Allah İçin Kıst’ın Kavvâmı ve Adaletin Şahidi Olmak

Fevzi Zülaloğlu

“Ey iman edenler! Allah için kıstı/kıstası ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvaya daha uygundur. Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide, 5/8)

Ayetteki ilahi emir; muhatabımız düşman bile olsa, “kıst”ı ikame etmektir. Bir başka ifadeyle, “kıst’ın kavvâmı olmak”tır.  Türkçede camilere bakıp onları ayakta tutmak için çabalayanlara kayyım denilir. Aynı kökten mübalağa isim olan kavvâm, koruyup kollamak, bakıp gözetmektir.

Adaletli olmaya iman etmek yetmez, onun şahidi/rol modeli de olmak gerekir. Adaletin şahidi olmak, onu gözle görülür hale getirmek, yani herkesin örnek alacağı şekilde uygulamaktır.

Bu zor görevi yaparken, hakikatin şahidi olmaya iman ettiğimiz “yüreklerimizdeki güç kaynağı olan takva” bize yardımcı olacaktır. Küçük bir aileyi ya da büyük bir devleti yönetirken, “çifte standart kullanmak, çifte kıstas kullanmak” bizi bekleyen riskler arasındadır. 

Ailede, siyasette ve toplumsal ilişkilerde adaleti ikame ederken, “çifte standart / çifte kıstas” kullananlara benzememek için, içimizdeki iyi olan takvayı nefsimize yerleştiren Allah’ın Habîr, yani “her şeyden haberdar” olduğunu hiç aklımızdan çıkarmamalıyız.

Şimdi bu ayete daha yakından bakmak ve analiz etmek için bazı sorular sorup cevaplarını arayalım:

Kıstası (hakkı) ayakta tutmak nedir?

Adaletin şahidi olmak nedir?

Kıstası ayakta tutmanın siyasi, sosyal ve ahlaki boyutu nedir?

Düşmana haksızlık etmeyi meşru gören din ve ideolojiler var mıdır?

Kıstası ayakta tutmakla tevhid arasındaki ilişki nedir?

Hedefimiz Tevhid ve Adaletin İkamesi

İslam’ın sosyal, siyasal, hukuki ve ahlaki amaçları özetle, yeryüzünde tevhid ve adaletin ikamesidir. Nefsimizde başlayan bu terbiyenin muhatabı tüm dünya ve tüm insanlıktır.  Adaleti ikame etmek sadece ahlaki bir hedef değildir, bizim inşa etmekle mükellef olduğumuz medeniyet sadece müminlere değil tüm ezilenlere veli olmayı, koruyucu kollayıcı olmayı içerir:

“Size ne oluyor da Allah yolunda ‘Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan şu beldeden kurtar ve rahmetinle bize sahip çıkacak bir koruyucu ve destek olacak bir yardımcı gönder!’ diye yalvaran güçsüz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmıyorsunuz?” (Nisa, 4/75)

Bu konuda kötü örnek İsrailoğullarından Yahudileşenlerdir. Çünkü onlar, dini, kurtuluş ve mutluluğu sadece kendilerine indirgeyen bir faşist ideolojiye dönüştürmüşlerdir. 

Şeytanın tuzağına düşen Yahudiler kolayı tercih etmiştir. Çünkü “düşmana bile adaletli davranmaya iman etmek” ciddi zorluklar barındırır. Ancak tarihte olduğu gibi zoru başaranlar, Allah’ın dini İslam’ı küresel bir umuda dönüştürecektir.

Bu konudaki başarımız takvamız oranındadır. Allah katındaki en üstün insani değer olan takva, düşmanlarımız hakkında kalplerimize beslediğimiz öfkenin kontrol mekanizmasıdır. Bu nedenle takvamızı namazla, oruçla, zekâtla, iyilik hareketleriyle mutlaka besleyip büyütmemiz gerekir.

İsrailoğullarından Yahudileşenler, günümüzde de devam eden tutarsızlıklarıyla, somut örnek vermek gerekirse kendi dinlerinden olanlardan faiz almamakta ama milyarlarca insanı faiz bataklığına sürüklemekte bir beis görmemektedirler.

