Körfez'de silah seslerinin gürültüsü yerini emperyalist-haçlı sürülerinin ve uşaklarının zafer çığlıklarına bıraktı. Sömürgeciler bir halkı vahşice katletme pahasına elde ettikleri ucuz zaferin sarhoşluğuyla adeta kendilerinden geçmiş bir haldeler. Orta Doğu'nun mazlum halkları ise tarihlerinde çok az karşılaştıkları ölçüde bir aşağılanmışlık duygusu içinde. Emperyalistlerin ayaklarına kapanmalara, bayraklarına yüz sürmelere varan iğrenç bir kabustan farksız bir karanlık çöküyor Orta Doğu'nun üzerine. Bu topraklar, belki ancak ondokuzuncu yüzyılın sonunda yüz yüze geldiği Batı yağmacılığıyla karşılaştırılabilecek acı bir dönem yaşıyor. Müslüman halklar bir yandan işbirlikçilerin, diğer yandan da emperyalist efendilerin saldırı, katliam ve sinsi planları ile karşı karşıya.
Körfez, krizinin ilk başladığı tarihten bu yana, bu olayla bağlantılı olarak Amerikan emperyalizminin bölgeye yönelik oluşturacağı çok yönlü ve uzun vadeli tehdit ve tehlikeler konusunda taşınan endişeler en dolaysız bir biçimde gerçekleşmiş bulunuyor. Doğu Bloku'nu sıkı bir rakip olma konumundan kısa sürede, kendisine el-avuç açacak bir konuma getirmeyi başaran Amerikan emperyalizminin, ezeli düşmanı olan Müslüman halkların yurdu Orta Doğu'yu da kendisine karşı potansiyel bir düşman olmaktan tümüyle çıkartıp, tahakküm altına alma yolunda önemli bir adım attığı görülüyor.
Emperyalist Saldırganlığın Önü Her Zamankinden Daha Açık
Körfez savaşının bu şekilde bitmesi, yalnız Orta Doğu'yla sınırlı kalmayıp, dünya genelinde Amerikan emperyalizmini güçlendirecek sonuçlara kapı açtı. Kendi topraklarından binlerce kilometre ötede topyekûn bir savaşı çok cüzi zayiatlarla bitirmeyi başaran Amerika, herşeyden önce kendi vatandaşlarının gözünde 'dünya jandarmalığına layık bir güç' imajını güçlü bir biçimde yeniden canlandırmış oldu. Bu meyanda 'Vietnam sendromu' adı verilen ve Amerikan halkı arasında ülke dışında girişilebilecek herhangi bir maceranın yeni bir Vietnam yaşanma tehlikesini beraberinde getirmesi korkusunu ifade eden ruh hali büyük ölçüde kırılmış oldu. Tamamen belirleyici olmasa da, yirmi yıldan uzun bir zamandır Amerikan saldırganlığının dizginlenmesinde etkili faktörler arasında önemli bir işlev görmüş olan yeni bir Vietnam ile karşılaşma korkusunun büyük ölçüde bertaraf edilmesi Amerikan saldırganlığının önünü biraz daha açacaktır. Savaş öncesi ve sonrasında Amerikan halkı arasında yapılan kamuoyu yoklamalarının da ortaya koyduğu gibi yönetim ve orduya duyulan güvenin çok açık oranda artmış olması, bundan sonraki müdahalelerinde Amerikan emperyalizminin içeriden karşılaşacağı muhalefetin çok daha cılız kalacağı anlamına gelmektedir.
