AK Parti hükümetinin sekiz yıllık iktidarının bitmesine sekiz ay kala, referandumda aldığı yüzde 58’lik reyin de sağladığı rüzgârla başlattığı “başörtüsü açılımı”nı müteakip, Alevi örgütlerinin mümessilleri de ekranlara akın ettiler. 12 Eylül gününe kadar ‘hayır’ oyu çıksın diye yapmadıkları kalmayan kimi sol grupların, darbeciler hakkında suç duyurusu yapmak için 13 Eylül günü, soluğu mahkemelerde almalarına benziyor durumları. Alevi örgütlerinin iki temel talepleri var: Zorunlu din dersleri müfredattan çıkartılsın ve Diyanet Teşkilatı kaldırılsın.
Bu talepleri Alevi-Bektaşi Federasyonu (ABF) gibi daha çok sol kökenli çatı örgütleri dillendirse de Ehl-i Beyt Vakfı gibi İslami camiaya yakın durduğu gözlenen Fermani Altun da destekliyor. ABF, 102 şubeli Alevi Kültür Dernekleri ve 61 şubeli Pir Sultan Abdal Derneği gibi 30 ayrı kurumun çatı örgütü. Bu yönüyle bakınca, Aleviler arasında bu talepler konusunda bir mutabakat olduğu söylenebilir.
ABF Başkanı Ali Balkız katıldığı tartışma programlarında, zorunlu din derslerinin 12 Eylül ürünü olduğunu, bunun Alevi çocuklarını asimile etmek için “devlet” tarafından hususen yapıldığını söylüyor. 12 Eylül darbe anayasasının kısmen dahi olsa değiştirilmesine karşı direnen Balkız’ın, AK Parti hükümetini sıkıştırmak için bulduğu bu argümanı kendi tutarsızlık hanesine ekleyerek asıl konumuza dönelim.
Alevilik konusu, Türkiye’nin en netameli konusu. İslam’ın en temel ilkeleri, hac, oruç, namaz, başörtüsü, Hz. Muhammed (s) ve hatta kelime-i tevhid, alabildiğine tartışılırken, hiç kimse Alevi-Bektaşi düşüncesi ve onun İslam’daki yeri konusunda net ifadeler kullanamıyor. Alevilik bir mezhep midir, inanç mıdır, tarikat mıdır yoksa İslam’dan başka bir din midir; kimse bu soruları açıkça sormuyor, soramıyor ya da her konuda net bir şekilde konuşan ilahiyatçılarımız, aydınlarımız bu konuda net bir tavır belirleyemiyor.
Tartışma programlarına katılan Alevi örgütlerinin temsilcileri, din derslerine karşı çıkarken şu argümanları kullanıyorlar: Din derslerinin amaçlarından birisi olarak MEB tarafından belirlenen, “Kelime-i tevhidin anlamının idrak ettirilmesi, namaz, zekât gibi İslam dininin temel ibadetlerinin öğretilmesi” Sünni asimilasyonun açık bir göstergesiymiş. Alevi çocuklarına tevhid akidesi öğretilemez, sıraların üzerinde namaz talimi yaptırılamaz, Ramazan ayında oruç tutulması telkin edilemezmiş.
Yine Balkız, bu programlardan birisine katılan bir ilahiyatçının “Bu mesele, biz Müslümanların ortak sorunlarıdır. Biz Alevilerle Müslüman kardeşler olarak sorunlarımızı birlikte çözeriz.” mealinde konuşmasına cevaben; Alevilerle Sünnilerin Müslüman kardeş olarak tanımlanamayacağını söylüyor.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Zaten hepimiz, bu ve benzeri pek çok şeyi her gün çevremizde ya da TV ekranlarında görüyoruz. Bu yönüyle bakınca, “Alevilik İslam’ın Sünnilik gibi bir mezhebi mi yoksa apayrı bir din mi?” sorusu kafamızda büyüyerek çoğalıyor. İnsanların inançlarını nasıl tanımladıkları, hangi dine mensup oldukları kendilerinin karar verebilecekleri şeylerdir. Alevilik düşüncesinin İslam olup olmadığına kendileri karar vermelidirler. Fakat İslam’ın ne olduğuna da herhalde “pozitivimin” er geç dünyaya hâkim olacağını söyleyen Balkız gibiler değil, bu dinin sahibi olan Allah (c) karar verecektir. Rabbimiz, İslam’ın ne olduğunu, vahyi olan Kur’an’la ve muazzez peygamberi Muhammed (s) ile bildirdiğine göre, bizim için ölçü açıktır.
