Zaafa uğramış ve toplumsal gücü dağılmış İslam ümmeti geleneğini yeniden ihya etme azmi, her türlü kirlilik ve karanlık karşısında hakka yönelip-yöneltecek ve adaleti tanıklaştıracak ümmet olma sorumluluğunu1 üstlenmeyi gerektirir.
Tabiî ki tarihî asabiyeleri; modernitenin ulusal ve güncel siyasi-ekonomik kuşatmalarını aşmak, zulüm ve adaletsizliğe gücümüz yettiği oranda “hayır” demek itikadi sorumluluğumuzdur. Ama bilinçte ve eylemde şûrâ temelli vahyin istikrarlı tanıkları/şehidleri olacak özgün bir sosyal yapılanmayı ve bu birlikteliğin gereklerini öncelemeyen ve gündeminin başat konusu yapamayan bütün aktüel siyasi çözümlemeler, güvenlikle ilgili idari ve ekonomik yorum ve düzenlemeler yüzeysel çırpınışları aşamaz. Çünkü söz konusu önceliği ve gereklerini hissettirmeyen ya da arka planda tutan çözüm arayışları, çözümün ulusçuluğun seküler rayları dışında aranması gerektiğini de ikna edici tarzda ilan edememektedir.
Nazil olan Kur’an vahyinin itikadi, sosyal, siyasi, hukuki, ekonomik, idari alanlarla ilgili kurucu, düzenleyici ve ıslah edici fonksiyonu açıktır. Bütün resullerin örnekliği de bu yöndedir. Bu çerçeveyi vahyin ilgi alanları diyerek de ele alabiliriz. Ama aktüel fikrî-siyasi veya yönetimsel yorumlarında bir mümin olarak vahiy ümmeti veya ümmet nüvesi olma önceliğini belirtmeyen veya bu konudaki özgünlüğünü gereğince gündemleştiremeyen yaklaşımlar pek makbul karşılanmamalıdır. Çünkü dünya imtihanımızı kazanmamızın yolu, Âişe annemizin (r) rivayet ettiği gibi Resulullah’ın (s) ahlakını örnek almamızla, “Onun ahlakı Kur’an ahlakıydı.”2 sözünü hayatımıza uygulamamızla mümkündür. İlkin, kendi müminliğimizi ve adanmışlığımızı gerçekleştirdikten sonra Rabbimizin razı olacağı ve Resul’ün bu uğurda örneklik oluşturmaya çalıştığı hakikatin şühedası3 olacak küçük veya büyük bir adalet toplumu veya topluluğu olabilmek ya da bu uğurda çaba sarf etmek önceliğini gerçekleştirmek gerekir.
Rabbimizin bizden istediği “yaşayan şehidler” olmanın imkânına veya böyle bir çabanın zeminine dayanmaksızın ortaya konulan siyasi veya yönetimsel görüş ve eleştiriler bütüncüllük taşımaz. Ümmet olma azmini ve organizasyon temelini yükseltmeye çalışmayan veya bu hususu gözetmeden yapılan aktüel fikrî-siyasi yorumlar, fikir jimnastiği yapma gevezeliğinden veya mer’i sisteme yama oluşturma döngüsüne veya anaforuna kapılma riskinden genellikle kurtulamıyorlar.
Tabiî ki bu bağlamdaki önceliklerimiz, bizleri “zaruret-i hamse” ile ilgili ihtiyaçlarımız konusunda serdedilen şer’i tefekkürden ve ehven çözümleme çabalarından uzaklaştırmamalıdır. Ulusal sistem içinde ve modernitenin rayları üzerinde vazife alan veya aktivite gösteren müslimlerin politik tutumlarının ölçü ve değer anlayışları da müzakereye açık olarak ve “zaruret-i hamse” bağlamında ele alınmalıdır.
Ümmetin İhyasına İhtiyacımız
Hakkın ve adaletin öncülüğünü yapmak isteyen müminler olarak zor şartlarda ve üzerimize miras olarak çöken imkansızlıklar içinde yaşıyoruz.
