Anayasa tartışmalarında iki boyut bulunuyor. İlki, anayasanın 12 Eylül mantalitesinin uzantısı olan despotik, tek tipçi, özgürlükleri törpüleyici resmi ideolojik yönlerinin revize edilmesi; ikincisi ise, anayasadan kaynaklanmadığı halde, rejimin keyfi uygulamalarının ve toplumun geniş kesimlerini mağdur eden yasakların -başörtüsü yasağı gibi- engellenmesine yönelik değişim talepleri.
Öteden beri süregelen durum, anayasanın ideolojik donanımlarının yarattığı engellerle birlikte, bunun ötesinde yorumun belirleyiciliğidir. Bazılarının 'Yargıtokrasi' olarak tanımladıkları bu işleyişte, mevcut anayasanın ideolojik yorumcularının, genel itibariyle güvenlik tutumuna endeksli refleksler serdetmeleri ve yargının 'yasama' ve 'yürütme'yi tekelden kontrol arzusu, kriz denilen olguların yaşanmasını da olağanlaştırmıştır. Bu bağlamda Türkiye'de anayasayı "toplumsal mutabakat" genel kabulünün ötesinde bir meşruiyet sorunu çerçevesinde de değerlendirmek gerekir. 1945 sonrası Japon anayasasını Amerikalıların hazırlaması örneğinde olduğu gibi, Türkiye'de de 1961 ve 1982 anayasaları darbe süreçlerinin ardından düzenlenip, halkın ve halkın temsilcilerinin aleyhine rejimi koruma ve kollama mantığına uygun bir yöntemin belirlenmiş olması ve buna yönelik gerçekleştirilmesi gereken alternatif öneri ve tutumlar, hem meşruiyet sorununun, hem de bugünkü tartışmaların önemli bir vechesini oluşturmaktadır.
Buna mukabil, bir üçüncü ve en önemli boyut da anayasa tartışmalarında statükocu güçlerin karşısında yer alan muhalif kesimlerin söylemlerinde öne çıkan ve değişim taleplerinin refere edildiği retoriğin tartışılmasıdır. Bazı muhafazakar-demokrat çevrelerin Mustafa Kemal ile Kemalizm arasındaki ilişkisizliğe atfen dillendirdikleri "Kemalizmin bir ideoloji olduğu ama Mustafa Kemal'in bundan ayrı tutulması gerektiği"ne ilişkin söylemlerin oluşturduğu atmosfer de tartışma konusu edilmelidir. Statükocuların, liberallerin, muhafazakar-demokratların retoriklerinin yanında, bizlerin nasıl bir söylem ve duruşa sahip olmamız gerektiği asıl soru konusudur.
Sivil ve İdeolojiden Arındırılmış Anayasa Ne Anlama Geliyor?
"Sivillik"in liberal tanımında devlet, asker ve din dışı olmaklık anlamları vardır. Kavramın son iki yüz yıllık tarihi-felsefi arka planı böylesi seküler bir zemine dayanmaktadır. Ancak Türkiye gibi tüm tarihi evrelerini kesintisiz bir biçimde militer yapının tahakkümünde geçirmiş ülkelerde sivillik kelimesi, muhalif kesimlerin tecrübelerini yansıtan bir formasyona sahiptir. Bu ise, siyasal ve toplumsal anlamda Kemalist-militer yapıdan ayrışabilmeyi, tahakkümünden sıyrılmayı, ideolojik dogmaları ve baskılarından arınabilmeyi temsil eden bir özgürleşme talebidir. Genel kabul itibariyle temel siyasî hak ve hürriyetleri, bu hak ve hürriyetlerin ihlal edilmelerini imkansızlaştıracak hukuk devleti mekanizmalarını içermesi anlamına gelmektedir.
Çelişkili İki Tez:
"İdeolojisiz Anayasa Olmaz!",
"Atatürkçülük İdeoloji Değildir!"