Şimdiye kadar Amerikan saldırganlığına kaşı az çok bir set oluşturma işlevi görüp de bu savaşla birlikte büyük ölçüde bertaraf olan faktörler yalnızca Vietnam sendromu ile sınırlı değil. Yine bu savaş vasıtasıyla Amerika tüm dünyaya artık dünya jandarmalığı görevinde rakipsizliği hakkında açık bir şov yapmış oldu. II. Dünya Savaşı'ndan seksenli yılların ortasına kadar emperyalist rekabet alanında Sovyetler Birliği, Amerika ile sıkı bir yarışı sürdürmekteydi. Emperyalist rekabet bir yandan Üçüncü Dünya halklarına bir nebze de olsa manevra alanı sağlarken, diğer yandan da bir ölçüde Amerika'nın tek başına dünya hakimiyetini sınırlama işlevi görmekteydi. Fakat seksenli yılların ortasından itibaren Sovyetler Birliği'nin 'glasnost' ve 'perestroika' gibi süslü kavramlarla maskelenen, kapitalizme teslimiyet sürecine girerek hızla devre dışı kalması, dünya siyasetini belirleme, tayin etme noktasında Amerikan emperyalizmini daha bir pervasızlaştırdı. Kriz boyunca Sovyetlerin takındığı edilgen tutum bu teslimiyetin tescili sayılabilir. Gorbaçov'un kara savaşının arefesinde bir barış sağlanmasına yönelik adeta son çırpınışlar olarak görülebilecek girişimlerini, elinin tersiyle bir kenara iterek Amerika bir anlamda tüm dünyaya artık Sovyetler'in sahnede yerinin bulunmadığını belgelemiş oluyordu.
Amerika dünya jandarmalığı rolünü oynarken çok çeşitli silahlara başvuruyor. Bir yandan yüksek teknoloji ürünü ateşli silahlarla, diğer yandan en az bu silahlar kadar etkili ve insan zihninde korkunç tahribatlar yapabilen iletişim bombardımanıyla neredeyse tüm dünyayı sindirmiş bulunuyor. Tabii oyunu kuralına göre en işlevsel biçimde oynadığını da itiraf etmek gerek: Bu durum özellikle BM'i kendi çıkarlarının tam bir sözcüsü kılma noktasında çok açık olarak görülebiliyor. Sovyetler'in her alanda doğurduğu boşluğa paralel olarak, zaten adaletsiz bir işleyiş mekanizmasına sahip bulunan BM iyiden iyiye 'kovboyun çiftliği' halini almış bulunuyor. Bu durum, önümüzdeki günlerde ortaya çıkabilecek emperyalist politika ve saldırıları dünya halkları nezdinde haklılaştırma, meşrulaştırma ve karşı çıkışları izole etme işlevinin ifasında BM'in emperyalizmin elinde daha etkin ve yoğun bir silah olarak kullanılacağının da habercisi sayılabilir.
Körfez savaşının emperyalizmin dünya genelindeki konumuna ilişkin muhtemel sonuçlarından, tekrar Orta Doğu özeline dönecek olursak, emperyalizmin bu bölgeye yönelik temel politikalarının güçlenerek devam ettiğini görürüz. Emperyalizmin Orta Doğu'ya yönelik temel hedefleri kabaca şöyle sıralanabilir: Bölgede tek belirleyici güç olma; başta petrol olmak üzere bölgenin kaynaklarının denetimi; İsrail ve diğer müttefik (işbirlikçi)lerin güvenliği ve işbirlikçi ağın daha da sıkılaşması.
2 Ağustos'ta bölgede statükonun sarsılması Amerika'nın bu hedeflerine ciddi bir tehdit oluşturmuştu. Kuveyt'i işgal etmekle, Irak bir anda dünya petrolünün önemli bir kısmının sahibi olmuş, ayrıca potansiyel olarak bölgedeki diğer Amerikan uydusu ülke ve yönetimleri ve tabii ki İsrail'i tehdit eder hale gelmişti. Savaş sonucunda Amerika'nın bölgede sarsılan stakükoyu tekrar eski haline döndürdüğü ve Irak'ın, çıkarlarına yönelik tehdit oluşturma konumunu tümüyle bertaraf ettiğini görüyoruz. Üstelik bu kez 2 Ağustos öncesinden daha olumsuz bir gelişme sözkonusu: Amerika artık -en azından uzun bir süre- bölgeye yönelik politikalarını yalnızca