Örnek aldığımız güzide ashabıyla birlikte Resulullah’ın (s) ahlakı ve hikmetli tutumu ile bezenmek, olgunlaşmak ve her türlü cahiliyeyi aşmak için salâtımızı ikame ederken her gün ve her rekâtta özlemimizi tekrarlayıp duruyoruz: “Yalnız sana ibadet ederiz, yalnız senden yardım dileriz.”4 Yani tek başımıza da olsa salâtı ikame ederken okuduğumuz ilk sûremizde “biz” diye niyazda bulunmaktayız.
Oysa birlikte yaşayabilmenin problemlerini “Resulullah”ın ve “bizden olanulu’l-emr”in rehberliğine uyarak gidermemiz gerekir. Nisa Sûresi’nde iki kez bu rehberliğin farziyeti bildirilir; “Allah’a, Resul’üne ve bizden olan ulu’l-emr’e itaat” etmemiz istenir.5 Ama insanlar arasında bağlısı olduğumuz zümremizin6 yaşadığı tarihî süreçte üzerimize çöken imkânsızlık ise “ulu’l-emr” hükmünün çoğulluk ifade eden -münferit değil- “basiret”, “hikmet” ve “istinbat” gücü olan varlığının yitirilmesindendir.
Allah, kulluk için yarattığı biz insanlara7 hayatın anlamı, amacı ve kurallarıyla ilgili temel ölçülerini Kur’an vahyi ile bildirmiş, Resul’ü (s) ise itikadi, fikrî ve amelî boyutuyla hayatımızı nasıl yaşamamız gerektiği konusunda Rabbimizce övülen uygulamalarıyla örneklik8 oluşturmuştur.
Kur’an-ı Kerim’inİslam’ın korunmuş ilahi kaynağı olduğu mutlak bilgisi ve inancı içinde vahyin delaleti açık ayetleri ve aslı Kur’an’da olan Resulullah’ın zamanı aşkın mütevatir sünneti ise biz müminlerin evrensel boyutta sabiteleri ve temel ölçüleridir. Ama İslam’ın bu asılları ile değişen fikrî, siyasi, metodik ve kültürel sorunları nasıl çözeceğimiz; yine Resulullah’ın uygulamalarıyla/sünnetiyle ilgili sahifelere kaydedilen sahih hadisleri hangi bağlamda değerlendireceğimiz ve sahih “örf”ü9 nasıl anlayıp pratiğimizle irtibatlandıracağımız mevzularında olduğu gibi içtihadi konuların birlikte müzakere ve müşavere edileceği yer “ulu’l-emr” heyeti veya şer’i şûrâ heyetleridir.
Oysa böyle bir mükellefiyeti yerine getirmek bizler için “farz-ı ayn” iken, Müslümanlar arasında daha sınırlı ve cüz’i tutarlılık arayışı ve pratiği içinde bulunuyoruz. Yani bizler, bireysel bir müstağnilik veya yabancılaşma içinde değilsek, daha çok dar istişari grup kararları ile veya bireysel fetvalara icabet ederek müşküllerimizi geçici maslahatlarla çözümlemeye çalışan bir nakısa yaşıyoruz. Nakısamız, toplumsal şahidlikle ilgili bireysel ve dar cemaatsel çözümlemelerimizin üstünde bir “şûrâ” veya “ulu’l-emr” heyetine ulaşamamışlığımızdır.
Gerek güncel siyasetle ve ekonomiyle gerek küresel çağdaş sorunlarımızla ilgili problemlerimizin şûrâ uygulaması içinde bağlayıcı bir şekilde çözümlenebilmesi için başvuracağımız bizden olan (minkum) ulu’l-emr heyeti şarttır. Kapsayıcı ulu’l-emr gücüne ulaşabilmemiz de bütün Müslümanlar olarak “biz” olmamıza yani ümmet olmamıza bağlıdır.
Âl-i İmran Sûresi’nin son bölümünde “hayırlarda yarışan, iyiliği emr ve kötülükten men eden bir ümmet” olmamızın vakıası anlatılırken, yine bu ümmet içinde bu görevleri üstlenecek bir “ümmet” olmamız istenmektedir.10 Ümmet içinde bir ümmet olmak ile ilgili ayet-i kerime bir “şüheda” veya “sabikun”11 nesli ya da öncü sahabeler gibi “muslihun” veya “muflihun”12 olmaya yönelmiş mümin ve öncü bir cemaat olabilmek şeklinde anlaşılmıştır.
