İsmini Kudüs fatihi Selahaddin Eyyubi’nin tabibinden alan Şeyh Cerrah Mahallesi Kudüs’ü adım adım işgal ve ilhak siyaseti güden Siyonistlerin uzun bir müddettir hedefindeydi. Gasp siyaseti bu kez 1948’de Siyonistler ile Araplar arasındaki çatışmalar esnasında Kudüs’ü terk etmiş bazı Yahudi ailelerin boşalttığı evlerin yeniden sahiplerine iadesi görünümüyle karşımıza çıkmaktaydı. Söz konusu evlerin Yahudi ailelere ait olduğunu ve hak sahiplerine iade edilmesi gerektiğini iddia eden İsrail adaleti gerçekten ne kadar da göz yaşartıcıydı!
1948’de Filistin’in farklı bölgelerinden yurtları, evleri gasp edilip tehcire zorlanan Arap nüfus her yere dağılmış, bunların bir kısmı da o dönem Ürdün kontrolündeki Doğu Kudüs’e göçmüştü. Bu bölgeye gelen muhacir birkaç aile ise Mescidi Aksa’nın bitişiğindeki Şeyh Cerrah Mahallesi’nde Yahudi ailelerin terk ettiği evlere yerleşmişti. İşte bu birkaç ev üzerinden Şeyh Cerrah Mahallesi’ni tümüyle Yahudileştirme ve Mescidi Aksa’yı biraz daha kuşatma politikası izleyen İsrail gasp stratejisini bu kamuflajla sunmaktaydı.
Şeyh Cerrah İhtilafı ya da Siyonist İşgal Hukuku
Siyonistlerin iddialarına göre, 1948’te Kudüs’ü terk eden Yahudi ailelere Şeyh Cerrah Mahallesi’ndeki evleri geri verilmeli ve onların torunları geri dönmeliydiler, çünkü buralar onların hakkıydı! Hukuk bunu gerektiriyordu! Ama bu elbette işgal hukukuydu. Hayfa’dan, Yafa’dan, Filistin’in dört bir tarafından toprakları, evleri, her şeyleri gasp edilip paramparça edilmiş, oradan oraya sürülmüş Filistinlilerin hiçbir şekilde hak talep etmeleri ve kendilerinden gasp edilen evlerine dönmeleri söz konusu olamazdı! İşte Kudüs’ün Şeyh Cerrah Mahallesi’nde yaşanan gelişmeler böyle bir arka plana sahip.
Ve nihayet Filistin topraklarını adım adım yutan Siyonist işgal ve gasp mekanizmasının yeni hedefi konumundaki Şeyh Cerrah gerilimi Ramazan’ın son haftasında patladı ve tüm dünya Siyonistlerin dayatmalarının Kudüs’te başlayıp tüm Filistin topraklarına yayılan bir direnişin fitilini ateşlemesine şahitlik etti. Önceki dönemlerde olduğu üzere Siyonist saldırganlığın en fazla yoğunlaştığı ve en ağır bedelin ödendiği yer yine Gazze oldu.
10 Mayıs’ta başlayıp 20 Mayıs gece yarısına kadar süren 11 günlük zaman diliminde Siyonistlerin vahşi bombardımanı neticesinde Gazze’de 260’dan fazla Filistinli can verirken, 2.000 kişi de yaralandı. İki bine yakın binanın isabet aldığı Gazze’de binlerce konutla birlikte camiler, okullar, işyerleri, fabrikalar, atölyeler hedef alındı; şehrin altyapısı büyük hasar gördü.
Bu azgınlaşan teröre karşı Gazze susmadı, boyun eğmedi, yüzlerce füzeyle Siyonist çetenin hava savunma sistemini delmeyi ve en korunaklı zannedilen İsrail yerleşim yerlerini sarsmayı başardı. Ne tür duvarlarla korumaya çalışırlarsa çalışsınlar işgal devam ettiği müddetçe Filistin topraklarında asla huzur bulamayacaklarını Siyonistlere bir kez daha gösterdi.
Nesiller Değişse de Filistin Davası Sürecek!
Şeyh Cerrah’ta başlayıp Aksa İntifadasına dönüşen direniş Gazze ile sınırlı kalmayıp tüm Filistin topraklarına yayıldı. Batı Şeria ve Kudüs zaten her zaman direnişin bir parçasıydı ama bu kez daha fazlası gerçekleşti, intifada 1948 işgal topraklarına da yayıldı. 3-4 nesildir Siyonist devlet sistemi altında yaşayan ve bu yüzden artık İsrail toplumunun bir parçası oldukları düşünülen Filistinliler pek çok kent ve kasabada ayağa kalktılar. Gerek Siyonist literatürde gerekse de uluslararası düzlemde ‘İsrailli Araplar’ kavramıyla anılan Filistinliler zannedildiği üzere Siyonist sisteme entegre değil, Filistin halkının bir parçası olduklarını ve kendilerini tanımlamak için kullanılan ‘İsrailli Arap’ aşağılamasını da asla kabul etmediklerini gösterdiler. Bu bağlamda bilhassa genç kuşaklar ortaya koydukları dirençle on yıllara uzanan işgal stratejisinin başarısızlığını, geçersizliğini ispatlıyordu.
