"Yarının yerinden edilmesinin radikal bir kimlik müpbemliğine yol açtığı alanlarda bir krizin çözümü krizin terimlerinden çıkarılamaz..."
S. Sayyid
Amerikan halkı açısından 11 Eylül giderek derinleşen bir krize dönüşmekte. Bu somut tehlikelerden ziyade -onlardan beslenmekle beraber- Amerikan rüyasının kabusa dönüşmesi gibi direkt hegemonya ile ilgili bir sorun. ABD'nin nüfusunu oluşturan Beyaz -Anglo Sakxon- protestan (WASP) asabiyeti, ana kıtadan coğrafi bağımsızlığın da etkisiyle pekişerek Birleşik Devletler denilen organizmanın nüvesini oluşturmuştur. Amerikan asabisi içinde "Beyaz'la ırka, "Anglo Saxon"la kavme, "Protestan'la dine atıf ve bunlardan "American" halkına telmih vardır. Ayrı ayrı derinleşmeler bazı problemler çıkarsa da, üçünün beraber ifade ettiği anlam haritası, kendini Amerika'ya nispet etmenin makbul olduğu bir coğrafyaya tekabül eder. Bu özellikle Amerikan halkı için böyledir. Beyaz vurgusu tek başına siyah Amerikalıyı rahatsız etse bile "The Cosby Show"un sempatik(!) zenci ailesi "American Style"e eklemlenmeyi sağlar. Anglo Saxon kibri, İtalyan mahallesinde nefret doğursa da, "Grand Father" (Baba) Amerikan idollerinden biridir. Benzeri örnekleri çoğaltmak mümkün. Aslında anlatmak istediğimiz özetle Amerikan kimliğinin kendini çoğaltma yeniden üretme yeteneğinin son eylemle birlikte büyük zaafa uğradığıdır. Bu iddia bizi son krizde de mündemiç olarak bir problematiğin içine sokar; "İslamcılık ve Batı". Bir ucu karşıt hegemonik bir söylem olarak İslamcılığın içeriği ve stratejisiyle ilgiliyken, bizim meramımıza denk düşen ikinci ucu ise İslamcılığın evrensellik ve modernizmle mukayese edildiği önermelere dek uzanır. 11 Eylül'e kadar (ki bu zaman dilimine İran İslam Devrimi de dahildir) Batı'nın 20. yy'daki İslamcılık algılaması "İslamcı tehdit"le ifade edilen tamamen jeopolitik bir okumadır. Bu tek boyutlu okuma, Batı'nın kendini evrensel ve merkez kabul etmesi kadar, müslüman aydınların özür dilemeci tavırlarının da zemin hazırladığı bir durumdur.
Böyle bir tek katilliğin üzerinde geliştirilen tüm yapısalcı ya da sosyolojik okumalar, Batı'nın nüfuz edemediği bir gri bölge bırakmış; Batı -özellikle ABD- üzerinde sarsıcı bir etki yapan İran devrimi bu gri bölgede yükselmiştir.
İran İslam Devrimi bu açıdan Batılı paradigmanın İslam algılamasında bir dönüm noktasıdır. Bu milattan sonradır ki İslam dünyası ülkeler-halklar temelinde değil "İslami yorumlar" ekseninde kavranmaya çalışılmıştır. Amerikan siyaset yapıcılarının "ılımlı İslam-köktenci İslam" kategorilerini dizayn etmeleri İslamcılığın çözümlenemeyen doğasını hegemonyaya ekleme girişimidir. Böyle bir sınıflandırma Batı düşüncesinin evrensel olduğu paradigmasını da besleyen imkanlar sunar. İslamı "ılımlı" ve "köktenci" olarak tanımlamak bu ayrıma mesned edilen kıstasları da "Evrensel Batı Normları"nı kullanarak izah ve "Söylemin Düzeni"ni tahkim edebilme imkanını sağlar. Siyasal İslam'ın iflası tezi, işte bu post-oryantalist okumanın en popüler örneğidir. Siyasal İslam'ın doğuşu(!) ekonomik, siyasal ve sosyal nedenlere bağlanır. Bu çaba evrensel Batı normlarını doğrulayan argümanların toplanarak suni bir kavram inşa edilmesi sürecidir. Ya da şöyle söyleyelim; siyasal İslam'ın gerekçeleri olarak öne sürülen argümanlar aslında "siyasal İslam" kavramını İnşa eden açıklamalardır. "Tarihin Sonu" teziyle uyumlu olarak ortaya çıkan "Siyasal İslam'ın İflası" tezi 90'lı yılların baş döndüren hengamesinde Liberal Burjuva Kapitalizmi'nin (ki bu evrensel Batı değerlerinin mümkün ve nihai aşaması olarak lanse edildi) hükmen(!) galibiyetiyle bir hayli ilgi topladı. Ancak bu zafer olsa olsa Batı'nın kendi içindeki bir hesaplaşmasının sonucunu gösterebilirdi. Bu tabloya İslamcılığın tanımlanmış ve çerçevelenmiş bir motif olarak iliştirilmesi, onun aşısı bulunmuş bir hastalık, Batı'nın da tıptaki mucize kabilinden bir metafor düzeyinde algılanması Batı hegemonyası için ölümcül bir "gaflet"e dönüşmüş oldu.