Onların bu tutarsız sömürgeci ahlakını Kur’an şöyle deşifre etmekte ve Yahudileşenlerle ilişki kuracakları önceden uyarmaktadır: 

“Onlar, ‘Bizim ümmilere -bizden olmayanlara- karşı bir sorumluluğumuz yoktur.’ derler…” (Âl-i İmran, 3/75)

Böyle, ırkçı, ayırımcı bir bakış açısının yeryüzüne adaleti ikame yeteneği yoktur. Yahudileşenlerin hakkı ve adaleti ikame yeteneği olmadığının somut göstergesi, 1948’den sonra kan ve gözyaşının hiç eksik olmadığı Filistin topraklarıdır.

Kavvâm Olmak Bir Ayrıcalık Değil Sorumluluktur

“Ey müminler! Allah için şahitlik yaparakhakkı ayakta tutan (kavvâm) kişiler olun. İster kendiniz, ana babanız veya yakınlarınız aleyhine olsun; isterse zengin veya fakir olsunlar, Allah, onlara sizin yakınlığınızdan daha yakındır. Arzularınıza uymayın yoksa saparsınız. Ağzınızı eğip büker veya şahitlikten kaçarsanız bilin ki Allah, yaptığınız her işin iç yüzünü bilir.” (Nisa, 4/135)

Kavvâm olmakla adalet arasındaki kopmaz ilişkiyi, neredeyse Maide 8’le bire bir aynı ifadelerle burada da görüyoruz. Allah’ın Habîr isminin tekrar hatırlatıldığı bu ayet, Kur’an’ın en iyi tefsirinin yine Kur’an olduğuna güzel bir örnektir. Adaleti ikame sorumluluğumuza, bu ayet yeni bir açılım getirmiştir. Buna göre, düşmanımıza bile adaletle davranmamız yetmez, kendi aleyhimize, ana babamızın, akrabalarımızın aleyhine de olsa bu ilkeyi çiğnememek gerekir. Bu yetmez, fakirler aleyhine olacak şekilde zenginleri kollayarak, seçkin ve ayrıcalıklı bir sınıf oluşumuna yol açacak siyasi, ahlaki ve hukuki davranışların önüne geçmek gerekir.

Kavvâm” mübalağa sığası olduğu için sürekli bakan, himaye eden, idare eden, koruyup gözeten anlamına gelir. Kıst ile birleşince kavvâm, “adaleti himaye etmeyi sürekli olarak kesintisiz bir ahlak edinen” anlamına gelir. Türkçeye de geçmiş olan kıstas; “kusursuz ölçen adalet terazisi” anlamına gelir.1

Kavvâm olmak doğuştan kazanılmış bir hak değildir; şartlı, koşullu bir haktır.  Yani hakkı ve adaleti ayakta tutma sorumluluğunu yüklenmeyen birinin, “kavvâm” kavramının arkasına gizlenerek yapacağı haksızlıkları meşrulaştırması hiçbir mümine yakışmaz.2

Kavvâm olmak önce kendi dar alanımızda, aile ve yakınlarımız arasında başlayan bir sorumluluktur, sonra da tüm yeryüzündehakları ellerinden alınmış bütün mustazafları  koruyup kollamaktır. Kavvâm olmak, ezilenlerin, mazlumların haklarını iade etmek, iradelerinin, özgürlüklerinin üzerindeki zorbalığı ortadan kaldırmak, hak ve adaleti ayakta tutmaktır.