Bilhassa Filistinlilerin Yahudi nüfusla yan yana yaşadıkları Lud, Akra gibi kentlerde yaşanan olaylar, Filistinli gençlerle polis ve sivil Siyonistler arasında yaşanan çatışmalar Filistinlilik bilincinin zamanla külleneceğine dair Siyonist tezi ciddi manada sarsarken, Yahudi toplumunda zaten çok güçlü kökleri bulunan beka endişesini derinleştiriyordu. 1948 işgal topraklarında Şeyh Raid Salah’ın liderliğinde faaliyet gösteren İslami Hareket’in başkan yardımcısı Kemal Hatib’in de altını çizdiği gibi Siyonistlerin “İlk nesilleri ezer, katlederiz, sonrakiler de unuturlar!” tezi boşa çıkmıştı.
Şüphesiz 11 günlük savaş sürecinde Filistin halkının ödediği bedel çok ağır oldu ama ortaya konan direnç, bedeli ne kadar ağır olursa olsun Filistin halkı adına bir umudu, azmi ve kazanımı temsil ediyordu. Kudüs direnmiş, Mescidi Aksa’dan vazgeçilmeyeceğini haykırmıştı. Gazze direnmiş, Filistin halkı bedel öderken Siyonistlerin rahat etmeyeceklerini, mutlaka bedel ödeyeceklerini göstermişti. Ve 48 işgal topraklarında yaşayan Filistinliler İsrail isimli gasp sisteminin değil, direnişin bir parçası olduklarını ispatlamışlardı.
İsrail İle Yakınlaşma: Anormalliğin Normalleşmesi
Filistin halkının bu direnişi izzetin ancak azim ve sabırla mümkün olduğunu ortaya koyarken aynı zamanda İsrail ile normalleşme adına son yıllarda bazı bölge ülkelerinin içine düştükleri zillet çukuruna da projektör tutmuş oldu. Öyle ki Körfez ülkeleriyle başlayıp Sudan’a sıçrayan ‘normalleşme virüsü’nün aşağılanma ve utançtan başka bir sonuç doğurmadığı net biçimde ortadaydı. BM adına yapılan açıklamalarda dahi Şeyh Cerrah’ta yapılanlar ‘savaş suçu’ olarak tanımlanırken bu yönetimler ölüm sessizliğine büründüler ve dâhil oldukları ‘normalleşme’ sürecinin Siyonist saldırganlığı daha da azdırdığı gerçeğini boş gözlerle seyrettiler.
Bunca taviz, aşağılanma, utanç tablosuna karşın bu zelil yönetimlerin Siyonistler nezdinde Şeyh Cerrah’taki birkaç ev kadar dahi değerinin olmadığı görülmüş oldu. Gerçekten de güya bölgede tansiyonu düşürme ve ilişkileri geliştirme adına verilen onca tavize, sineye çekilen rezilliğe rağmen bu yönetimler İsrail’i basit, sıradan bir meselede dahi geri adım atmaya ikna edebilecek pozisyonda değiller, hatta bunu talep edemeyecek kadar aciz ve zeliller.
Pragmatizme Karşı da Direnç Gösterilmeli!
Siyonist işgale karşı mücadele bağlamında Filistin direnişinin de birtakım risklerle karşı karşıya olduğu da görülmelidir. Hiç kuşkusuz ağır bedeller ödenerek sürdürülen direnişleri bekleyen en büyük tehlikelerden biri olan pragmatizm tehlikesi Filistin direnişi için de söz konusudur. Bu noktada mücadelenin hangi ilkeler temelinde sürdürüldüğü ve neyin merkeze alındığı sorusu önem kazanmaktadır. Filistin direnişini omuzlamış güçler bugüne dek mücadelelerinin merkezine hakkı, adaleti, İslami kimliği aldıkları için İslam ümmeti nezdinde saygın, güvenilir bir konum kazanmış ve Allah’ın izniyle hayırlı bir hattın taşıyıcısı pozisyonunda olmuşlardır. Bu pozisyon her halükârda korunmalı, birtakım dünyevi beklentiler ve dayatmalarla zayıflatılmamalıdır.