14 asır boyunca, İslam düşüncesi içerisinde Mutezile’den Mürcie’ye kadar pek çok renk barındı. Nakşibendîlik, Kadirîlik gibi çeşitli tasavvufi tarikatlar da içlerinde taşıdıkları Neo-Platonik felsefe, Hind mistisizmi ve Şaman düşüncesinden tevarüs eden heretik inançlarıyla birlikte bu gövdenin bir parçası oldular. Fakat tarih boyunca bu düşünce ve ekollerin hiçbirisinde namaz, kelime-i tevhid, ramazan orucu tartışmaya dahi açılmamıştır.
Anadolu’da etkisini uzun bir süre devam ettiren Kalenderilik ve Melamilik gibi Sünni olmayan ve meczubane tarikatların mensupları dışında hiçbir mezhep ya da tarikat İslam’ın bu en temel öğretilerini ve ibadetlerini tahfif etmediler; yok saymadılar.
Din, Dayatılarak Öğretilemez!
Milli Eğitim bünyesinde verilen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin muhtevası, bizim için de ciddi sorunlar içeriyor. Türkiye’de ilk ve orta öğretimde, MEB müfredatına göre öğretimden murat edilen şey, “Atatürk ilke ve devrimlerine sadık yurttaşlar yetiştirmek” olarak tanımlanıyor. Bu sebeple, sadece din derslerinde değil, Matematik, Kimya hatta Biyoloji derslerinin program cetvellerinde, Atatürk’ün Matematik ve Kimya ile ilgili görüşleri gibi absürt şeylerle karşılaşıyoruz. Tevhid akidesine aykırı bu içerik bütünüyle değiştirilmelidir.
Fakat Alevilerin rahatsızlığı, bizim itiraz ettiğimiz bu tahakkümcü anlayışın ideolojik yönünden tamamıyla farklı. Kendilerine, derslerin içeriğinin Alevi-Bektaşi öğretilerini de kapsayacak şekilde genişletilmesi teklif edildiğinde, “Hayır, bu yetmez; bu ders tamamen kalksın!” şeklinde itiraz eden Alevi örgütleri, kendi çocuklarına bu öğretiler yanında namaz kılmanın öğretilmesini bir zillet hali olarak görüyorlar. Alevi yazarlardan ve Yol TV’nin eski yöneticilerinden Necdet Saraç, “namaz kılmayan, hacca gitmeyen, ramazanda oruç tutmayan” Alevilerin çocuklarına sınavlarda bu konularla ilgili soru sorulmasını eleştiriyor ve “Anadolu Alevilerinin öğretileri ile hiçbir ilgisi olmayan doğrudan Sünniliğin simgesi, uygulaması, ritüeli olan cami, oruç, namaz, hac gibi gelenekleri, ritüelleri uzun uzun yazacaksın, sonra ‘ders kitabı’nda onaylayacaksın, beş yıl süreyle okutma kararı alacaksın, arkasından sınavlarda bunları cevaplanması için soracaksın.” diyerek bunu asimilasyon olarak niteliyor.
Onlara göre bu dersler tamamen kalkmalı! İslami camianın “özgürlük havarisi” bazı mensupları da “Bize de size de özgürlük!” kabilinden laflarla bu talebi, sonuçlarını hesaba katmadan destekliyorlar.
