PKK’nın 4 Ekim Cuma günü Hakkari’nin Şemdinli ilçesine bağlı Aktütün jandarma karakoluna düzenlediği baskın Türkiye siyasetinde deprem etkisine yol açtı. Eylem hazırlığının çok önceden biliniyor olduğuna ilişkin veriler ve baskının adeta göstere göstere gelmesine karşın TSK’nın tam 17 kayıp vermesi ve ardından karakol olduğu iddia edilen derme çatma binanın daha önce de defalarca baskına uğradığının açıklanması kamuoyunda önce şaşkınlık, ardından da öfkeyle karşılandı.
Asker zayiatının fazla olduğu her PKK eyleminden sonra kabaran milliyetçi öfke, bekleneceği üzere Aktütün saldırısından sonra da yaşandı fakat bu kez öncekilerden farklı olarak öfkenin hedefinde daha önce hiç gündeme bile gelmeyen kurumlar da yer aldı. Bu tür eylemlerden ötürü ulusalcı çevrelerce hükümetin eleştirilmesi, suçlanması artık olağan sayılırdı belki de ama ilk kez TSK da öfkeli soruların muhatabı oluyordu. Bilhassa baskının gerçekleştiği saatlerde Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Aydoğan Babaoğlu’nun (yanında 2. Başkan Hasan Aksay ile birlikte) işadamlarıyla Antalya’da bir golf turnuvasında bulunması ve ertesi gün geç saatlere kadar oyuna devam etmesi askerciliği tescilli kesimleri bile çileden çıkardı.
Öyle ki, bugüne dek askerleri rahatsız etme ihtimali bulunan haberlere dahi asla yer vermeyen ve sürekli biçimde ordu güzellemeleriyle militarizmi besleyen basın yayın organlarında bile TSK yöneticilerine karşı ihmal, beceriksizlik ve duyarsızlık eksenli sert eleştiriler yöneltildi. O kadar alışılmamış bir manzaraydı ki bu, bir müddet sonra ilk eleştirileri gündemleştiren hükümet yanlısı medya organlarında “Acaba merkez medyanın bu tutumunu neye borçluyuz, ardından ne tür bir hesap çıkacak?” kaygıları gelişti ve Babaoğlu'na yönelik eleştirilerin başka maksatlara mebni olduğu şüpheleri dahi oluştu.
Tescilli ordu borazanlarının bile sorular sorması, açıklananla tatmin olmadığını ifade etmesi, en tepe noktadaki askeri şefler aleyhine yayınlar yapması alışılagelen bir durum değildi elbette. Bu yüzden işkillenmek bir ölçüde haklı görülebilirdi ama vakanın artık örtülemez, gizlenemez boyutlarda büyük bir saçmalıklar dizisi şeklinde cereyan ettiği de ortadaydı. Dolayısıyla çok da komplocu bir mantıkla “Hürriyet, Vatan gibi gazetelerin dahi bu tarz eleştiriler yöneltmesi ortada farklı bir hesabın bulunduğunu gösterir!” türünden yaklaşımlar sergilemek abartılı bir tutumdu. Açıkça görülüyordu ki, bu kez mızrak çuvala sığdırılamamıştı!
Genelkurmay’ın tutumu bu durumu beslemişti. Çatışmanın ne zaman başladığı, ne kadar sürdüğü ve tam olarak nerede yaşandığı konularında dahi net izahlar yapılmadı. Genelkurmay 2. Başkanı Org. Hasan Iğsız düzenlediği basın toplantısında karakolun yerine ilişkin sorulara “ödenek yokluğu” türünden klasik topu taça, daha doğrusu siyasilere, atma taktiğine başvurdu. Ne var ki, bu sözler bir bumeranga dönüştü. Gerek hükümetin cevabı, gerekse de medyada askeri konulara ilişkin “bütçe” durumlarına ilişkin çıkan haberler “ödenek” mazeretinin sıradan bir bahane, açık bir yalan olduğunu ispatladı. Nitekim Genelkurmay adına sonraki açıklamalarda karakolların daha güvenli bir yere taşınmamasının mali kaynak eksikliğiyle alakasının olmadığı ikrar edildi.
Benzeri bir tutumla artık klasik hale gelmiş olan Kuzey Irak yönetiminin ihaneti, ABD’nin PKK’ya desteği ve benzeri bahaneler önce dillendirilmekle birlikte yavaş yavaş tedavülden kaldırıldı. Derin başarısızlık sendromunun milliyetçi histeriyle birleşmesinin ortaya çıkardığı “dış düşmanlar” açıklaması hiçbir şeyi açıklayacak halde değildi. Kimi fanatik unsurlar yine Barzani’yi, Talabani’yi, ABD’yi suçlamayı sürdürdüler ama vahametin boyutlarının bu tarz avuntularla giderilmesinin mümkün olmadığı da ortadaydı. Şapka düşmüş, kel görünmüştü!