Üsve-i Hasene Nebimiz Muhammed (s)

Kur’an’ın her konuda şahidi, örneği olan Nebimizin (s) “kıstın kavvâmı” olduğuna ilişkin birçok hikâye vardır. Bunlardan birkaçını burada analım:

1- Düşmana Tahıl İthalat İzni

Hicri 5-6. yıllarda ortaya çıkan kıtlık sırasında, zorluk yaşayan Mekkeliler, İslamlaştırılmış Yemâme’den Mekke’ye hububat ithal edilmesi yasağının kaldırılmasını rica etmişlerdir. Resulullah bu müracaatı derhal ve kayıtsız şartsız yerine getirmekle kalmadı, aynı zamanda Mekkeli fakir kimselere dağıtılmak üzere 500 altın sikke gönderdi. Bu konuda EbuSüfyan’ın tepkisi ilginçtir: Muhammed bu hareketiyle ancak bizim gençlerimizi yoldan çıkarmak istiyor.”3

Ebu Süfyan’ın siyasi tepkisi, şirk ahlakından ileri geliyor. Onun ve çağdaş müşriklerin yaşam felsefesini Mâun Suresi şöyle özetlemiştir: “Hiçbir iyilik yapma, yapılacak en küçük bir iyiliğe dahi engel ol!

Resulullah adaletiyle düşmanlarının lideri Ebu Süfyan’dan takdir görmüyor. Hiç önemli değil. Önemli olan Allah’ı razı etmektir.

2- Müşrik Süheyl’in Oğlu Mümin Ebu Cendel

Ebu Cendel, 624 yılında Müslüman olunca babası Süheyl b. Amr onu zincire vurmuştur. 628’de yapılan Hudeybiye anlaşmasında Süheyl, Kureyş’in elçisi olarak imzayı koyduktan sonra Ebu Cendel Müslümanlara sığınmıştır.

Bir tarafta vicdan, öte yanda anlaşma… Nebimiz, Süheyl’e, oğlunun anlaşma dışı tutulması için ricada bulunmuş ama o, oğlunu zincire vurarak Mekke’ye geri götürmek istemiştir.

Öte yandan Hudeybiye’den sonra Medine’ye alınmayan bir başka Müslüman olan Ebu Basir, Kızıldeniz kenarında Sifu’l-Bahr denilen yere hicret etmiş, Ebu Cendel gibi 70 kişinin katılımıyla burası ticaret kervanları için tehlikeye dönüşmüştür.

Bunun üzerine Kureyş, anlaşmanın o maddesinin iptalini istemiştir.  Ve sabırla beklenen adalet gerçekleşmiş, yetmiş mümin Medine’ye kabul edilmiştir.4

3- Halife Ömer’in “Yahudi”ye Karşı Adaleti

İkinci halife Ömer (r) zamanında, Suriye’deki Şam valisi, kente büyük ve güzel bir cami yapmak ister. Amacı, Şam’daki Müslümanların topluca biraraya gelebilecekleri merkezî bir ibadethanelerinin olmasıdır. Zira kentte Müslümanları biraraya getirebilecek böyle bir adrese ihtiyaç vardır. Bu yüzden, yapılacak olan caminin kentin merkezî bir yerinde inşa edilmesi gerekmektedir.

Şam valisi, inşa edilecek olan cami için en uygun yeri belirlemek üzere ekip görevlendirir ve bunlar şehrin her köşesini “alıcı gözüyle” incelerler. Günler süren keşif ve taramadan sonra, cami inşası için en uygun yeri belirlerler. Ondan sonra hiç vakit kaybetmeden toprağa ilk kazmaları vurup inşaata başlarlar.

Şam’daki Müslümanlar cami projesine öyle büyük bir aşk ve şevkle girişmişlerdir ki başından beri bir şeyi hiç akıllarına getirmezler ve bir hususu unuturlar: Üzerinde cami inşa ettikleri arsanın bir sahibinin olabileceği ve arsa sahibinden ne arsasının satın alındığı ne de böyle bir inşaat için izin istendiği.

İşin garabeti şu ki üzerinde caminin inşa edildiği arsanın mülkiyeti bir Yahudi’ye aittir. Lakin arsa sahibi Yahudi bir süredir Şam dışında olduğundan, bütün bu olanlardan habersizdir ve cami inşaatı nerdeyse bitmek üzereyken çıkagelir. Uzun bir süre sonra Şam’a geri dönen Yahudi, arsasının üzerinde inşa edilmekte olan camiyi görünce hayretler içinde kalır, doğal olarak. Buna itiraz etmek için, valinin kapısına dayanır! Toprağının gaspedildiğini söyleyen Yahudi, cami yapımının durdurulmasını ister.