işbirlikçileri aracılığıyla yürütmek şeklinde dolaylı müdahale ile yetinmeyip, bizzat bölgede askeri güç bulundurmak yoluyla doğrudan müdahaleyi tercih etmiş gözüküyor. Şu anda Irak'ta resmen işgalci konumunda olmak üzere, ayrıca Arabistan, Kuveyt ve diğer Körfez ülkelerinde işbirlikçi yönetimlerin rızasıyla dev bir Amerikan askeri varlığı mevcut. Amerika'nın Irak'taki işgale ne zaman son vereceği şu anda bilinmiyor. Bununla birlikte en azından Kuveyt, Bahreyn gibi bazı Körfez devletçiklerinde kalıcı bir Amerikan askeri varlığının konuşlandırılacağına dair muhtemel senaryolar şimdiden gündemde. Amerikan emperyalizminin II. Dünya Savaşı ertesinde bazı Güneydoğu Asya ülkelerinde sürekli bir işgalci askeri güç bulundurmasını hatırlatan bu senaryoların gerçekleşmesi Orta Doğu'daki Amerikan çıkarlarını sağlamlaştırırken, şüphesiz bölge halklarına karşı çok ciddi ve çok boyutlu tehditler oluşturacaktır. Başta bölgenin zengin petrol kaynaklarının sömürülmesini garanti altına almayı hedefleyecek olan Amerikan fiili işgali, aynı zamanda bölgenin, halklarına dayanmayan satılmış rejim ve diktatörlükleri için bir dayanak fonksiyonu görecek ve gelişen devrimci İslami hareketlerin bastırılmasına hizmet edecektir. Emperyalist batılı güçlerin sık sık gündeme getirdiği yeni bölgesel güvenlik sistemleri, askeri paktlar ve bu paraleldeki düzenlemelerin de kalkış noktası aynıdır: Başta İsrail olmak üzere, bölgedeki işbirlikçilerin güvenliğini sağlamak ve bölge ülkelerinden herhangi birinde ortaya çıkabilecek devrimci bir hareketin bölgede stakükoyu sarsmasını engellemek.
İslami Harekete Yönelik Tehditler
Bu noktada, Körfez savaşının emperyalizmin istediği yönde sonuçlanmasının Orta Doğu genelinde İslami hareket açısından bazı ciddi tehditler doğuracağı açıktır, İslam Devrimi'nin zafere ulaşmasını takip eden son on-oniki yıldır, kimi zaman iniş-çıkışlar gösterse de genel olarak sürekli yükselen bir grafik göstermiş olan İslami hareketi bekleyen, fiili ve psikolojik olmak üzere iki farklı tehdit unsurundan söz edilebilir: Bölgeye çöreklenmiş bulunan emperyalist askeri gücün İslami hareketin bastırılması işinde bir yandan satılmış yönetimlere destek sağlarken, öte yandan doğrudan saldırganlık eylemlerine girişmesi muhtemeldir. Bunun en yakın örneğini şimdiden Irak'ta görebiliriz. Irak topraklarını işgal altında tutan emperyalist silahlı güçler Baas diktatörlüğüne karşı zorlu bir mücadele vermekte olan Müslüman halkın tepesinde adeta "Demokles'in Kılıcı" gibi durmaktadırlar. Özellikle Irak'ın güney bölgelerinde yoğunlaşan ve İslami bir devrime yönelen Irak İslami hareketi açısından emperyalizmin askeri varlığı, en az kan içici Saddam diktatörlüğü kadar ciddi bir tehdit oluşturmaktır.
İslami hareketin yüz yüze olduğu ikinci tehdit birinciye nazaran daha dolaylı bir olumsuzluk sayılabilecek olan psikolojik tehdit unsurudur. Şöyle ki, emperyalizm Körfez'de Vietnam hezimetinin tekrarlanması bir yana, ciddi bir direnmeyle bile karşılaşmaksızın şa'şalı bir zafer kazanmıştır. Bu durum genel halk kitlelerinin bilinç altında, uzunca bir süre 'emperyalizmin güçlülüğü, yenilmezliği', 'emperyalizme karşı çıkışların başarısızlığa mahkum olduğu' imajlarını güçlendirme yönünde etkiler doğurabilir. Bunun, bölge halklarını anti-emperyalist bir bilinç ve irade doğrultusunda yönlendirmeyi hedefleyen İslami hareketin önünde ciddi bir engel oluşturacağı şüphesizdir.
