Anayasa Değişikliği Paradigmal Değişime Kapı Aralayabilir

Serdar Bülent Yılmaz

1- Referandumda gündeme alınan düzenlemelerin mahiyetine dair kanaatiniz nedir? Söz konusu değişiklikler hangi ihtiyaç ve taleplere karşılık gelmektedir?

2- Referandumun kabulü durumunda Türkiye siyaseti ve toplumsal yapısında ne tür ve ne yönde bir değişim gerçekleşecektir?

3- Referandumun reddi nasıl bir tablo ortaya çıkaracaktır?

1- Referanduma sunulan anayasa değişikliği en temelde yönetsel ihtiyaçlardan kaynaklanan bir düzenlemedir. Anayasa değişikliği bu temelde iki ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Birincisi 2014 yılında cumhurbaşkanının ilk kez doğrudan halk tarafından seçilmesiyle ortaya çıkan yönetim karmaşasını ortadan kaldırmak. Zira 2007’de yapılan referandumda halk iradesi cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi şeklinde tecelli etmişti.

İkinci ihtiyaç ise çok daha derin bir sorundan kaynaklanıyor: Yüzyıllık bürokratik sistemin ürettiği bürokratik vesayet ile parlamenter sistemin ortaya çıkardığı istikrar sorunlarının aşılması ihtiyacı. Bu sorun ülkenin enerjisini emen ve sorunların çözülmesi bir yana birikmesine neden olan bir sistem. Basit bir örnek verecek olursak; başkanlıkla yönetilen ABD’de 228 yılda 45 hükümet kurulurken, Türkiye’de 95 yılda 65 hükümet kurulmuştur.

Mevcut sistem, 12 Eylül darbe anayasasıyla “zayıf hükümet” kurgusunun neticesi olarak ortaya çıkarılan ve birini yekdiğeriyle denetleyen bir bürokratik yapıyı ortaya çıkardı. Bürokratik oligarşi de denilen ve devletin omurgasını oluşturan bu yapının, hükümetlerin işleyişini zayıflatan ve reformları bürokrasinin dehlizlerinde etkisizleştiren özelliği AK Parti gibi güçlü bir iktidar tarafından bile aşılamadı. Oysa halktan aldığı yetkiyi bütünüyle kullanma eğilimiyle diğer hükümetlerden ayrılan AK Parti hükümeti kendi getirdiği bürokratların dahi bu yapıyı değiştirmek şöyle dursun yapının bir parçasına dönüştüğünü geçen yıllar içinde gördü. Yapılacak şey bu durumda mevcut bürokratik sistemi aşacak değil tümden ortadan kaldıracak bir sistemin tesisiydi ki AK Parti bunun yolu olarak cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini benimsedi.

Bunun yanında mevcut parlamenter sistemin yarattığı çift başlılık krizi de yeni sisteme ihtiyaç duyulmasına sebep olarak görülüyor. Klasik parlamenter sistemde, cumhurbaşkanları sorumsuz ve sembolik yetkilere sahip olmasına karşın, 1982 Anayasası vesayetçi zihniyeti gereği cumhurbaşkanlığı makamını güçlendirdi.

Parlamenter sistemlerin gereği olarak güçlü başbakan karşısında seçimle gelen ve güçlü yetkilere sahip olan cumhurbaşkanlığı makamı arasındaki çift başlılık sorunu, çoğu zaman yürütme krizine, oradan da siyasal, ekonomik hatta sosyal krizlere dönüşebilmektedir.

Köken olarak aynı siyasi partiye mensup veya ideolojik tutuma sahip olan cumhurbaşkanı ile başbakan arasında bile ciddi anlaşmazlıklar meydana gelebilmektedir. Bu meyanda, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile Başbakan Mesut Yılmaz ve 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Başbakan Tansu Çiller arasında yaşanan krizler bilinmektedir. 2001 ekonomik kriziyle neticelenen MGK toplantısında Ecevit’e anayasa fırlatan A. Necdet Sezer bizzat Ecevit tarafından cumhurbaşkanlığına önerilmişti.

Halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı olan R. Tayyip Erdoğan’ın kendisi gibi güçlü bir karakter olan Ahmet Davutoğlu ile yaşadığı sıkıntılar Ahmet Davutoğlu’nun istifasıyla sonuçlanmıştı.