Kemalist bazı hukukçuların savunageldiği "ideolojisiz anayasa ne mümkün?!" tezi aynı zamanda, savunageldikleri dünya görüşünün biricik ve dosdoğru olduğu inancını pekiştirmeye matuf bir arka plana sahiptir. Sorun da buradan kaynaklanmaktadır. İdeolojiden tamamen sıyrılmış bir toplumsal mutabakat vesikası olur mu olmaz mı tartışmasından öte (zira liberal yorumlar da sonuç itibariyle ideolojiklik nitelemesiyle püskürtülmeye çalışılmaktadır) böylesi, sadece belli bir kesimin fikri, nefsani, kurgusal özlemlerini yansıtan bir metnin nasıl olup da toplumun geniş kesimlerine mutlak doğrular içeren bir referans kaynağı olarak dayatılabildiğidir? Bu algıyı toplumun tüm kesimlerinin amentüsü haline getirme süreci, siyasi-pragmatik bir süreçtir. Nitekim bugün anayasada yer alan ve değiştirilmesinin teklif dahi edilmesi yasaklanmış maddelerine bakıldığında, geçmişte tartışmanın bu minval üzere seyretmediği, 2. adam olarak adlandırılan "Milli Şef" döneminde bile tümden anayasadan çıkarılmalarının teklif dahi edildiği, hatta küresel gidişata uyum sağlama adına altı okun bazı unsurlarının anayasadan çıkarıldığı bilinmektedir. ("Milliyetçilik", "Devletçilik", "Halkçılık" ve "İnkılapçılık"ın 1961 anayasasından çıkarılması gibi) Aslında bu sanrının, otoriteye tanrısal bir güç vehmetmekten ve bunu tüm topluma dayatmaktan başka bir anlam ifade etmediği kendileri tarafından da çok iyi bilinmektedir.
Kısacası, ideolojik kurgulardan sıyrılmışlık, adalet eksenli bir talebi yansıtmaktadır. Anayasanın sadece adaletin tecellisini ve özgürce düşünmeyi ve düşünceleri ifade edip yaygınlaştırmayı engelleyen yönlerinin tashihinin gerçekleşebileceğini düşünmek bile ideolojik baskılardan arınmışlığın ne anlama geldiğini ifadede yeterlidir.
Bu anlamda "sivil anayasa"yı, askerlerin el atmadığı ya da üniformasız sivillerin sistematize ettiği değil, elit kesimlerin geniş çıkarlarından ziyade, geniş kesimlerin haklarını gözeten bir zihniyetin faal hale geçirilebildiği bir toplumsal mutabakat metni olarak görmek daha anlamlı ve gerçekçidir. Bu elbetteki belli bir zihniyet dönüşümüyle birlikte gerçekleştiğinde daha da reel ve uygulanabilir bir hal alacaktır. Bu ise bu konularda ısrarcı olan kesimlerin sürecin getirdiği sorumlulukları üstlenmeleriyle alakalı bir husustur.
Öte yandan "Atatürkçülüğün ideoloji olmadığı"nı savunan bir takım Kemalist hukukçuların -diğerleriyle çeliştiğini bir kenara bırakarak- bu savunularının, anayasanın bu perspektiften arındırılması görüşlerine karşı geliştirilmiş bir panzehir olmadığına ikna olmuş olsak şöylesi bir öneri sunmamız mümkün olabilirdi: Madem ki bu bir ideoloji değil, o halde bir dayatma unsuru olmaktan çıkarılsın ve bir düşünce sistemi olduğu kabulünden hareketle tartışmaya açılsın. "Biz başkalarına benzemeyiz, Türkiye şartları buna el vermiyor!" söylemine sığınılmadan dürüstçe ve samimiyetle, birilerinin dogmatik bir tarzda el sürdürtmedikleri bu konu en azından anayasanın gölgesinden çıkarılsın! Hem böylelikle, bir dünya görüşü payesi bile alamayan bu konu, birilerinin yorum tekelinden kurtarılmış ve hak ettiği makama kavuşturulmuş olsun!