'Çirkin Amerikalı' Tekrar Sahnede
Savaşın genelde dünya, Özelde ise Orta Doğu'da emperyalizmin çıkarlarına hizmet edecek şekilde sonuçlanmasının başta müslümanlar olmak üzere, tüm anti-emperyalist ve yurtsever güçleri olumsuz etkileyecek olması bir gerçek. Bununla birlikte bu savaşın yararlı olabilecek bir takım sonuçlar doğurduğu da gözden kaçırılmamalı. En azandan emperyalizm vahşeti ve emperyalistlerle işbirliği içindeki bir çok yönetimin kendi halklarına karşı bir ihanet içinde bulunduğu gerçeği, bu savaş vesilesiyle bir kez daha ve çok net bir biçimde günyüzüne çıkmıştır.
Körfez krizi ve savaşıyla tüm dünya emperyalist saldırganlığın nasıl iflah olmaz bir bela olduğunu tekrar görmüştür. Amerika önce Irak'a ambargo adı altında Irak halkını açlığa ve sefalete mahkum etmiş, ardından Kuveyt'i kurtarma bahanesiyle Irak'ın masum halkını topyekûn bir katliama uğratmıştır. Çeşitli kitlesel imha silahlarına başvurmaktan kaçınmayan Amerika Irak'ın her türlü sanayi ve ekonomik altyapısını da tahrip ederek kendisine karşı çıkacak herhangi bir gücü nasıl bir akibetin beklediğini tüm dünyaya sergilemeye çalışmış, sahip olduğu iletişim araçlarıyla tüm insanlığa adeta bir 'naklen katliam' yayını yapmıştır. Böylece son yıllarda tüm dünya kamuoyuna çeşitli araçlarla propaganda edilen 'yumuşama', 'dünya barışı', 'silahsızlanma' gibi süslü sloganların nasıl birer aldatmaca oldukları; saldırganlığın emperyalizmin doğasından kaynaklanan bir olgu olduğu ve emperyalizm var oldukça 'barış'ın bir ham hayal olarak kalmaya mahkum olduğu gerçeği bir kere daha ispatlanmıştır.
Bu itibarla Müslümanlar bu savaşın daha bir netleştirdiği Amerikan emperyalizminin çirkin yüzünü sürekli canlı tutarak her türlü platformda çeşitli araçlarla emperyalizmi ve hedeflerini alabildiğine teşhir etme, kitleleri emperyalizm tehlikesine karşı uyarma ve anti-emperyalist eylemlere öncülük etmeye yönelik çabalarını yoğunlaştırmalıdırlar. Yine masum halkların kan ve gözyaşları temelinde yükselen Amerikan Barışı [Pax-Americana]nın ne menem bir barış olduğu, Amerikan sömürüsünün her türlü tehlikeden azade bir biçimde dizginsizce sürdürülmesi hedefine yönelik 'Yeni Dünya Düzeni'nin nasıl bir yağma ve zulüm düzeni olduğu hakkında kitleler aydınlatılmalıdır.
İşbirlikçilerin Maskeleri Düştü
Müslümanların ısrarla gündemde tutmaları gereken ve bu savaşın daha açık olarak belirginleştirdiği, netleştirdiği tablolardan bir diğeri de işbirlikçilik olgusudur. Körfez olayı Orta Doğu'da halka tahakküm etmekte olan bir çok işbirlikçi iktidarın, Amerika'ya boyun eğmişliği adeta tapınma noktasına çıkarttığı ender anlardan biri olarak tarihe geçecektir. Gerçekten de emperyalizm bu savaşta işbirlikçi ağını ne kadar genişletebileceğim ve bunu ne kadar etkin bir biçimde kullanabileceğini göstermiştir. Emperyalizmin (Amerika'nın) asıl gücü (ve tabii ki oluşturduğu tehdidin merkezi) bu noktada aranmalıdır, işbirlikçiler olmasa, ne yüksek teknoloji ürünü ölüm kusan silahlar, ne de geniş donanımlı üstün vurucu güç son sözü söyleyemez. Emperyalizmin sahip olduğu bir çok silah arasında en etkili, en vurucu ve en belirleyici olanı, örneğin Suudi Arabistan'la İsrail'i, Mısır ile Suriye'yi tek bir şemsiye altında uyumlu bir biçimde toplayabilmesidir. Tek başına bir Suudi Arabistan'ı bile gözönüne alırsak, bu konunun önemini anlayabiliriz. Bu kriz ve savaş olgusunda, Suudiler Amerikan emperyalizmine kan ve para katkısı yanında, her şeyden önce emperyalistlerin binlerce mil öteden gelip ayaklarını yere sağlam olarak basabileceği bir zemin, bir üs imkanı sağlamıştır. Belki yine en az bunun kadar önemli bir faktör olarak kimi safdiller ve ahmaklar gözünde emperyalist varlık ve saldırılara ciddi bir 'meşruiyet' temin etmiştir.