Hadis külliyatımızda “cemaat” ile ilgili aktarılan çeşitli rivayetler vardır; ama Kur’an’da bu kavram kullanılmaz. Cemaat yerine Kur’an-ı Kerim’de ufaktan büyüğe insan ve inanç toplulukları “ferik”, “fie”, “fırka”, “taife” veya “ümmet”13 kelimeleri ile ifade edilmiştir. Ama hep birlikte “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın.”14 emri ise genel sorumluluğumuzu ifade etmektedir.
Tarihî süreç içinde “ulu’l-emr”e ittiba özelliğini kaybetmiş veya bu telakkisi monarşik yönetimlerle aynılaşarak tahrif olmuş İslam ümmeti, tarihî bir zaaf hali içindeydi. Bu yönetsel zaaf halimiz I. Dünya Savaşı sonrası işgal süreçleriyle beraber Müslüman coğrafyalarda Batılı güçlere “müdahane”15 eden işbirlikçilerin eliyle ulus devletlere bölünen radikal bir yabancılaşmaya yönelmiş ve birliktelikler uluslaşma süreçleriyle bozulmuş, şekilsel olarak da tamamen dağılmıştır. Modernite kökenli ulusal kutsama dayatmalarıyla birlikte ulus parçalara bölünen Müslümanların büyük ailesi içinde ümmet algımız, ortak ibâdi formları taşımak, direniş ve bilinçlenme süreçlerimiz için dayanışma ruhunu yaşatmak düzeyindeki bir sınırlılığa düşmüştür.
Hareket ve İnşa İlmihalimizi Yenilemek
2002-2022 yılları arasında iktidar olan AK Parti’nin ve kurucu lideri R. T. Erdoğan’ın AB müktesebatının denetleyici gücünü arkasına alarak Türkiye’deki vesayete karşı mücadele vermesi; ayrıca inanç ve fikir özgürlüğünü savunan tezleri tüm mazlum toplumlar, İslami oluşumlar ve Türkiye Müslümanları için umut verici olmuştur. Ancak aşkın değerlerle bütünleşme yeterliliğine ulaşamayan, “Dindar Türkçülük”16 ve “Yeni Atatürkçülük”17 tanımlarının şemsiyesi altına sıkışan bu umut bir çok İslami oluşum ve cemaati mer’i sistemin kurulu rayları üzerinde yürüneceğine ikna etmeye çalışmaktadır. “Daha büyük zulme karşı daha küçük zulme razı olma” anlayışına sığınan bu gevşeklik, yeniden ulusal değerler ve çıkarlarla bütünleşme aldanışına yöneliyor. Tarihî süreçlerdeki çaresizlik içinde verilen “zalim sultana itaat etme” hükmü zorunlu ve geçici bir içtihat olarak kullanılmıştı. Ama bu hükmün adeta zamanla nasslaşarak “akaid” kitaplarına kadar girmesi ve her zorlukta kullanılan bir mazerete dönüşmesi şaz bir durumdu.
Oysa Ahmed Cevdet Paşa’nın heyeti ile birlikte İslam fıkıh geleneğinden çıkarıp Mecelle’de yer verdiği “İki fesad tearuz ettik teahaffi irtikâp ile azamının çaresine bakılır.” (İki kötülük karşı karşıya geldiğinde hafif olanı işlenerek büyük olanının giderilmesine çalışılır.)18 külli kaidesi kurucu ve inşa edici bir sürece değil, sevap ve günahlarıyla birlikte Müslümanlara ait olan sosyal ve idari tarihî bir yapıyı koruyucu bir sürece tekabül ediyordu. Bizler ise bazı kere profan bazı kere seküler değerlerle biçimlendirilen bizden olmayan ulus sistemlerde yaşıyoruz. Fıkhi hükmün oluşum zeminini hesap etmeyen yaklaşımlar hareket ve yeniden inşa metodumuzla ilgili ilmihalimizi yenileme konusunda tembellik gösteren mukallitlerin bir tarzı olarak karşımıza çıkıyor. Oysa bu alanda örnek teklif ve teliflere19 ve ortak çalışmalara ihtiyacımız oldukça fazla.