Statükocu kesimlerin, gelen eleştirileri bertaraf etme mantığı üzerine kurulu bu söyleminin iler tutar yanının olmadığı ve çözümü değil, çözümsüzlüğü mutlaklaştırmayı amaçladığı çok açıktır. Nitekim söylemin devamında Atatürkçülüğün modern değerlerde mündemiç olduğu savı dillendirilerek, şekli unsurlara olası müdahaleleri engelleyici, aynı şekli-dogmatik unsurların anayasanın ruhunda yaşatılmasının hiçbir sakıncası olmadığına ilişkin şark kurnazlığına dayanmaktadır! Konuyu hiçbir şekilde tartımaya yanaşmayan ve "vurun söyletmen!" tarzı faşizan refleksler serdedenler bir yana, artık bürokratik görevinden emekli olmuş bazı Kemalistlerin, "tamam özgürlükçü bir anayasa yapalım ama özgürlüklerin garantörü olan Atatürk milliyetçiliğine dokunulmasın!" demogojisi, polemikleri masumlaştırma çabasından öte bir anlam taşımamaktadır.
Atatürkçülük Çağdaş Demokratlıktır İddiası
Anayasa tartışmalarında kendilerini ilerici Atatürkçüler olarak tanımlayan sınıfa göre anayasanın sivilleştirilmesi, demokratikleştirilmesi için Atatürkçülüğün de tartışmaya açılması abestir. Onlara göre çağdaş değerler olan insan hakları, demokrasi, temel hak ve hürriyetler gibi kavramlar zaten Atatürkçülükte mündemiçtir. Hatta Atatürk bugün yaşıyor olsaydı bu değerlerin en büyük savunucusu konumunda olurdu! Dolayısıyla onlara göre buradaki asıl amil, cumhuriyetin temellerini ve laikliği sorgulatmak ve zayıflatmaktır. Hatta bunu bazıları "Kemalizmi anayasadan çıkaramayız!" şeklinde bile savunagelmektedirler ki, Kemalizmin anayasada zaten yer almıyor olması sorunun kaynağını ve vehametini daha net görmemize yaramaktadır. Buradaki mantık, geniş kesimlerin lehine düzenlemelere gitmek değil; aynı kitlelerin zaten yaşam felsefesi olduğu kabul edilen metnin, muhalif güçlerin tahrifinden korunmasıdır. Metnin adilane olup olmadığı, marazlar taşıyıp taşımadığından öte belli bir ideolojinin korunması amaçlanmaktadır. Hatta bu kesimler, anayasada ideoloji olmamalı itirazını savuşturabilmek için Atatürkçülüğün bir ideoloji olmadığını da savunagelmektedirler. O zaman da şu çelişki ortaya çıkmakta: Madem ki Atatürkçülük bir ideoloji değil ve çağdaş değerlerle uyumlu, o halde haklar ve özgürlüklerin önündeki engelleri kaldırmak neden Kemalizmi dinamitlemek olarak nitelendiriliyor? Ya da çağdaş değerlerin uygulanışını fiiliyatta görmek isteyenlerin karşısına sürekli bir cumhuriyet ve laiklik savunusu dayatılması, nasıl olup da en meşru ve sorgulanamaz zeminler olarak görülebiliyor?
Her nedense temel hak ve hürriyetler denince akla hemen "zorunlu din dersi almama" şeklindeki bir "özgürlükçü" politikayı üretmek geliyor! Zorunlu felsefe dersleri değil de neden din dersleri? Din'in potansiyel olarak içinde barındırdığı siyasi etki, laik yaşam tarzını tehdit etmesi ya da çağdaş değil, arkaik bir değer olduğu önkabulünden hareketle mi? Peki ya aynı şeyler, zorunlu olarak çocuklarımıza okutulan ve tazecik beyinlerine iman umdeleri ve hayat felsefesi olarak dayatılan Atatürkçülük derslerine ilişkin öne sürülürse? Ya çağdaşlığı kendinden menkul, fıtri-ahlaki temayülleri geliştirmekten uzak, tekil etnik övgüye dayalı bu düşünce sistemini çocuklarımızdan uzak kılmak istiyorsak? Ve bunu evrensel ve fıtri değerlerle uyumlu bir süreci gerçekleştirmek adına talep edersek? Bu hakkın gaspı için devletin kendisini koruması adına laiklik ilkesinin ihlali gibi bir gerekçe, hangi meşru ölçülere dayanıyor? Hz. Ömer'in deyimiyle 'Allah'ın özgür yarattıklarını', kendi sistematiğine göre biçimlendiren 'köleler haline getirme' hakkını bu egemen güruha kim veriyor?