Medyada çelişkiler sıralandı. Cenaze törenlerinde cılız seslerle de olsa askerlere sitemle karışık sorular sorulmaya başlandığı görüldü. Adeta büyü bozulmuş, sorgulanamazlık zırhına bürünmüş kutsal ordu imajı yara almıştı. Buna Taraf gazetesinin baskının göz göre geldiğine ilişkin askeri istihbarat raporlarını yayınlaması da eklenince militer şeflerin öfkesi gecikmedi.
“Sınırı Koruyamasak da İktidarımızı Korumayı Biliriz!” Muhtırası
Günlerce süren kem kümün, sessizliğin, çelişkili sözlerin ardından nihayet TSK tartışmalara nokta koymaya karar verdi. Ama ne nokta! Aktütün'den tam on gün sonra bir tören vesilesiyle Balıkesir'e gelen Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ arkasına dört kuvvet komutanını da alarak bir basın toplantısı düzenledi. Aslında basın toplantısı adıyla düzenlenen bu “etkinlik” basın toplantısından başka her şeye benziyordu. İki gün önceden Balkesir'e çağrılmış ve gündemle ilgili önemli açıklamalara şahit olacaklarını düşünen akredite basın mensupları sıfır izahat, bol tehdit içerikli öfke dolu bir nutuk dinlediler, hepsi o kadar!
Parmağını sallayarak, sesini giderek yükselterek herkesi doğru yerde durmaya davet eden General Başbuğ'un tutumunun Ergenekon çevrelerinde “Nihayet beklediğimiz gün geliyor mu?” şeklinde bir heyecana yol açmış olması muhtemeldir ama kamuoyunda pek de etkili olmadığı kesin. Bilakis korkması hedeflenen kesimlerin tam tersine protestolarla karşıladıkları yetmezmiş gibi, ilk kez bir Genelkurmay Başkanı’nın merkez medyanın -manşetlerinde örtülü bir destek sunulmakla birlikte- köşe yazarları tarafından inandırıcı bulunmadığına ve eleştirildiğine şahit olundu.
Sayın General altını çizerek ve tekraren “Aktütün baskınının PKK için bir intihar eylemi, TSK mensupları açısından ise bir kahramanlık destanı” olduğunu söylüyor; “PKK'nın eylemini başarılı gibi gösterenlerin akacak kanın sorumlusu olacaklarını” vurgulayarak “herkesi doğru yerde durmaya” davet ediyordu. Bu durumda ne yapılmalıydı? Herkes ortada bir intihar eylemi ve bir destan olduğunu kabul etmeli ve PKK'nın eyleminin başarısız olduğuna kendini inandırmalıydı! Aksi halde yanlış yerde durma tehlikesi doğabilecekti. Yanlış yerde duranların sayısının artması durumunda yaşanabilecekleri tahmin etmek isteyenlerin yapmaları gereken şey ise basitti: Fotoğrafa doğru bakmak!
Yaşı müsait olanlar için bu önemli ve anlamlı ikazları yapan General'in görüntüsü yeterince anlamlıydı. Önde Başbuğ arkasında kuvvet komutanları ile görüntü halk arasında “beşi bir yerde” diye adlandırılan 12 Eylül paşalarının hafızalarda tazeliğini hiç yitirmeyecek görüntülerine tekabül etmekteydi.
Doğru yerde durma uyarısıyla birleştiğinde görüntü kolayca hizaya sokma manzarasına dönüşmekteydi. Ne var ki, hizaya sokmaya kalkanlar alışkanlıklarından, özlemlerinden pek bir şey kaybetmemiş görünseler ve anlamamakta inat etseler de, memleketin manzarayı umumisi hiç de öyle kolayca hizaya sokulacak gibi gözükmüyordu. Asker de, askerci siyaset de kıyasıya eleştiriliyor; hatta Taraf gazetesine yönelik Genelkurmay şefinin tehditleri üzerine acziyet ve yağcılık kokan tutumu yüzünden Başbakan da eleştirilerden nasibini alıyordu. Kısacası hizaya sokma çabası boşa çıkmış, tehdit ve hamasetle toplumu sindirme politikası ters tepmişti. Bu durumda ortada sadece militarizmin sefaleti manzarası kalıyor, askerci siyasetin yol açtığı saçmalıklar dizisini savunmak ise ancak Oray Eğin gibi tiplere kalıyordu. Midesi kaldırana mübarek olsun!
