezgahın kirli parçalarına!..
Şarm El Şeyh. Havanda su dövülen yer. Bu ismi yıllar öncesinden de hatırlıyorum. Galiba 31 Mart 1996. Demirel'in de katıldığı bir zirveden. Yani Cana katliamı öncesi İsrail'i temize çıkarma zirvesine ev sahipliği yapmıştı. Şimdi de Felluce katili, Irak katili, insanlık katili Amerika ve uşaklarını kurtarmak üzere ev sahipliği yapan yer. Mübarek olmayan Hüsnü bu tür ev sahipliğinde mahirdir: A iki gözüm, araya sıkışan duyarlı kardeşlerim sizin ne işiniz var böyle kirli yerlerde. Hamamı siz kirletmediniz ki, namusunu temizlemeye ortak olasınız! Değil mi?