Son 100 yıllık sürecimizde bütün Müslümanlar modernitenin “ulus devlet” olarak ürettiği cahilî yapıların kıskacına düşmüş durumda. 1979 İran İslam Devrimi bu kıskaçtan kurtulamadı. Taliban hareketinin 15 Ağustos 2021’de küresel kapitalist güçlere karşı hâkim olduğu Afganistan’ın “United Nations”a (BM’ye) bağlılık noktasında nasıl bir imtihan vereceği ise oldukça önemli. Emperyal güçlerin küresel cahiliyesine karşı “yeni sistem içi mücadele fıkhı”nı geliştirmek yerine, Mecelle’den veya akaid kitaplarına sokulan şaz hükümlerden “iki fesaddan birini tercih etmek” örneğinde olduğu gibi bazı tarihî uygulama kalıplarını kopya ederek cevap vermeye kalkışmak, uçak veya füze taarruzuna karşı mancınık kullanmaya benzemektedir.
Unutulmamalıdır ki Rabbimizin lütfettiği münzel vahiyden ve kevni “nimet”lerden uzaklaşırsak düşeriz,20 hak ve adalet temelli meşveret ve şûrâ birlikteliklerine adım atar veya bu hedef doğrultusunda çabalarsak yükseliriz. Ama önce Müddessir Sûresi’nde gösterildiği gibi “kirlilikten hicret” etmemiz gerekir. Tekrar edecek olursak: Kimliksel “hicret”i21 gerçekleştirmemiz gerekir. “Milli dindarlığa”, “muhafazakâr demokrat” veya “dindar Türk” kimliğe sığınan değil; bir kardeşlik dayanışması oluşturabilmek için arınmış mümin, muttaki, basiretli bir kimliğe; kendilerine “nimet verilmiş nebiler, sıddıklar, şüheda vesalihler ile refiklik”22 yapacak bir istikamete yönelmemiz gerekir.
Türkiye’de 1970’lerden itibaren yeşeren evrensel İslami uyanış canlılığına bugün de büyük ölçüde ihtiyacımız var. Vahiy ve sahih sünnet merkezli bir bilinç intifadasını yeniden yeşertmemiz; emperyalist dijital çağın kuşatması altında ilmihalimizi ve özgünlüğümüzü yeniden elden geçirip tazelememiz ve güçlendirmemiz gerekiyor.
1960’lardan bu yana Kemalist ulusal sistemin pozitivist dayatmalarına karşı direnen çoğu tarikatların, ayrıca İslami bilinçlenmenin muslih adımlarına yönelen Hilal dergisi ve Hilal Yayınları gibi neşriyatların; 1970’lerden itibaren de sistemin giydirmeye çalıştığı kimliklerden arınmaya çalışan ya da sistem içi araçları kullanarak var kalmaya ve Müslümanlara alan açmaya çalışan çabaların; İslami kimliği hedef alan 28 Şubat 1997 post-modern darbesine karşı ıslah kaygılı ayrıca gelenekçi Müslümanların, bağımsız veya partili ‘İslamcılar’ın gösterdiği direniş ve mücadelelerle oluşan tecrübeyi ve toplam muhalif birikimide arkasına almaya çalışan AK Parti, 2002 yılında çevre adına tek başına iktidar olabildi.