Başbakan’ın Paşacı Siyaseti ya da 2. Şemdinli Vakası
Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un 15 Ekim tarihli Balıkesir muhtırası tehdit dozunun yüksekliğine karşın özünde derin bir acziyetin ilanıydı. Hiddet dolu konuşmanın Taraf gazetesinin şahsında kamuoyunda yükselen eleştirileri bastırmayı hedeflediği aşikârdı. Amacına ulaştı mı? Kamuoyunda süregelen tartışma ve eleştirilere bakılırsa pek sayılmaz! Buna karşın Başbuğ’un herkesi doğru yerde durmaya çağıran sözlerini emir addedenlerin de olduğu görüldü. Başbakan Tayip Erdoğan ismini bu listenin başına koymak hiç de yanlış olmaz!
Başbakan Erdoğan’ın Başbuğ’un oldukça hamasi ve inanılmaz kabalıktaki sözlerine destek veren açıklaması “sivil siyaset” açısından tam bir hayal kırıklığıydı. Aktütün’den sonra kamuoyunda militarist zihniyete yönelik artan eleştiri ve sorgulamanın hayırlı birtakım gelişmelere yol açabileceğine ilişkin beklentiler Erdoğan’ın bu tutumuyla ciddi bir yara aldı. Bu akıl almaz zaaf görüntüsü hükümet destekçiliğinde sınır tanımayan kalem sahiplerini dahi zor duruma sokmuş, örneğin Yeni Şafak ne diyeceğini şaşırmıştı! Askerimiz, güvenliğimiz, bölünmez bütünlüğümüz gibi klişelerin ardına sığınarak Genelkurmay Başkanı’nın sözlerine katıldığını açıklayan Başbakan üstelik bu tutumunu eleştiren Taraf gazetesiyle polemiğe girmek suretiyle de adeta “doğru yer”de durduğu konusunda ısrarını sürdürüyordu.
Siyaseti yakından takip eden herkes Başbakan’ın tutumunun samimiyetten uzak olduğunu ve hemen her konuda gerilimli bir ilişki içinde bulunduğu askerle uyum arayışını yansıttığını bilir. Muhtemelen en sıkıntılı ve zor zamanlarında ve de hiç beklemedikleri bir noktada askere destek olarak “düşman kuvvetler” kategorisinden çıkartılmayı arzulamış olmalı Erdoğan. İlaveten Taraf’tan beri olma kaygısının da bu tutumu beslemiş olması kuvvetle muhtemel. Taraf’ın yayın hayatına başladığından beri ortaya koyduğu tutumdan derin rahatsızlık duyan çevrelerin aynen daha önce Nokta dergisinde olduğu gibi gazetenin yayınlarından hükümeti sorumlu tuttukları, hükümeti Taraf’ı gerek mali açıdan gerekse de bilgi ve belgelerle desteklemekle suçladıkları bilinmekte. Bu durumda Başbakan’ın en üst perdeden “Biz bu işin arkasında değiliz!” mesajı vermiş olduğu düşünülebilir.
Bu tarz tavırların sağ siyasi gelenekte derin kökleri ve bolca örneği mevcut. Yakın dönemlere gelecek olursak Susurluk’ta Erbakan’ın tavrını ve sonuçlarını hatırlamak faydalı olur. Ama şüphesiz en çarpıcı ve Erdoğan’ın belki de en fazla ders çıkartması gereken örnek Şemdinli olayıdır. Şemdinli’de savcı Ferhat Sarıkaya’nın “ilahlara kurban” edilircesine aslanların önüne atılmasının ortaya çıkardığı sonuçlardan ders almamış bir politikacı profili çizmesi Erdoğan adına çok büyük bir talihsizlik. Ne yazık ki tarih ders çıkartmayanlar için tekerrür eder.
Taraf’ın “Paşasının Başbakanı” manşetine kızan ve öfkeyle “Siz kimin medyasısınız?” diye soran Erdoğan’ın tavrı çok tipik ve aynı ölçüde de basitti. Bu şekilde klasik devletçi bir refleksle eleştireni-sorgulayanı “terör örgütü destekçiliği” ile suçlamak acaba her fırsatta özgürlükten, halk egemenliğinden dem vuran birine hiç yakışıyor muydu? Taraf’ın gündemleştirdiği sorular herkesin sorduğu, tartıştığı sorular değil mi? Bunlara açıklık getirmek, kamuoyunun zihninde biriken acabaları gidermeye çalışmak yerine tehditler savurarak tabuları sürdürme tavrı içine giren “memurunun peşine takılmak” nasıl bir değişimciliktir anlayan beri gelsin!