Kriz ve savaş boyunca İslam dünyasının bir çok yerinde halk arasında Hicaz'ı işgal den Amerika ve diğer kafir güçler aleyhinde yükselen tepki aynı şekilde başta Suudiler olmak üzere bölgenin tüm işbirlikçi yönetimlerini de hedef almıştır. Özellikle Suudi Arabistan'ın şimdiye dek Orta Doğu'da yükselen İslami hareketlerin bir çoğu üzerinde oynadığı saptırıcı, ifsad edici rol gözönüne alındığında, Müslüman halklar gözünde hain Suudi diktatörlüğünün gerçek yüzünün berraklaşmasının İslami hareketin geleceği açısından çok önemli bir kazanım olduğu kuşkusuzdur.
İkinci İsrail Olma Yolundaki Türkiye ve Müslümanlar
Orta Doğu'nun işbirlikçi rejimlerinin asli konumlarının Körfez olayıyla birlikte belirginleşmesine ilişkin bu söylenenler aynen, hatta fazlasıyla Türkiye rejimi içinde de geçerlidir. Kriz ve savaş süresince Batıcı-laik diktatörlük emperyalizmin sadık bir müttefiki -daha doğru bir tanımlamayla bir 'kul'u- olarak Amerikan çıkarlarını batta Amerika'dan bile daha pervasız ve gözü kara bir inatla, aşkla savunmuştur. Ordusuyla, hükümetiyle; basınıyla, televizyonuyla; polisiyle, Diyanetiyle T.C. rejimi hatta diğer bazı işbirlikçi yönetimleri endişelendirecek düzeyde emperyalist çıkar ve politikalarla özdeşleşmiş, işi maceracılık boyutuna kadar vardırmıştır. T.C. diktatörlüğünün bu tutumu savaş sonrasında da devam etmiş ve daha uzun bir süre devam edeceğe benzemektedir. Amerika'nın bölgeye ilişkin bir takım yeni düzenlemelerinde aktif bir rol oynama hevesini hiç gizlemeye gerek duymayan T.C. rejimi Amerika'nın bölge jandarmalığına sıkı bir adaydır. Mevcut bir sürü üsse ek olarak, şimdiden Amerika'nın bölgeye yönelik muhtemel saldırılarında kullanmak üzere depolayacağı silahlara ev sahipliği yapmayı kabul etmesi T.C. rejiminin bu doğrultuda attığı ilk adım olarak görülmelidir. Bu adımların yoğunlaşmasının Türkiye'yi ikinci İsrail yapmaktan başka bir yere götürmeyeceği ise açıktır.
Körfez savaşı vesilesiyle Türkiyeli Müslümanlar ilk kez bu denli kitlesel ve net bir biçimde anti-emperyalist, anti-Amerikan bir tavır sergilemişlerdir. Çeşitli propaganda araçları yanında, özellikle Cuma çıkışlarında emperyalizm ve başta Batıcı-laik T. C. diktatörlüğü olmak üzere işbirlikçilere karşı ifade edilen yaygın tepki Türkiye İslami hareketi açısından iki önemli gelişmeyi yansıtmaktadır. Bir, İslami hareket mevcut rejimin emperyalizm yanlısı politikalarına karşı açık bir karşı koymayla sağcı, muhafazakar, uzlaşmacı çizgi ve kitleyle safları net olarak ayrıştırmıştır. İki, bunu yaparken geniş bir kitleyi harekete geçirmeyi başarabilmiştir.