Türkiye tarihinde 1970’li yıllardaki dindar İslami kesime dayanan MSP, kısa aralarla üç kez koalisyonla iktidar olmuştu. Ama Müslümanların inanç ve düşünce özgürlüğü konusunda en imkânlı olduğu yıllar, AK Parti’nin 20 yılı bulan iktidarı dönemine tekabül etmektedir. Türkiye’de Müslümanların 40-50 yıl içinde biriktirdiği perspektif ve tecrübeden yararlanan AK Parti iktidarı dış politikada, yeni teknolojik sanayii alanında, sağlık sektöründe, işkencenin önlenmesinde, ulaşımda, tarihî-İslami eserlerin restorasyonunda, askerî vesayeti geriletme konusunda önemli başarılar sağlamasına rağmen; elde edilen zenginliğin adil dağıtımında, gelir grupları arasında mesafenin kapatılmasında; son dönemlerde hukukun eşit tevziinde, gençler arasında fıtri ve adil arayışların teşviki ve yaygınlaştırılmasında pek başarı sağlayamadı. 15 Temmuz darbe girişiminin faillerini tutuklama operasyonlarında ve işten çıkartmalarda bu ekibin sempatizanları ile fiilî suçluları arasında yeterli oranda ayrım yapamadığı, sahte ihbarları da ayrıştıramadığı için muhalefete güç katan mağduriyetler yaşandı. Ayrıca gençliğin İslam’a olan yönelişini güçlendirecek çabaları desteklemek yerine, “Çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak” hedefiyle bilerek veya bilmeyerek modernitenin seküler “ilerlemecilik” inancına kapılar açıldı. İşe alımlarda veya ihalelerin dağılımında yaygınlaşan kayırmacılık en çok okumuş gençlerin muhalif duygularını kışkırttı ve isyankâr duygularını körükledi. Siyasi ve idari icraatlarda şûrâ ya da demokratik işleyiş formu yerine sultancı veya monarşik tarihî uygulamalarla paralelleşen “tek adam” inisiyatifi önemsendi.
Türkiye Müslümanlarının mevcut birikimi adeta AK Parti iktidarı ile test edildi. Bu iktidar sürecinde önemli kazanım ve deneyimler yaşandı ama Batıcı kapitalist yaşam tarzından kopup alternatif bir dünya görüşüne veya adil bir hayat tarzına yönelmek konusunda kapsayıcı bir umut aşılanamadı. Artık AK Parti, mevcut kadrolarıyla yeni seçim dönemlerinde iktidarı kazansın veya kazanamasın, değer temelli bir gelecek vadetmiyor. Türkiye Müslümanları için 1970’li yılların ortalarında tevhidî uyanış sürecinin gündemleşmeye başladığı ilgi ve heyecan uyandıran hamleleri gibi, yeni uyanış ve modelleşme çabalarına ihtiyaç duyuluyor. Yeniden İslami uyanış ve adalet temelli sosyal modelleşme hamlesi için ciddi bir durum değerlendirmesi yapmamız ve ilm-i halimizi yenilememiz gerekiyor.
Ötekilerin sahnesinde Yusuf (as) gibi ya da Muhammed (as) ve arkadaşlarının Mekke dönemi cahiliyesi içinde gerçekleştirdikleri gibi seküler ulusal sistem içinde de müdahane yapmadan, İslami ilkeleri örtmeden ve İslami kimliği gizlemeden var kalmak çabası ve tebliğ için alan açma teşebbüsleri oldukça önemli ve öğreticidir. Ama uzun erimli bir inşa için asıl önemli ve öncelikli olan, iktidar olma aceleciliği değildir. Önceliğimiz tüm resullerin sünnetinde gördüğümüz gibi her şartta hududullaha dikkat ederek Rabbimizi razı etmek; hak ve adalete şahidlik yapıp sözünü güzel bir şekilde gündeme sokabilecek bir ümmet nüvesi veya sürekliliği olan şüheda nesli oluşturabilmektir.
Vahyin ilgi alanları tabiî ki gaybi olarak Rabbimizin bildirdiği sübutu ve delaleti kesin olan sınırlarla yetinmek yanında yanlış ilah, veli ve şefaat anlayışlarının ifşasına kadar genişler. Ayrıca “haksız biçimde ölçüp biçenlerin, salâtı engelleyen ve teraziyi doğru tartmayanların, yetimi itip kakan ve yoksulu doyurmaya ön ayak olmayanların, arkadan çekiştirip alay eden ve mal yığıp onu habire sayanların, kız çocuklarını diri diri toprağa gömenlerin, mirası haksızca yiyenlerin, zina yapanların, işi aşırılık olanların” vd.nin hukuksuzluğu Kur’an vahyi nazil oldukça safha safha işlenmiştir.23 İnsanın zorunlu ve temel ihtiyaçları; ayrıca fıtratı değişmez. Vahyin dünkü ilgi alanlarıyla bugün ilgi alanlarımız arasında esaslarda bir farklılık yoktur.