Şunu peşinen söyleyelim ki, kişi inanmadığı şeylerle imtihan edilmemeli. Aleviler çocuklarını bu derslerden muaf tutmak istiyorsa, devlet bu konuda yardımcı olmalı ve Alevi çocukları da Rum, Ermeni ve Musevi çocukları gibi bu dersten muaf tutulmalı. Bu durum Alevilerin ifade ettiği gibi bir ayrımcılığa da dönüşmemeli. Aynı şekilde bizim çocuklarımıza da Milli Güvenlik Bilgisi, İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük dersleri verilmemeli. Bu dersler kaldırılamıyorsa eğer, çocuklarımız bu derslerden muaf tutulmalılar: Biz bu konuda çocuklarımıza ayrımcılık yapılmasına da razıyız! Yeter ki, ellerini çocuklarımızın üstünden çeksinler.
İmam hatip liselerinin orta kısımlarının kapatıldığı, çocuklara 15 yaşından önce Kur’an eğitimi vermenin yasak olduğu bir ülkede, din derslerinin kaldırılmasına onay vermenin, çocuklarımızı topyekûn dinî eğitimden mahrum bırakmak anlamına geleceği unutulmamalıdır. Kesintisiz zorunlu eğitim kaldırılarak, isteyenlerin çocuklarına dinî eğitim vermesi kolaylaştırılmadan, hafızlık kurumu yeniden ihdas ettirilmeden, Tevhid-i Tedrisat Kanunu iptal ettirilip; devlet tarafından el konulan medreseler ve sıbyan mektepleri ait oldukları vakıflara iade edilmeden yapılacak her değişiklik, eğitimde yeni yaraların açılmasına sebebiyet verecektir.
Türkiye’de Şer’iye ve Evkaf Vekâletinin lağvedilip, tüm mektep ve medreselere el konulduktan sonra bu eğitim kurumları kapatılmıştı. Medreselerin tamamı başka amaçlarla kullanılırken, bir kısmı ise satılmıştı. 1926 yılından sonra satılan medreselerin sayısı 11’i buluyor. Sıbyan mektepleri ise Halk Partisi bürolarına, Halkevlerine dönüştürüldüler. Bir kısmı ahır olarak kullanıldı; 15 tanesi bina olarak, bunlara bağlı 28 müştemilat da arazi olarak satıldı. Bunlar bugünden tespit edilebilenler. Din dersleri işte yaşanan bu cinayetlerin telafisi anlamında, halkın ağzına bir parmak bal kabilinden müfredata konulmuştu. Eğer din dersleri konusunda bir düzenlemeye gidilecekse, devlet; el koyduğu, kuruluş amacından uzaklaştırdığı ya da sattığı eğitim kurumlarımızı iade etmelidir. Tüm bunlar yapılırken, 28 Şubat’ta el konulan ve tamamını halkın kendi parasıyla yaptırdığı imam hatip liseleri de sahiplerine iade edilmelidir. Kapatılan Kur’an kursları tekrar açılmalı, dinî eğitimin önündeki tüm engeller topyekûn kaldırılmalıdır. Ancak bu şekilde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri, gereksiz hale geleceğinden kaldırılması düşünülebilir.
Camilerde Devlet Vesayeti Son Bulmalı, Diyanet Kaldırılmalıdır!
Alevilerin bir başka talepleri ise inançları üzerinde “demoklesin kılıcı” gibi sallandığını düşündükleri Diyanet’in kaldırılmasıdır. Necdet Saraç, devletin Osmanlı’dan bugüne kendilerini asimile etmeye çalıştığını öne sürerek buna Hacı Bektaş Dergâhına 1834 yılında minare yapılmasını, II. Abdülhamid döneminde Alevi-Bektaşi köylerine mektep ve mescit yapılması girişimlerini örnek veriyor. Saraç’a göre “Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), yukarıdan fetva vererek İslam’da cami ve mescit dışında başkaca bir ibadet yeri olmadığını iddia ediyor.”