Dolayısıyla mevcut parlamenter sistemle bu krizlerin aşılamayacağı açıktır ve sistem mutlaka değişmelidir. Bu nedenle anayasa değişikliği genel hatlarıyla olumludur. Ancak, yerine ikame edilmek üzere alelacele kurgulanan sistemle ilgili usule ve esasa ilişkin itirazlarımız yok değil. Öncelikle sisteme karar verilirken bir ön istişare sürecinin hiç yaşanmaması, sivil toplum ve aydınlarla istişare edilmeden karar verilen sistemin kamusal tartışmaya açılmadan meclisten geçirilmesi ciddi bir eksikliktir. Bunlarla birlikte meclisteki görüşmeler sırasında Atatürk ve İsmet İnönü döneminin tek parti pratikleri referans gösterilerek meşruiyet(!) devşirmeye kalkılması usule ilişkin itirazımızı oluşturmaktadır.

Esasa ilişkin olarak ise cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olarak adlandırılan ama esasen başkanlık sistemi olan önerilen sistemde denge–denetim mekanizması konusu oldukça muğlak bırakılmıştır. Hatta yürütmenin üzerinde meclisin doğrudan bir denetimi söz konusu değil. Yürütmenin meclis tarafından denetimi olarak sunulan soruşturma, araştırma ve yazılı soru önergeleri ise sadece bilgilenmeye yönelik olan ve denetim içermeyen mekanizmalar. Kaldı ki bu mekanizmaların şekli, içeriği ve kapsamı ile araştırma usulleri daha sonra Meclis İç Tüzüğü ile belirleneceğinden bu konuda şimdilik pek bir şey deme şansımız da bulunmuyor.

Bütün yetkilerin tek elde toplanmasını dengeleyecek etkili bir mekanizmanın olmaması doğal olarak aklımıza bu yetkilerin istismarı durumunda olabilecek olumsuzlukları getirmekte. Yetkilerin tek kişide toplanması uzun erimde sıkıntılara yol açabilir. Nitekim Cumhuriyetin ilk çeyrek asırlık tarihi bunun kötü örnekleriyle dolu. Recep Tayyip Erdoğan’ın yerine bir başkasını düşündüğümüzde oluşabilecek tablonun hiç de iç açıcı olmayacağı hepimizin malumu.

Öte yandan alışageldiğimiz mevcut sistemin zindanından bakarak bu meseleyi değerlendiriyor olmamız da olasıdır. Hakikaten de alışageldiğimiz denge unsurları çok gerekli midir, sorusunu da sormak gerekir. Mesela bizzat seçimin kendisi bir halk denetimi değil midir? Aynı zamanda Yüce Divan vazifesi de olan Anayasa Mahkemesinin cumhurbaşkanlığı kararnamelerini denetlemesi, yürütmenin bütün iş ve işlemleri için idari yargı yolunun açık olması da önemli bir denetim mekanizması olarak yeterli görülebilir.

Ancak daha önemli bir husus istişaredir. Tek kişinin karar vereceği bir sistemde şuradan bahsedilemeyeceğini biliyoruz. Oysa her zaman ve her mekanizmada bulunmasını beklediğimiz temel esas olan şura veya istişarenin önerilen sistemde olup olmayacağı, varsa bunun nasıl işletileceğinin açıklığa kavuşturulması gerekir.

Bütün bunlarla birlikte esasen değişmesi gerekenin paradigma olduğu, toplumun temel beklentisinin bu yönde olduğunu ifade etmek gerekiyor. Söz konusu anayasa değişikliğinde paradigmal değişime taalluk eden bir maddenin olmadığını, kaldı ki bu amaçla hazırlanmadığını biliyoruz. O halde, rezervlerimiz olmakla birlikte kaba hatlarıyla olumlu bulduğumuz bu anayasa değişikliği bir paradigmal değişime kapı aralar mı? Beklentimiz bu yöndedir. Bugüne kadar bürokratik vesayet duvarına çarpan reform girişimleri daha güçlü bir iktidarla gerçekleşebilir. Her ne kadar MHP ile varılan konsensüs gereği sisteme dair zülfüyâra dokunmayan bir söylem bu beklentimize gölge düşüren bir pratik olarak karşımıza çıkmış olsa da Cumhurbaşkanı Sayın R. Tayyip Erdoğan’ın reformist çizgisi, geldiği gelenek ve bugüne kadarki değişim karnesi bizi bu hususta umutlandırmakta, süreci paradigmal değişime açılan bir kapı olarak görme eğilimimizi güçlendirmektedir.