Şüphesiz Körfez savaşı Türkiyeli Müslümanların 80 sonrasında geniş kitleleri yönlendirdiği ilk konu değildir. Bundan önce de, özellikle başörtüsü yasağına karşı tepki gösterilmesi ve Filistin İntifadası'nın desteklenmesi konularında yaygın kitlesel hareketlilikler sağlanabilmişti. Bununla beraber Körfez savaşı vesilesiyle Türkiyeli Müslümanların yönlendirdiği kitlesel eylemlerle diğer iki konu arasında niteliksel açıdan büyük-farklılıklar mevcuttur. Şöyle ki, mevcut hükümetin çok genel anlamda başörtüsü yasağına karşı olması, İntifada konusunda ise en azından tarafsız bir tutum takınması, bu konularla ilgili olarak ifade edilen kitlesel eylemleri nisbeten risksiz, tehlikesiz kılmıştı. Öte yandan bu eylemler muhafazakar, uzlaşmacı kesimlerden en azından potansiyel olarak geniş bir destek görmüştü. Körfez savaşı düzleminde ortaya konulan eylemler ise hem ideolojik netlik açısından, hem de mevcut yönetimin politikalarıyla çatışmanın beraberinde getirdiği risk açısından başörtüsü ve İntifada konularından önemli farklılıklar içermiş, buna bağlı olarak da İslami hareketin gelişimine daha önemli katkılar sağlamıştır.
Türkiyeli Müslümanlar, emperyalist saldırganların mazlum Irak halkına karşı giriştiği katliamlar karşısında sessiz kalmayıp, emperyalist vahşete karşı protestolarım yükseltmekle yapmaları gerekeni yapmışlardır. Bundan sonra da bu doğrultuda çabaların yoğunlaştırılması gerekmektedir. Şimdi yapılması gereken, bir yandan emperyalizmin Orta Doğu'daki varlığı ve çıkarlarına karşı mücadele etmek, diğer yandan da Körfez olayıyla artık herkesin rahatlıkla görebildiği, Batıcı-laik diktatörlüğün tam bir emperyalist kuklası olduğu gerçeğinin sürekli altının çizilmesidir.
Emperyalizmi Yenecek Güç İslami Harekettir
Emperyalistlerin bölge üzerindeki varlığı açısından Orta Doğu'nun ondokuzuncu yüzyıl sonuna benzer bir durumla karşı karşıya olduğunu ifade etmiştik. Bununla birlikte bugün Orta Doğu'da geçen yüzyıldan çok önemli bir farklılık içeren güçlü ve yeni bir dinamik sözkonusu. Orta Doğu'nun hemen her yerinde iktidara tırmanan İslami hareket olgusu bölgeye çöken karanlığın içinden taze bir umut ışığı olarak parlıyor. İlk ışıltılar karanlığın en yoğun olarak çöktüğü topraklardan yükseliyor ve Iraklı devrimci Müslüman güçler, Irak halkına onca acı ve zulüm getirdikten sonra, bir de en korkuncu olarak emperyalist kafirler karşısında zilleti tattıran Saddam ve çetesinden bu zilletin hesabını sormak üzere ilerliyor. Irak İslam Devrimi'nin başarıya ulaşması tüm Orta Doğu'da İslami harekete yeni bir ivme kazandıracaktır.
Körfez savaşının Irak ordusunun ciddi bir direnişi olmaksızın sonuçlanması bazı gerçeklerin altını çizmiştir. Emperyalizmi alt edecek gücün halk ve ideoloji ilişkisini net bir biçimde kurması gerektiği bugün her zamankinden daha açıktır. Öte yandan emperyalizmi yenecek olan ordu gerektiğinde ölmeyi bilmeli, fakat asla teslim olmamalıdır. Bugün bunları başarabilecek tek gücün İSLAMI HAREKET olduğu tartışmasız bir gerçektir.
Emperyalizmin gücünü ve hedeflerini iyi tanımalıyız, fakat bu asla zayıflık çaresizlik gibi ümitsizliğe kapı açmamalı. Hayatın iman ve cihadtan ibaret olduğuna inanan Müslümanlar olarak yılgınlığa asla izin vermeden, emperyalizme karşı direnişin uzun soluklu olmak zorunda olduğuna kitleleri inandırmalıyız. Bir bütün olarak İslami hareket emperyalizme karşı direniş ve zafer için gerekli engin bir potansiyele sahiptir. Afganistan, Lübnan ve İntifada örnekleri bu potansiyelin ne derece güçlü olduğunun tarihsel kanıtlan olarak yolumuzu aydınlatmaktadır.