Daha somutlaştıracak olursak, evet Filistin direnişi yalnızdır, zor durumdadır, kendisine uzatılacak ellere muhtaçtır ama bu, arkasına tüm küresel güçlerin desteğini almış azgın Siyonist düşmanla mücadeleye girişmiş kadroların göze almaları gereken bir zorluktur. Bu yüzden İslam ümmeti nezdinde hiçbir itibarı kalmamış İran’ın Filistin direnişini kendisini temize çıkartma, prestij elde etme aracına, manivelasına dönüştürme çabasına izin verilmemelidir.
Yazık ki direniş gruplarından İslami Cihad tam da bu konuma oturmuş görünmektedir. İslami Cihad hareketinin Gazze’den servis ettiği görüntülerde Siyonistlere attığı füzelerden birine Suriye halkı nezdinde ‘Halep Kasabı’ namıyla bilinen Kasım Süleymani’nin ismini vermiş olması Filistin direnişi açısından utandırıcı bir manzara olmuştur.
Hamas ise genelde daha dikkatli davranmakla birlikte zaman zaman bu kirli kampanyada kullanılmaya müsait paslar verebilmektedir. Bilhassa şu an Hamas Siyasi Büro Başkanlığı görevini yürüten İsmail Heniyye’nin söylem ve beyanlarının İran propaganda kampanyasının bir parçasına dönüştürüldüğü görülmektedir. Oysa önceki başkan Halid Meşal döneminde bu konuda çok daha dikkatli bir dil kullanıldığı hatırlanacaktır. Bu konuda azami dikkat şarttır. Aksi durum zaman içinde, isimleri ‘Filistin’in Kurtuluşu’ diye başlayan ama her biri bölge ülkelerinin uluslararası ihtirasları için tepe tepe kullandıkları şaibeli, itibarsız örgütlerden bir örgüt konumuna düşmektir.
Hangi niyetle olursa olsun İran’ın Filistinli direniş gruplarına destek vermesine karşı çıkacak değiliz. Filistin halkı ve direnişi desteğe muhtaçtır. Mesele İran’ın işlediği zulümlerin örtülmemesidir. Mesele Filistin davasının basitçe bir toprak kavgası olmayıp en temelde hak ve adalet temelinde sürdürülen ve zulme karşı yürütülen bir mücadele, yükseltilen bir bayrak olduğunun göz ardı edilmemesidir.
Filistin direnişinin bulunduğu pozisyon itibariyle sadece İran’ın değil, BM’nin, AB’nin, hatta ABD yönetimi içinde bazı kliklerin ve elbette Sisi cuntasından Suud yönetimine kadar tüm işbirlikçilerin Filistin direnişine hangi hesapla olursa olsun sunacakları desteği reddetme lüksüne sahip olmadığı açıktır. Mamafih ne siyasi ne ekonomik ne de askerî destek bağımlılığa yol açmamalı, hiçbir biçimde zalimlerin kirli çehreleri için kullandıkları bir makyaj malzemesine dönüşmemelidir.
Zulüm Tanımında Kafa Karışıklığı Direniş Değerlendirmesinde Ölçüsüzlüğe Yol Açar
Filistin mücadelesi Müslümanlar için her şeyden önce bir iman davasıdır, akide mücadelesidir. Bu yüzden de pragmatizme düşmeden netlik ve tutarlılıkla yürütülmelidir. Kafa karışıklığına yol açacak şekilde politik hesaplarla gölgelenmemelidir. Tam bu noktada Filistin meselesine yaklaşımda kimi İslami çevrelerde de yaygın biçimde görülen çifte standartlı, ilkesiz yaklaşım tarzının da altının çizilmesi gerekir.
Ne enteresandır ki Filistin söz konusu olduğunda sürekli direnişin öneminden, bedel ödemekten kaçınılmaması gerektiğinden ve nesiller boyu mücadele etmenin elzem olduğundan söz eden bazıları Suriye’de zalim yönetime karşı kıyam ettikleri ve ağır bedellere rağmen mücadele etmeyi halen sürdürdükleri için Suriyeli mücahitleri ve onları destekleyenleri suçlayabilmektedirler. Eşitlikten, dengeden alabildiğine uzak olmasına rağmen Filistin’de Siyonist düşmana karşı yürütülen mücadeleyi gayet ‘sıcak ve hasbi’ duygularla değerlendiren bu insanlar Suriye’ye geldiklerinde ise son derece rasyonel hesaplarla hareket etmekte ve Allah için kıyam etmiş insanlara “Bükemediğiniz bileği öpün!” tavsiyesinde bulunmaktadırlar.