Ancak Şam valisi, Yahudi’nin şikâyetlerine hak vermekle birlikte, bu kadar emek ve masraf harcanmış olan bir inşaatın durdurulamayacağını söyleyerek bu talebi reddeder ve Yahudi’ye, arsayı değerinin çok üzerinde ücret ödeyerek satın almaya hazır olduklarını bildirir. Fakat Yahudi bu teklife olumlu yanıt vermez, her ne pahasına olursa olsun, arsasını satmaya razı olmadığını ve kesinlikle satmayacağını, üstelik kendisine ait bir arsa üzerinde cami istemediğini belirtir.

Şam valisi, müteakip günlerde de defaatle aynı teklifi götürür ama Yahudi her seferinde bu teklifi geri çevirir. Şam valisi bu duruma çok bozulur; zira çoktandır inşaatına başlanan ve yapımı neredeyse bitmek üzere olan bir camiden feragat etmek olacak iş değildir. Yahudi’den her seferinde olumsuz yanıt alan ve sürekli fiyat yükseltmelerin de işe yaramadığını gören Şam valisi, işi gittikçe zora bindirmeye başlar. Yahudi’yi satışa razı etme çabası her denemede başarısız olunca, vali artık tekliflerini tehditkâr bir üslûpla yapmaya başlar. İş artık zulüm boyutuna varmıştır; Yahudi’yi ikna çabaları, ona eziyet etme ve sıkıntı verme noktasına varmıştır.

Topraklarının zorla gaspedildiğini, buna karşılık hakkını geri alamayacağını düşünen Yahudi, Şam valisine haber göndererek: “Sizi halife Ömer bin Hattab’a şikâyet edeceğim; hakkımı almak için Medine’ye gideceğim. İslam halifesi Ömer adaletli bir yöneticidir, inanıyorum ki beni gözetecektir.” derve yollara düşer! Ta Medine’ye kadar gelerek Müslümanların halifesinin huzuruna çıkanYahudi, Şam’da olan biteni başından sonuna kadar, olduğu gibi Ömer’e anlatır.

Yahudi’yi sükûnetle ve büyük bir dikkatle dinleyen Ömer, hiçbir şey söylemez ve etrafındaki yardımcılarına, “Çabuk bana ölmüş bir hayvanın kemiğini bulup getirin.” diye emreder. Dışarı çıkan Müslümanlar, bir süre sonra ellerinde bir kemikle geri gelirler ve Ömer’in bunu ne yapacağını bilmedikleri için büyük bir merakla kendisine verirler.

Allah ondan razı olsun, Halife Ömer, kemiğe bir şeyler yazar ve Yahudi’ye verir. Sonra da der ki: “Bu benim Şam valisine mektubumdur. Bunu götür ve kendisine ver!

Halife Ömer, Şam valisine bir mesaj yazmıştır ve bu mesajı da kâğıda değil, bir kemiğe yazmıştır, hayvan kemiğine.

Yahudi bunu alır ve günler süren bir yolculuktan sonra Şam’a geri döner. Döner dönmez de Şam valisinin huzuruna çıkar. Vali, onun kendisini şikâyet etmek için Halife Ömer’in yanından geldiğini bildiğinden, merak içinde beklemektedir. Yahudi, Ömer’in yanından geldiğini, hakkını aramak için Medine’ye kadar gittiğini söyleyince, Şam valisi: “Söyle o zaman, Ömer sana ne dedi?” diye sorar. Bunun üzerine Yahudi: “Ömer bana tek kelime bile etmedi, hiçbir şey söylemedi. Sadece size şunu gönderdi.” diyerek elindeki kemiği Şam valisine uzatır.

Kısa bir şaşkınlık geçiren vali, merak ve hayretle kemiği eline alır ve üzerindeki yazıyı okumaya başlar. Yazıyı okuyan Şam valisinin yüzü kıpkırmızı olmuş, şaşkınlıktan gözleri açık kalmıştır. Kemiğin üzerinde aynen şunlar yazılıdır:

“Vali, vali! Camiyi yık ama adaleti yıkma!”