Meşruiyeti kendinden menkul bu mantık, mevcut kesimi sadece bir tutarsızlıklar batağına saplamakla kalmıyor, aynı zamanda "iç ve dış düşmanların politik oyunları" edebiyatıyla "dokunulmazlar" listesini daha da artırmaya götürüyor. Atıf yapmayı ve Kemalizmle örtüştürmeyi pek sevdiği çağdaş değerler adına mevcut tartışmalara hiçbir katkı sağlamadığı gibi, anayasaya bu haliyle bile "dokundurtmanın" köklerine kibrit suyu çakılması şeklinde bir korku halesini önce üretiyor, ardından psikolojik savaş unsuru haline getiriyor. Başörtüsü yasağına dokundurtmamak; İslami kesimlerin ve geniş halk kitlelerinin taleplerinin bastırılması; anayasada çerçevesi çizilmiş ve kısıtlanmış hak ve hürriyetlerin genişletilmesini tartıştırmamak; kısmi düzenlemeleri bile abartılı bir biçimde korkular dehlizine dahil edip, "terör"ün ve "irtica"ın ekmeğine yağ sürmek olarak nitelemek, anayasanın mevcut haliyle yeterliliğini savunmak, tartışmaları cenin halindeyken boğma ve tasarıya ilişkin atılacak adımları olabildiğince akamete uğratma ve hükümeti yıldırma taktikleri olarak ortaya konmakta.
Fincancı Katırlarını Ürkütmemek ya da Muhafazakar-Demokrat Kesimin Kuş Dili ile Konuşması
Kemalizm ve Mustafa Kemal ayrımına giderek, liberal-seküler mukallid bir söylemi açılımmış gibi göstermek ciddi bir zaaftır. "Hiç olmazsa bu kadarı ile yetinelim" demenin çok ötesinde bir zihin bulanıklığını yansıtan bu retoriğin eğitimden kamusal alana, hayatın tüm vechelerini kurgulama ve yönetme hakkını ellerinde görenlere karşı sahih ve tutarlı bir söylem olmadığı açıktır. "Atatürk olsaydı Kemalistlere karşı olurdu" ya da "yükselen değerleri baştacı ederdi" gibi bir yaklaşımdan hareketle kime neyi anlatmak ve nasıl kabul ettirmek istendiği daha açık ifade edilmelidir. Bir zamanların "Atatürk yaşasaydı Milli Görüşçü olurdu" söyleminin müdavimlerine ne kazandırdığı düşünülecek olursa; "Atatürk yaşasaydı liberal demokrasiyi savunurdu" retoriği de pek ala aynı bağlamda değerlendirilebilir. Siyasetçilerin fincancı katırlarını ürkütmeme adına takındıkları ikircikli tutumlar bile bu duruş sahiplerinden daha tutarlı. Sahip oldukları köşelerde liberal-demokrat gurularının söylemlerini taklit etmek, hatta daha da geriye düşmek anlamına gelen bu retoriğin ciddi bir özeleştiriye ihtiyacı var. Tabuların kökenlerini, çıkış süreçlerini tahlile tutmadan varsayımsal olarak "Atatürk laikti ama din karşıtı değildi"; "adına doktrin üretildi ama Kemalist değildi"; hatta "halka telkin edeceğimiz ilkeler halkın ruhu ve vicdanından alınmış olmalı" şeklinde kendisine atfedilen sözden hareketle, "Kemalistler dogmatiktir ama o aklı ve bilimi öncelerdi" gibi müdahaneci yaklaşımların "ideolojik renksizliği" öneren liberal yaklaşımlarla karşılaştırıldığında arkaik ve muhalifinden daha tutarsız olduğu çok açıktır. Sığınmacılık reçetesine sarılmaktansa en azından bunların tartışılması gerektiğini önermek bile bu duruştan daha sağlıklı bir tutumu ortaya koyabilirdi oysa. Sadra şifa olması kabilinden, en asgarisinden bir tartışma başlatma önerisine dahil edilebilirdi. Ama öyle olmuyor. Statükocuları, onları destekleyen kitleleri ve İslami kesimleri uyarı ve ıslahtan uzak, farklı bir şirk kategorisine yamamaya doğru yelken açıldığı düşünülemiyor. Bir dönemin muhafazakarlarının Atatürk'ü sağcılaştırma projelerine benzeyen böylesi bir şablonun mevcut tartışmalara da bir değer katmayacağı ve statükonun devamından yana bir süreci besleyeceği ortadadır.