Bu yüzden 11 Eylül sebepleri değil ama sonuçları itibariyle "Siyasal İslam'ın İflası"nın iflası olmuştur diyebiliriz.
Batı bu krizi henüz atlatabilmiş değil, entelektüeller açısından 11 Eylül, siyasal İslam sorununu bir sorunsala dönüştürürken, siyaset yapıcılar tam bir şaşkınlık içerisindeler.
Bu yüzden olsa gerek "En kestirme yol, en iyi bildiğindir." hikmetinden mülhem, zorbalığın ve manipülasyonun en kaba yöntemlerine sarılmış durumdalar. Zira bulundukları hâl o kadar belirsiz ki "nerede hata yaptık?" sorusunun gündemleşmesi, böyle bir zaman kaybı, telafi edilemeyecek sonuçlar doğurabilir!..
Entelektüel düzlemde İslamcılık modern bir olgu olarak tanımlanmak suretiyle kategorize edilmeye çalışılırken, siyasal manipülasyon hem durumun bir medeniyetler çatışması olmadığı vurgusuyla bu tezi desteklemenin hem de Taliban özelinde siyasal İslam'ı anti-modern, modernizm karşıtı bir olgu olarak betimlemenin yarattığı açmazı büyütüyor. Batılı hegemonya açısından en büyük tehlike de burada yatıyor aslında. Modern ya da postmodern, ama bir şekilde Batı'nın evrensel bir normlar skalası olduğunu açıkça veya zımnen kabul eden bir tehdit son tahlilde salt jeopolitik bir tehlikedir; bu yüzden yol açabileceği çatışma bir "sıfıra sıfır" mücadelesi bir tarafın mutlak galip, diğerinin mutlak mağlup olduğu bir savaş- olmayacaktır. Oysa Batı'nın hikmeti kendinden menkul evrensellik iddiasını tanımayan bir tehdit, eskatolojik bir problem, bir kıyamet tehdididir. Amerikan devletinin 11 Eylül'ü Batı'ya ve evrensel değerlere yönelik bir savaş ilanı olarak tanımlaması ve tüm dünya devletlerini bu savaş(!)ta taraf olmaya zorlaması, Batılı bilinçaltının kıyamet fobisinin dışavurumudur adeta.
Tahakküm ve hegemonya arasındaki bileşenler kümesi hızla küçülse de, tek başına tahakküm şu anda hegemonyanın bıraktığı boşluğu doldurabilir gözükmekte. Batı hegemonyası kendisini yeniden üretebileceği bir zemin oluşturana dek elindeki ideolojik ve savaş aygıtlarını tahakkümünü yoğunlaştırmak için kullanacaktır. Batı hegemonyasına bakarken analiz kolaylığı açısından kullandığımız monolitik görüntü açısını ayrıntılara odakladığımızda, durum biraz daha karmaşıklaşır.
11 Eylül eyleminin direkt muhatabı olan ABD açısından reelpoiitik sonuçlar, paradigmatik sancılara göre öncelik taşımakta. ABD, 11 Eylül'den harekette bir dizi kurumsal ve politik mekanizma oluşturma çabası içerisinde. Bunu yaparken üç kademeli bir strateji uyguluyor. İlki tüm devletleri Batı ve dışındaki her şey kutuplaştırmasıyla hegemonik şemsiyesi altında toplamak. Bu mıntıka temizliğinin ardından ikinci aşamada dünya ekonomisinin G-8'ler arasında oluşturulmaya çalışılan mutabakatla yönlendirebileceği optimal denge üzerinde yeniden kurabilmenin zeminini hazırlamak. (Bu hem bir yandan dünya jandarmalığının mahiyetini paylaştırma, diğer yandan doğal kaynakların kontrolünü elinde tutma üzerinden hem de bölgesel ekonomik paktlarda ağırlık oluşturabileceği bir coğrafi çıkış noktası elde etme amacını hedeflemekte.) Üçüncü kademede ise özellikle Avrupa Birliği'nin Batı hegemonyasındaki inşa edici rolünü dengelemek amacıyla kıta Avrupası'na karşı Anglo Saxon ittifakını kurmaya yönelik girişimlerini görüyoruz. İngiltere'nin ABD'ye çok açık desteği ve T. Blair'in adeta ABD başkan yardımcısı gibi bir koordinasyon içerisinde hareket etmesi bu arayışın göstergeleri olarak okunabilir.
İslam dünyası açısından ise durum Afganistan, Filistin, Çeçenya ve diğer coğrafyalarda katledilen binlerce kardeşin kanı üzerinde soğukkanlı olunamayacak kadar açık ve sıcak. Buna rağmen mevcut durumu doğru tahlil edebilmek ümmet yapısını yeniden örmek ve bir karşıt çekim alanı oluşturabilmek açısından önemli.
Bu ameliyede; katledilen her bebenin taşlaşmış cesedi, ahdini yerine getirmiş her şehidin itmi'nanla kıvrılmış dudakları İslamcı siyasete rehberlik edecektir.