İslam’ın ibadet mekânı, yani içinde namaz kılınan, hutbe okunan, Kur’an eğitimi verilen yer mescit ya da camidir. İçinde namaz kılınmayacak olan bir mekânın İslam’ın ibadet yeri olduğunu nasıl iddia edebiliriz? Tarihte hiçbir yeri bulunmayan cemevlerini, caminin yanına -ya da karşısına- konumlandırmak kabul edilebilir bir şey değildir. Cemevinin tarihî bir gerçekliği yoktur. Fakat Bektaşi tekkesinin tarihî bir gerçekliği vardır. Aleviler, Bektaşi dergâhlarında, tekkelerinde yüzlerce yıldır, kendi inandıkları şekilde semahlar düzenliyorlar. Mevlevilerin kendi dergâhlarında yaptıkları sema ayinleri gibi.
Aleviler, kendi ibadet mekânlarının devlet tarafından tanınmasını talep ediyorlarsa, 1925 yılında yürürlüğe giren Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair 677 Sayılı Kanunun iptal edilmesini talep etmeliler. Çünkü Nakşî, Kadirî tekkeleriyle birlikte Bektaşi tekkelerini de kapatan, DİB ya da Müslümanlar değil, Alevilerin bugün, yere göğe koyamadığı Kemalist düzendir.
DİB, devletin İslam’dan bağını kopardığı, hilafeti ilga ettiği, “Devletin dini İslam’dır” ibaresini anayasasından çıkardığı bir vasatta, İslam’dan geriye kalan ve yıkılmadıkça da bu toplumun aidiyetini adeta toprağa çakarcasına haykıran camilerin idaresi için tesis edilmişti. 3 Mart 1924 tarihinde Şer’iye ve Evkaf Vekâletinin ortadan kaldırılmasıyla, camilerin idaresi konusunda bir boşluk oluşmuştu. Ülke genelinde binlerce mescit ve cami bulunuyordu; sayıları on binleri bulan imam, müezzin ve kayyım da ortada kalmıştı. Camilerin gelirleri durumundaki binlerce vakıf mülküne, mescitlerin vakıf defterlerinde kayıtlı akarlarına el koyan devlet, Maliye kasasından bir harcırah ayırarak Diyanet’in bütçesini oluşturdu.
Kendini İslam’a nispet etmeyen bir devletin, dinî bir kuruma riyaset etmesi elbette ilk bakışta makul görülmeyecektir. Bizce de dinin, hutbelerin, imamların üzerindeki devlet vesayeti son bulmalı, Diyanet teşkilatı özerkleşmeli ya da uygun bir geçiş süreci gözetilerek tümden kaldırılmalıdır. Camiler, Kemalist ideolojinin tahakküm ve propaganda aracı olmaktan kurtarılmalıdır. Fakat Diyanet’in kaldırılmasına ancak bir şartla razı olabiliriz: Gasp edilen tüm vakıf malları, camilerimize iade edilmelidir.
Bugün, Alevilerin sıkça kullandığı argüman, kendi vergileriyle camilerin giderlerinin karşılandığı ve imamların maaşlarının ödendiğidir. Gerçekten de namaz kılmayan, oruç tutmayan ya da İslam’a inanmayan insanların ödediği vergilerle dinî hayat tesis edilemez. Rabbimiz, Tevbe Suresi 18. ayette “Allah'ın mescitlerini, yalnızca Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayanlar onarabilir.” buyurmaktadır. Öyle ise namaz kılmayan, ahiret gününe iman etmeyen birisinin verdiği paralarla camileri mamur etmek, imam ve müezzinlerin maaşlarını ödemek, sadece inanmayanlara zulüm değil, bizlere de züldür.