Mevcut kesimin sol ve liberal kesimlerden ödünç aldıkları bir yaklaşım da başörtüsünün "bireysel bir hak", "inanç ve ifade özgürlüğü" meselesi olduğudur. Liberal kesimler açısından tutarlı olan bu yaklaşımın bizler açısından savunulabilir bir yönü yoktur. Başörtüsü Allah'ın emridir. Ne şekli, ne bağlanma biçimi ne de kimlik olarak içerdiği ilkeler laik fetvacıların seküler tanımlarının kısır döngüsüne kurban edilemez. Şartlı-koşullu sınırlı pazarlıklara da konu edilemez. Üstelik başörtüsüne ilişkin egemen statükonun dayattığı çerçeve ve tartışmalar direkt olarak İslam düşmanlığı retoriği ve uygulaması üzerine kuruludur. Bırakın yasağın kaldırılmasını, yumuşatılmasına yönelik en ufak bir geri adıma tahammül göstermemeleri, hatta bu yöndeki tartışmaları 'laiklik' tartışmalarının çeperine çekerek boğmaya çalışmaları da bundandır. Başörtüsüne ilişkin kısmi özgürlüklerden yana olan liberal hukukçuların bile durdukları sınır burasıdır. Laiklik ilkesinin zedelenmemesi adına "hizmet alan-veren" ayrımının çatı kabul edilmesi meselesidir ki, sadece bu bile seküler zihinlerde meselenin nasıl algılandığını ve seküler özgürlük tanımlarından öte bir anlama sahip olması gerekliliğine vurgu yapılmasının önemini ortaya koyar. Zaten sadece başörtüsü konusunun değil, Allah'ın farz kıldığı tüm unsurların anayasal tartışmaların beşeri sınırlılıkları dahilinde konuşulamayacağı çok açıktır. Dolayısıyla gerek insana bakış, gerekse haklar ve özgürlükler meselesine ilişkin bize özgü, zihinsel bulanıklıkları giderici, vahye ve tarihi birikim ve tecrübelere dayanan tanım ve açılımlara gidilmesi de elzemdir.
Meşruiyet Zemini 'Milli İrade'yle Değil,
Tevhid ve Adalet Eksenli Çağrılarla Oluşur!