Bu nasıl bir demokrasi ve sivil siyaset ki, Genelkurmay Başkanı öğlen tehditler savuruyor, daha aynı gün mesai dolmadan askeri mahkeme basın yayın organlarına yayın yasağı koyuyor. Belki de bu görüntü birilerince yargının hızlı işleyişi diye alkışlanmayı hak ediyordur kim bilir? Yıllardır Türkiye yargıyı tartışır, ağzını açan herkes yargı reformunun gerekliliğinden söz eder ama şu kadar net bir konuda dahi olması gerekenin ne olduğu konuşulmaz, tartışılmaz. Özel şahısların yayınladıkları gazetelerin askeri savcılık ve mahkemenin denetimine tabi tutulması pek garip karşılanmaz. Siyasi partilerin, özel şahısların, hatta resmi kurumların dahi hukukunun korunması için ihtiyaç duyulmayan özel mahkemelere askerler söz konusu olduğunda neden ihtiyaç duyulduğunun bir izahı var mı? Bu kadar temel bir konuda dahi kendince usuller ihdas etmiş ve adeta paralel bir yargı sistemi oluşturmuş ordunun sivil iradeye tabi olduğunu kim söyleyebilir? En garibi de, hem Başbakan’ın hem Adalet Bakanı’nın ya da Savunma Bakanı’nın tüm bu olup bitenleri boş gözlerle seyretmeleri.
Bir Acziyet Belgesi Olarak “Ne İstiyorlarsa Verdik!” İtirafı
Aktütün olayının hemen ardından ülkede yaşananlar her yönüyle ilginçti. Tüm toplumun sorular sorduğu, öğrenmek istediği gelişmelerle ilgili olarak Hükümet ve Meclis adeta dut yemiş bülbüle dönmüştü. Herkes konuşuyor ama asıl konuşması gereken mevkide bulunanların ağzını bıçak açmıyordu. Bir ara sadece Başbakan’ın kısık sesle bir şeyler söylemeye çalıştığı duyuldu hepsi o kadar. Askerden gelen “ödenek yokluğu” türünden bahanelere karşı ordunun taleplerini karşılamakta hiç tereddüt etmediklerini söyleyen Başbakan “Ne istiyorlarsa verdik!” diyordu.
İşin püf noktası tam da burası! Bu söz aslında toplumun militarist mantık ve işleyişe esir düştüğünün, esir kılındığının bir itirafı aynı zamanda. “Ne istiyorlarsa verdik!” anlayışına sahip olanların hiçbir zaman hesap soran konumuna gelemeyecekleri, her daim hesap verme pozisyonuna mahkûm olacakları çok açık. Neden her istediklerini verme zorunluluğu hissediyorsunuz? Halkın vekâlet verip ülkeyi yönetmekle görevlendirdiği sizler, üniformalıların emir eri misiniz?
Asker “Ben savaşıyorum, sorumluluk omuzlarımda; dolayısıyla yetki de ben de olmalı!” diye düşünüyor. Bu zaviyeden hareketle taleplerini sıralıyor, güvenlik sorunu olarak gördüğü her alana müdahil olmaya kalkıyor. Gerek gördüğünde siyasilere de nizamat veriyor. Bu konuda kısa bir süre önce yaşanan İlker Başbuğ’un Diyarbakır ziyareti ilginç görüntülere sahne olmuştu. Kürt sorununa çözüm sadedinde af konusunu gündeme getiren bir sivil toplum kuruluşu temsilcisinin ağzının payını vermişti! Yani sadece bu silah, şu kadar uçak, şu kadar tank, şuraya karakol, buraya tesisten ibaret de kalmıyor askerin talepleri. Şu yasa çıkmasın, bu anlaşma imzalanmasın, af tartışmaya bile açılmasın türünden talepleri de oluyor. Ve biliyoruz ki, neredeyse istisnasız tümü yerine getiriliyor.
Ve sonuçta bulunduğumuz yere geliyoruz: Hesap vermeye yanaşmayan, bilakis toplumu susturan, bastıran; siyaset kurumunu gölgede bırakan bir silahlı bürokrasi ve onun her istediğini yapmayı ülkeyi sorunsuz idare etmek sanan bir hükümet! Bu acziyet halini seçimle, sandıkla, dış tazyiklerle gidermek imkansız. Darbecilerin dayatmalarına karşı cesaretle kendi hakkını, hukukunu koruyamayan bir siyaset mekanizmasının halkın hukukunu koruyabilmesi, adaletten yana tavır sergilemesi hiç mümkün görünmüyor! Doğru dürüst bir başlangıç yapmak, siyasetin namusunu korumak isteyenlerin öncelikle “Ne istedilerse verdik!” mantığını terk edip, yerine “Neyi, neden istediklerini sorduk”la başlamalarında sayısız fayda var!