Tebliğimiz ve tanıklığımız gücümüz nispetinde hayatın tümünü kuşatmalıdır. Yaşanan itikadi, fikrî, siyasi veya ekonomik sorunlarla irtibatı olmayan, dünya ahvalini okuyamayan bir tebliğ faaliyeti bütünlükten kopuktur. Hatta yanlış algılara neden olabilir. Rabbimiz söz ve eylem beraberliği içinde olmamızı istemektedir. “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah'ın yanında en nefret edilen şeydir.”24
Dolayısıyla hayatın bütününü gören bir tanıklık ve tebliğ için önemli ve öncelikli olan takva elbiselerimizle oluşturacağımız sosyal zeminimizi güçlendirme söyleminin icabı ikinci planda bırakılmamalıdır. Sosyolojik, psikolojik, teknolojik, siyaset, ekonomi veya ticari alanlarda uzmanlaşanlar, elde ettikleri birikimlerini İslami sabitelerin süzgecinden geçirerek güçlendirmemiz gereken şüheda nesli için istişari düzeyde, keyfiyetleri yetiyorsa şûrâ düzenlemeleriyle seferber edecekleri bir azim içinde olmalıdırlar. Zira kurtuluşun ve adaletin yolu haz ve çıkar amaçlı dünyevi ideolojiler veya teolojiler inşa etmek değildir. Felaha ulaşmanın yolu vahyî ilkelerin ve doğru kavramamız gereken Sünnet usulünün gösterdiği istikamette ve muslihun’un çabalarını yenileyerek iki cihanda da kazananlardan olmaya çalışmaktır.
Belki bazı ayetleri ve tespitleri önemine binaen çoğu kez tekrarlamaktayız. Bu mükerrer hatırlatmaların değerini, Kur’an’daki ve onun en güzel uygulama vakıası olan Sünnet’teki İslami sabitelerin tekrarlanmasıyla gerçekleştirilen açılımlardan öğreniyoruz.
Dipnotlar:
1- Âraf, 7/181.
2- Müslim, Salâtu’l Müsafirîn, 139.
3- Bakara, 2/143.
4- Fatiha, 1/4.
5- Âraf, 7/159, 181.
6- Âl-i İmran, 3/110.
7- Zariyat, 51/56.
8- Ahzab, 33/21.
9- Âraf, 7/199.
10- Âl-i İmran, 3/104
11- Bakara, 2/143; Tevbe, 9/100.
12- Hud, 11/117; Lokman, 31/5.
13- Mü’minun, 23/109;Âl-i İmran, 3/13; Meryem, 18/78; Müzzemmil, 73/20; Âl-i İmran 3/104, vd.; Önceliklerimiz, Sabiteler ve Merhaleler, Ekin Yay., İstanbul, 2021, s. 92-100.
14- Âl-i İmran, 3/103.
15- Kalem, 68/9.
16- Türkiye’de 1945’te çok partili sisteme geçerken oluşan “milli dindar” tutum, görece özgürlük sürecinde karşıtına sığınarak var olma çaresizliğini ifade ediyordu. 15 Temmuz 2016 FETÖ askerî darbe teşebbüsünden sonra belirgin hale gelen “dindar Türkçülük” ise ulusalcı kesim ve baskı gruplarıyla birlikte dinî değerlere saygı duyan sentez bir kimliği oluşturma pragmatizmini ifade ediyor.
17- Bk. H. Türkmen, “‘Yeni Atatürkçü’ Söylem Dindar Kesimlere Giydirilebilir mi?”, Vuslat Dergisi, Ocak 2022, Sayı: 247.
18- Ahmed Cevdet Paşa, Mecelle, 29. Külli kaidesi.
19- Bk. Şefik Sevim, İlm-i Halimiz, Ekin Yay., İstanbul, 2020.
20- Enfal, 8/53.
21- Müddessir, 74/5.
22- Nisa, 4/69.
23- Müddessir, 74/19-20; Alak, 96/9-10; Hud, 11/84; Maun, 107/2-3; Hümeze, 104/1-2; Tekvir, 81/8; Ficr, 89-19; Nur, 24-2; Keyf, 18-28.Saff, 61/2-3.
24- Saff, 61/2-3.