Aynı çevrelerin "Milli irade" kavramına yükledikleri anlam da kavramın tabulaştırılmasına ve yegane meşruiyet ölçüsü haline gelmesine sebebiyet vermektedir. Bilindiği gibi kavramın Batı'da geçirdiği tarihi yolculuğun temelinde "bireyin yanılmazlığı", daha doğrusu bireyin kendisi ile ilgili aldığı kararlarda yanılmayacağı, dolayısıyla bireylerden oluşan toplumun da aynı tanımlamayla kendi kendisine zulmetmeyeceği, kendisine zarar verecek kararlara imza atmayacağı, yani "yanılmazlığı"na olan inanç vardır. Aynı durum, Türkiye'de sağcı tarih algısını kitlelere empoze eden ve Türk toplumunun tarihi anlamda "yanılmazlığı"na hükmeden çevrelerde de hakimdir. Onlara göre toplumun hikmetli, basiretli, sabırlı tutumu ve bunun bin yıllık tarih süreci içerisinde düz bir çizgi halinde aksamadan seyretmesi, onun alacağı kararların isabetini de artırmaktadır! Bu görüş çağdaş anlamda liberal demokrasinin meşruiyet çerçevesiyle de örtüştürülmekte ve "halkın da kendilerine düşman olduğu" tezine sığınan egemen zihniyetin, topluma biçtiği "mutlak yanılırlık" tanımı sayesinde de gücünü pekiştirmektedir. Oysa meşruiyet zemini dediğimiz şeyin en basit ifadeyle vahyin rehberliğindeki bir aklın merkezde olduğu "adalet ve haklılık içeren talepler" olması gerektiğinden hareketle, toplumsal irade adalete ve haklılığa dayandığı ölçüde isabet kaydetmiş olur. Bazen -ki çoğunlukla- toplumun iradesinin (yani çoğunluğun) yanıldığı konularda bile adalet ve tevhid eksenini ayakta tutmaya çalışanların adil ve haklı taleplerin arkasında durması ve bunları istikrarlı/ısrarlı bir şekilde savunmaları, meşruiyet çerçevesinin asıl amilini oluşturmaktadır. Nitekim günümüz tablosu, toplumun haklılık içeren siyasi, kültürel ve ekonomik talepleri dillendirdiğinde bile şirk içeren unsurları terketme bilincini donanamadığının sayısız örnekleriyle doludur. Muhalif kesimlerde de gözlemlediğimiz bu olgu, cahili değerlerle bezenmiş bir toplumsal yapının meşruiyet zemini üretemeyeceğini, böylesi gayr-ı adil bir payeyi hak etmediğini ispatlamaktadır.
Dolayısıyla mevcut totaliter yapılara karşı refleks geliştirme adına, modern-seküler değerlerin de etkisiyle böylesi bir söylemi kabullenmek ve yaygınlaştırmak, aslında aynı totaliter yapının pekçok tabusuna iman ettirilmiş kitlelerin ıslahının önünde de bir engel mesabesindedir. Geniş kitlelerin, mağdur edilmiş yığınların haklarını savunmaktaki amaç, kaybettiklerini kazanmanın ve hakları için mücadele etmenin yegane ölçüsünün ancak Rabbe teslimiyetle anlam kazandığını öğretmek olmalıdır. Musa(a)nın eliyle kendilerine nimet bahşedilenlerin meşruiyet zemininin, nankörlük etmemek ve nimete şükretmek olduğu unutulmamalıdır!
Tevhidi Kesimlerin Yaklaşımında Usul
Tevhid ve adaletin taşıyıcılığı misyonunu yüklenmiş olan müslümanların, yaşadıkları coğrafyalarda anın getirdiği sorumlulukları ertelemeden yerine getirmeleri, yerel ve küresel sorunlar karşısında sözün en güzelini ortaya koyup arkasında durmaları bir zorunluluktur.