Gazze’de Siyonist zalimliğin yol açtığı korkunç tahribata rağmen direnişin zaferini kutlayanlar onuru için ayağa kalkmış Suriye halkına “Değdi mi? Ne elde ettiniz? Bakın işte evsiz, yurtsuz kaldınız!” diye sitem edebilmektedirler. Gerçekten ne gariptir ki on yıllardır İslam ümmetini zalim yönetimler karşısında pasifizmle, ataletle, zalime boyun eğmekle suçlayan bu insanlar Suriye halkını Baas diktatörlüğüne karşı kıyam ettiği için basiretsizlikle, oyuna gelmekle, saflıkla, hatta aptallıkla itham etmektedirler.
İster küfür ve zulüm tanımına ilişkin bir kafa karışıklığından kaynaklansın, isterse siyasi bağlantılar ya da duygusal yönlendirmelerin bir neticesi olsun sonuçta ölçüsüz, çelişkili bir tutum alış söz konusudur. Ve bu tutum İslami kimliğin gerektirdiği adalet ve hakkaniyet ölçülerine ters düşmektedir.
Filistin Davasına Destek Söylemi Somut Eylemliliğe Dönüşmelidir!
Filistin’de yaşanan gelişmelerin Türkiye’ye yansımalarına baktığımızda da dikkat edilmesi gereken hususlar olduğu görülmektedir. Öncelikle Filistin mücadelesinin Türkiye kamuoyunda sahiplenme düzeyinin yüksekliği sevindiricidir, gurur vericidir. Bununla beraber olgulardan uzak biçimde zaman zaman sahiplenici dilin adeta tahakküm söylemine dönüşmesi, milliyetçi retoriğe yönelmesi gözlerden kaçmamalıdır. “Filistin davasına gereği gibi sahip çıkan tek ülke biziz; bizim dışımızda herkes susuyor!” vb. abartılı söylemler ya da işbirlikçi bölge ülkelerini itham sadedinde dillendirilen ama bir müddet sonra ırkçılığa vardırılan ifadeler konuyu yanlış mecralara sevk edebilen yaklaşımlardır.
Şüphesiz Erdoğan Türkiye’sinin Filistin davasına yaklaşımı Filistin halkı nezdinde değerlidir, önemlidir, cesaretlendiricidir. Bilhassa Türkiye’nin yakın geçmişte Siyonist çeteyle ne kadar iç içe bir ülke olduğu olgusunu göz önünde tuttuğumuzda şu anda sergilenen tavırlar daha da anlam kazanmaktadır. Ama Türkiye’nin Filistin davasını tek başına sırtlandığı, herkesin sessiz kaldığı bu meselede Türkiye’nin çok büyük adımlar attığı iddiası temelsizdir.
Türkiye’nin Filistin mücadelesine destek verdiği doğru olmakla beraber büyük katkılar sağladığı iddiası abartılıdır çünkü gerek uluslararası konjonktür gerekse Türkiye’nin devlet geleneği birtakım sınırlamalar getirmekte, Erdoğan’ın hareket alanını daraltmaktadır. Belki bu aşamada Türkiye’den Suriye’de, Libya’da ya da Azerbaycan’da oynadığı rolün bir benzerini Filistin için de gerçekleştirmesini beklemek makul olmayabilir ama Türkiye’nin artık sahada daha aktif, daha üretken ve sonuç alıcı eylemler geliştirmesi de şarttır.
Mescidi Aksa’dan yükselen “Erdoğan, Erdoğan! Biz Buradayız, Sen Neredesin?” sloganı bu anlamda hem güçlü bir beklentiyi ama aynı zamanda da bir sitemi ifade etmektedir. Türkiye Filistin halkına verdiği siyasi ve mali desteği askerî alana da taşımak ve direnişi takviye etmek için atması gereken adımları daha fazla geciktirmemelidir. Bu halin Filistin halkı içinde giderek büyüyen bir hayal kırıklığına dönüşme riski mevcuttur. Buna karşın bu konuda vaatlerle ve beklentilerle uyumlu bir pratik sergilenmesi sadece Filistin halkı nezdinde değil, tüm Müslüman halklar nezdinde inandırıcılık ve güvenilirliğin artmasını beraberinde getirecektir.
Elbette bu gelişme, bu tavır sadece iktidarın omuzlarına yüklenebilecek bir sorumluluk alanı olarak görülemez. Başta İslami kimlik ve iddia sahibi şahıslar, yapılar ve çevreler olmak üzere duyarlılık taşıyan herkes, her kesim iktidarı bu yönde adımlar atmaya teşvik eden bir tutum geliştirmelidir. Şüphesiz Filistin davasının geniş kitlelerde uyandırdığı sahiplenme ve dayanışma ruhunun yaygınlığı bu adımları kolaylaştıracaktır.