4- ‘Çağdaş Sahabi’ Aliya İzzet Begoviç

Bizim de kulaktan kulağa yayacağımız örnek adalet hikâyelerimiz olmalıdır. Bu konuda ‘çağdaş sahabe’ Aliya İzzet Begoviç’i rahmetle anmamız gerekir. O düşman Sırp halkına zulmetmek isteyen Boşnak askerlere şöyle demiştir:

“Savaş ölünce değil, düşmanına benzeyince kaybedilir.”

5- Kızım Fatıma da Olsa

Rivayete göre Mahzumoğullarına mensup soylu bir kadın hırsızlık yaptı. Hak ettiği cezanın uygulanmamasını isteyen ailesi, Efendimizin çok sevdiği Usame b. Zeyd'i elçi olarak gönderdi. Resulullah, bu konuda yapılan aracılığa sinirlendi ve Müslümanlara hitap ederek “Sizden öncekilerin (bazı rivayetlerde İsrailoğullarının) helak olması, fakirler hırsızlık yapınca had uygulayıp nüfuzlu ve zengin olanları cezadan muaf tutmalarındandır. Vallahi Muhammed'in kızı Fatıma da hırsızlık yapsa onun elini keserdim.” buyurdu.5

Sözün Özü

İslam, düşmana bile adaletli olmaya iman etmektir. Bir topluma olan düşmanlığımız, bizi adaletten ayırmamalıdır.

İslam’ın gücü adaletindedir. Allah’ın Elçisi düşmanına bile adaletli davranmış, sonunda kazanan müminler olmuştur. Adaleti ayaktan tutanın kaderi zafer, zulmü ahlak edinenin kaderi hüsrandır.

Adalet nefsimize, neslimize ve tüm varlık âlemine karşı imanî/akidevî vazifemizdir. Bir kişiye ve topluma karşı hasetliğe dönüşür, kontrolden çıkan bir öfkeyle birleşirse orada adalet imkânsız hale gelir.

Bizden olmayana, düşman bellediklerimize her şeyin caiz olduğu anlayışı bizi Yahudileştirir. Hele de Allah muhafaza, bu bir fıkha dönüşürse artık ne ilke kalır ne tutarlılıkne de hukuk.

Unutmayalım! Nihai kurtuluş, ölümüne adaletin şahidi olan muttakilerindir ve zalimlerden başkasına kesintisiz düşmanlık yoktur. Asıl hedefimiz, günahkâr değil günahtır. Bu vizyonla hareket etmek zorundayız. Çünkü asıl düşmanımız, bizimle din konusunda savaşan, yeryüzünde zayıfları sömürmeyi ahlak edinen, tüm hücrelerinden günah akan zalimlerdir:

“(Geri durmazlarsa) Onlarla savaşın ki fitne ateşi yok olsun ve Allah’ın koyduğu düzen hâkim olsun. Savaşmaktan geri dururlarsa yanlış yapanlardan başkasına düşmanlık edilmez.” (Bakara, 2/193)

Dipnotlar:

1- İsra,17/35; Şuara, 26/182.

2- Nisa 34.ayette de geçen kavvâm, bağlamından koparılarak geleneğimizin bir damarında, erkeklere tanınan “koşulsuz bir ayrıcalık” olarak ele alınmıştır. Ayette öncelikli görev mümin erkeklere verilmiştir. Ancak Kur’an’ı bütüncül okuyan her müminin itiraf edip iman edeceği hakikat, Rabbimizin bizi “kavvâm” olarak görevlendirmesi, hakla beraber eş zamanlı gelen bir sorumluluktur.

3- Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, Çev: Salih Tuğ, Ankara 2003, II, 1040.

4- TDV İslam Ansiklopedisi, Ebu Cendel Md.

5- Buhari, Sahih, V, 23; Müslim, Sahih, III, 1315-1316; Nesâi, Sünen, Viii, 71.