Meclis aritmetiğinin zorluğu, anayasa değişiminin ideal bir zeminde yapılmasını zorlaştırdığından bugün mevcut değişikliği ideal olan / olması gereken üzerinden tartışmak vakanın uzağına düşmek anlamına gelecektir. O halde bu değişikliği, devam eden bir sürecin zorunlu bir merhalesi olarak görmek gerekir.

***

2- Şayet hükümet sistemi değişikliği -bir beklenti olarak ifade ettiğimiz- paradigmal değişimin zorunlu bir merhalesi ise referandumun kabulü ile bu yolda ciddi bir aşama kat edilmiş olacaktır. Bu konuda sürekli direnç üreten bürokratik vesayetin ortadan kalkmasıyla yapılmak istenen reformların önünün açılacağını varsayabiliriz.

Yeni sistemde meclisin seçimiyle yürütmenin seçimi ayrı ayrı yapılacağından, milletvekillerinin seçiminde öne çıkan yerel dengeler yürütmenin seçiminde söz konusu olmayacaktır. Böylece çoğunlukla olumsuzluk ifade eden “yerel dengeler” meclisle sınırlı kalacak, yürütmeye yani idari mekanizmalara daha az nispette yansıyacaktır.

Bütün bunlar siyasetin yeni sisteme göre yeniden şekilleneceği anlamına geliyor. Muhtemel ki suni tartışmaların yerini toplumsal talepleri öne çıkaran, toplumsal hassasiyetleri dikkate alan yeni bir siyaset biçimi gelişecektir. Bu durumda daha geniş özgürlük alanları oluşabilir. Dolayısıyla da paradigmal değişimi zorlayacak daha geniş tabanlı bir toplumsal bilinç üretilebilir. Gerçekleşmesi halinde bu tablo ciddi bir imkânı işaret etmektedir.

Unutmamak gerekir ki paradigmal değişim salt güçlü bir iktidar/yönetim (veya muktedirin/yöneticinin) meselesi değildir; aynı zamanda ve öncelikle toplumun meselesidir ve gerçekleşmesi için mutlaka sosyal dip dalgalarına, güçlü toplumsal tazyik ve iradeye ihtiyaç vardır. Dolayısıyla referandum kabul edilirse, Erdoğan öncülüğünde güçlü bir iktidar ile bütün sorunlarımız bitecek yaklaşımı sadece ham bir hayali değil, derin bir hamaseti ve bilinçsizliği de işaret ediyor.

***

3- Referandumun reddi normal şartlarda anayasa değişikliğindeki içeriğin reddi anlamına gelmelidir. Ama siyasetin mantığı böyle işlemiyor. Referandum, ‘EVET’ cephesi tarafından bir beka meselesi gibi sunulduğundan ve buna karşılık olarak ‘HAYIR’ cephesi tarafından da bir güven oylamasına dönüştürüldüğünden sonuçları da bu pozisyonlar üzerinden tartışılacaktır.

Bunun yanında referandumun reddi R. Tayyip Erdoğan’ın ilk yenilgisi olacak ve muarızları tarafından “Erdoğan’ın gerileyişi” olarak lanse edilecektir. Bugüne kadar Erdoğan karşısında hiçbir seçim kazanamamış muhalifler tarafından sonuçlar gereğinden fazla abartılacak ve bir yönetim krizine dönüştürülmek istenecektir.

Daha kötü senaryolar hazırlandığını da varsayabiliriz. Mesela sokak çatışmaları eşliğinde “Hükümet/Erdoğan İstifa” kampanyaları ile yeni bir Gezi kalkışması kotarılmaya çalışılacaktır.

Belki toplumsal tabanı zayıflamış bir Erdoğan görüntüsü darbeci zihniyeti cesaretlendirecek, yeni kumpaslar devreye sokulmak istenecektir.

Dış basın ve dış manipülatörler tarafından sürecin manipüle edilmek isteneceği de uzak bir ihtimal değil. Özellikle toplumsal kışkırtmalar, ekonomik manipülasyonlar, sosyal medya tahrikleri ve daha başka kozların devreye sokulacağını da olasılıklar içinde görmek gerekir. Bütün bu girişimler bir sonuç vermeyebilir ama ekonomik ve sosyal maliyeti yüksek olacaktır. Bunlar düşünmek dahi istemediğimiz ama her birini yakın geçmişte bilfiil yaşadığımız kötücül senaryolar.

Tabi ki bunların hiçbiri olmayabilir ve siyaset kendi mecrasında krizsiz, sorunsuz akıp gidebilir. Kim bilir!