Ancak şu gerçek unutulmamalıdır ki; bu topraklarda yapılan cami veya mescitlerin hiçbiri -birkaç istisna hariç- devlet tarafından yapılmamıştır. Hatta bırakın Cumhuriyet idaresini, Osmanlı döneminde dahi cami ve mescitler, hayırsever Müslümanlar, vezirler ve devlet ricalinde bulunan kişilerin kişisel infaklarıyla yapılmıştır. -Selatin camileri, prestij yapıları oldukları için bahis dışıdır.- Cumhuriyet döneminde, devlet parasıyla inşa edilmiş kaç tane cami ve mescit gösterilebilir ki? Fakat devlet tarafından, bırakın yıktırılmayı, adeta pazarda mal satılır gibi camiler satılmıştır.
Nazif Öztürk, vakıf müessesesi üzerine hazırladığı doktora çalışmasında, 1926-1972 yılları arasında satılmış camilerin sayısını 598, cami arazilerinin sayısını ise 494 olarak belirlemiş. Yine satılan mescitlerin sayısı 995, mescit arazileri 722, namazgâhlar 7, namazgâh arazisi ise 10 olarak tespit edilmiş. I. Dünya Savaşında tahrip olmuş camiler ve mescitlerin en azından bir kısmının bu satış işlemi sırasında “arazi” olarak kabul edildiği düşünülecek olursa talanın büyüklüğü ortaya çıkacaktır. Listede satılan mülklerin arasında yer alan 4 adet minare ise tek parti iktidarının vakıf mallarına karşı giriştiği yağmayı dramatik bir şekilde gösteriyor. (Dr. Nazif Öztürk, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, TDV Yayınları, Ankara, 1995.)
Cami ve mescitleri, kıymetli arazileriyle birlikte satan, bu mekânların tüm gelirlerine el koyan, imam ve müezzinleri; camilerin giderlerini temin için kapı önlerinde makbuzla beklemeye mecbur eden devlet anlayışıyla hesaplaşılmadan Diyanet’in bütçesinin büyüklüğünü konuşmak; gerçekte yapılmış olan ve hâlâ devam eden büyük bir zulme gözlerimizi kapatmak anlamına gelecektir.
Osmanlı Devleti, bir vakıf devletiydi. Yıkıldığında geriye binlerce çalışır vaziyette vakıf bırakmıştı. İnşa edilen her cami, mescit, medrese ya da mektebin giderleri belirlenmiş, bu giderler için akar tahsis edilmişti. Bu akarlar, dükkân, tarım arazisi ya da gelir getiren hanlar gibi çeşitli kıymetli varlıklardı. TC idaresi, bu gelirlerin tamamına el koymuş, camileri ve mescitleri gelirsiz bırakmış, vakıf senetlerine asla itibar etmemişti. Bununla da yetinmemiş, vakıf mülklerimizi kendi burjuvasını yaratmak üzere birilerine, nasıl olduğunu bilemediğimiz bir yöntemle satmıştı. Cumhuriyet idaresinin sattığı hayrat malların sayısı, mezkûr çalışmada isim isim listelenmiş; bu sayı 3900’ü buluyor.
Hoyratça satılan, el konulan vakıflarımız, ait oldukları sahiplerine iade edilmeden Diyanet Teşkilatı bünyesinde yapılacak her değişiklik, tıpkı eğitim kurumlarında yapıldığı gibi daha büyük zulümleri berberinde getirecektir. Bu haliyle Diyanet, Müslümanları temsil etmediği gibi, TC’nin bir bakanlığına bağlı olarak faaliyet gösteren Diyanet İşleri Başkanının kamuoyundaki söylemlerinin de bağlayıcılığı yoktur.
Fakat bu durum, tamamı halkın alın teriyle yapılmış, bu ülkeye İslam’ın bir mührü olarak vurulmuş ve devlet tarafından hayat damarları kesilmiş mescitlerimizi, sırf birileri talep ediyor diye tamamen yetim bırakacağımız anlamına da gelmiyor. İşte talebimiz; gayet açık ve net: Gasp edilen tüm vakıflarımızı, akarlarıyla beraber mescitlerimize, medreselerimize iade edin; sonra buyurun -hiçbir zaman bizim olmayan- Diyanet sizin olsun.