Nitekim Rabbimiz insanı emaneti yüklenmesi için yarattığında ona akıl, zimmet, ismet (dokunulmazlık) ve özgürlük bahşetmiştir ki emaneti ifa etme kudretini elde etmiş olsun. Bu fıtri donanım, bütün insanları mutlak anlamda eşitleyen tek olgudur. Bu vasıfların korunması, himaye edilmesi, hangi şart altında olursa olsun, emri bi'l maruf nehyi ani'l münker gereği dillendirilmesi ve savunulması da emaneti yüklenmiş olan insanın imtihanıdır. Adaleti ikame etme temeline dayalı ahlaki vurgularımız, bizleri, yaşadığımız coğrafyanın tüm sorunlarına da bu minval üzere bakmayı zorunlu kılmaktadır. Bu gerçekliğe savaş açmış olanlarla mücadele etmek ise hem ahdimize vefa göstermenin hem de iman ettiğimiz değerler adına ıslah edici ameller ortaya koymanın vücubiyetinden kaynaklanır. Bu bağlamda kendisine ilahi güçler atfeden hiçbir otoritenin, insanın doğuştan sahip olduğu başta 'ismet'(Allah'ın beşer olmamız hasebiyle bizlere bahşettiği dokunulmazlık hakkı) olmak üzere, yukarıda zikrettiğimiz haklarımıza kısıtlama getirme ya da ortadan kaldırmaya çalışma yetkisi yoktur. Bu sınırlara müdahale tek bir kelimeyle izah edilebilir ki bu da zulümdür. Bu bağlamda hem kendi haklarımızı savunmak ve arkasında durmak, hem de egemenlerin kendi tabuları ve fiiliyattaki uygulamalarından kaynaklanan çelişkileri ortaya koymak kulluk görevimiz, itikadi bir zorunluluktur. Bizler, Allah'ın bahşettiği hak ve özgürlükleri savunmakla yükümlüyüz. Hem hakikatın kavranmasının, hem de bu hakikatin yaygınlaştırılabilmesinin önündeki engelleri kaldırmak, sadece küfrün topyekün altedildiği ve gücün ele geçtiği zamanlarda değil, her daim, her şart ve koşulda üzerimize farz olan bir yükümlülüktür. Nitekim sistemin ürettiği ve üzerimize yıktığı sorunlar yumağına karşı tavır almak/tutum geliştirmek, aynı zamanda bu ülke insanına, Allah'ın mesajının ne olduğuna ilişkin, düşünme melekelerini harekete geçirici bir işlevi yerine getirmek demektir.
İşte anayasa tartışmalarını da bu minval üzere değerlendirmek durumundayız. Demokrasi oyunu içerisinde "demokratçılık" oynayarak ya da çıkar eksenli tartışmaların bir tarafı olarak değil, aksine kendimiz olarak, müslümanlar olarak kitlelere sorunlarına sahip çıkmasını (ve nasıl sahip çıkması gerektiğini), bunun bir zorunluluk olduğunu ama aynı zamanda bu sorunlara ve çözümlere ilişkin nasıl bir perspektife sahip olması gerektiğini ortaya koyarak tartışmaların bir tarafında olmak durumundayız. Bu ilkesel zorunlulukların pratikteki karşılığı dini yalnız Allah'a halis kılarak hak ve özgürlüklerin gerçek savunucuları ve koruyucularının yalnızca müslümanlar olabileceği gerçeğini kitlelere öğretmektir.
Bu bağlamda, despotik ve militarist güçleri hukuki açıdan geriletmek, her istediğini canı çektiğinde, işine geldiğinde uygulamaya koyabilen müstağniliğini törpülemek, hiç de arzu etmediği geniş kesimlerin çıkarları ve özgürlük alanlarının genişletilmesini sağlayacak düzenlemelere zemin oluşturanları desteklemek bir zorunluluktur.
Bunun kısa bir zaman diliminde önümüze gelecek olan taslağa ilişkin tercümesi şudur: Darbecilerin yargılanmasının önündeki engellerin kaldırılmasından YAŞ kararlarının denetime açılmasına; başörtüsü yasağının şartsız koşulsuz kaldırılmasından Türkçe'den başka dillerde eğitime yeni bir düzenleme getirilmesine; Anayasa Mahkemesi'nin 'yargıçlar oligarşisi' şeklinde tezahür eden imtiyazlarına son verilmesinden despotların gücünü sınırlayan tüm düzenlemelerin arkasında durmaya kadar, bir dizi somut adımı desteklemek, yetersizliğini dillendirmek ve yaşamın tüm melekeleri Allah'a has kılınıncaya kadar bu tutumu sürdürmektir.