Kur'an genellikle diğer peygamber kıssalarında olduğu gibi Hz. Peygamber'in hayatını somut olarak, zaman ve mekan belirtmeksizin değiniler halinde yansıtır. Siyer ve hadis kitapları ise rivayetlere dayanarak Hz. Peygamberin hayatını ince ayrıntılarına kadar hikaye ederler. Abartı ve uydurmaların yer alabildiği bu külliyatlara Kur'an süzgeciyle bakıldığında abartı ve tahrife kaçmadan Rasul'ün hayatıyla ilgili epeyce malumat elde edilebilir. Kur'an'da yine aynı şekilde teferruata dalınmadan zikredilen 'Rasul'e biatlar konusu siyer ve meğazi kitaplarının hemen hepsinde müstakil bölümler halinde ayrıntılarıyla aktarılıyor. Bu aktarımlar arasındaki ihtilafların azlığı, biatlar esnasında yaşanan olayların abartıya kaçılmadan tarihi bir vakıa şeklinde aktarılması da altı önemle çizilmesi gereken bir husustur.
a- Biatlar Öncesi Genel Durum
İslami davete Mekke cahiliyesinin ilk tepkisi, risaletin ilk yıllarında alay ve istihzadan başlayarak iftira, hakaret, ekonomik ambargo ve fiziki işkenceye kadar tırmanmıştı: "Ve dediler ki: Bu uydurulmuş yalandan başka bir şey değildir.' Ve kendilerine gelen hakkı inkar edenler: 'Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir' dediler.'' (Sebe, 43) "... Benim için hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda işkenceye uğrayanların, cihada gidenlerin ve bu uğurda katledilenlerin günahlarını örteceğim..." (Al-i İmran, 195)
Artan baskılar müslümanları değişik alternatifler aramaya itmiş, nitekim müslümanların bir kısmı Habeşistan'a hicret etmek zorunda kalmışlardı. Bu yıllarda Rasul de risaleti, umutsuz vakıaya dönen Mekke dışına taşımak amacıyla Mekke'yle, hassaten Hz. Peygamber'in ailesiyle çeşitli alanlarda ilişkisi bulunan Sekif kabilesinin hakim olduğu Taife gitmişti. Taifliler'in vahye tepkileri Mekkeliler'inkinden farklı değildir. Şehir ahalisi tarafından taşlanarak kovulan Hz. Peygamber, ancak Adiyoğullarının himayesinde Mekke'ye girebilir. Böylece Araplar nezdinde itibar edilen ve kullanılan 'himaye' müessesini kullanarak kimlikten taviz verilmemek kaydıyla 'sistem içi mücadele yöntemleri'nin kullanılabileceğini örneklemekteydi. Hz. Peygamber'in tüm uğraşı ve çabalarına rağmen bu yıllarda ilahi davet, kitlesel olarak insanlar tarafından kabul edilmemiş ve müslümanlar Rasul'le birlikte Mekke'de tam bir kuşatılmışlık hali yaşamak zorunda kalmışlardı.
Her yıl hacc mevsiminde Mekke'de düzenlenen Ukaz, Mecenne, Zü'lmecaz gibi panayırlar, baskılardan bunalan müslümanların rahat nefes alabileceği hava koridorları mesabesindeydi. Arap yarımadasının birçok bölgesinden gelip genellikle Mekke'nin 3-5 km dışında Mina'da ikamet eden hacılar, hac mevsimi boyunca sosyal, ekonomik, hatta siyasi etkinliklerde bulunurlardı. Değişik gelenek, görenek, kısmi anlamda değişik inançlara sahip kabilelerin oluşturduğu bu geçici mekanlar, kabilevi dengeler nedeniyle Mekke resmi ideolojisinin baskısının açıkça hissedilmediği özerk alanlardı. Bu açıklıktan faydalanan Hz. Peygamber, sık sık panayırlara uğrayıp, insanları İslam'a davet ediyordu. Mekke ileri gelenleri ise kendilerine birçok açıdan yarar sağlayan mevcut işleyişi bozmamak için karşı propaganda ile yetinmek zorunda kalıyorlardı. Dolayısıyla panayırlar, bir nevi propaganda savaşanın yaşandığı mekanlara dönmekteydi.
b- Akabe Biatları
Akabe, Mekke ile Mina arasında dağlarla çevrili koridorun sol cenahında 40-50 kişinin, başkasının dikkatini çekmeden toplanabileceği büyüklükte dağların içine kıvrılan kavis şeklinde bir yerin adıdır. Risaletin 11. yılında Hz. Peygamber burada annesi Amine'nin de mensubu olduğu Hazrec kabilesinden Yesribli (Medine) altı kişiyle karşılaşır. Aralarında geçen uzun konuşmalardan sonra bu altı kişi Rasul (s)'den etkilenerek müslüman olurlar.
Ertesi yıl altı kişi Evs ve Hazrec'ten müteşekkil on iki kişi olarak, müslümanlıklarını bildirmek, Rasul'e sadakat ve biatlarını sunmak üzere geri dönerler. Mümtehine Suresi 12. ayetinde bahsedilen "Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, çocukları öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek ve iyi bir işte Rasul'e karşı gelmemek" hususlarında Peygamber'e söz verir/biat ederler.
Hz. Peygamber, Yesribliler'e o güne kadar nazil olmuş ayet metinlerini bildirmekle kalmıyor, uygulamada örnek olması için Mus'ab bin Umeyr'i de onlarla birlikte gönderiyordu.
Birinci Akabe biatini akdeden müslümanlar, verdikleri sözle Arabistan yarımadasına hakim cahiliyenin temel karakteristiği olan şirk, zulüm ve kötü adetlere karşı olduklarını bildirmiş oluyorlardı ki, bu da egemen güçlere savaş açma anlamına geliyordu.
Yesrib'de Peygamberin rolünü üstlenen Mus'ab bin Umeyr, örnek şahsiyeti ve davranışlarıyla insanların kalplerini, güvenlerini kazanır, İslam'ın Yesrib'te hızla yayılmasına vesile olur. Yesrib'in sosyal şartları Mekke'ninkinden oldukça farklıdır. Yesribliler Yahudilerle içice yaşadıkları için onlardan ilahi kitaplara ait bilgileri duymakta ve peygamber beklentilerini bilmekteydiler. Dolayısıyla Allah'ın elçisiyle karşılaşmak onlar için fazla şaşırtıcı olmadı. Yahudilerin kışkırtmaları sonucu Yesrib'in iki büyük kabilesi Evs ve Hazrec arasında süren kan davaları, her iki kabile mensuplarını bizar etmiş, adeta bir kurtarıcı bekler durumuna getirmişti. Yesrib, Mekke gibi dini bir merkez olmadığından, Mekke'de olduğu gibi hacılardan çıkar elde eden ve statülerini kaybetmemek için insanları atalarının dininde sebata çağıran, gerektiğinde zor kullanan zorba elit oluşmamıştı. İnsanlar nisbeten kendi başlarına düşünüp karar verebiliyorlardı. Dolayısıyla haksızlığa karşı, hakka ve adalete çağıran, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran ilahi mesaj, dikkatlerini çekiyor, kişisel ve sosyal sorunlarına çözüm olduğu için de kolayca benimsiyorlardı.
Risaletin 13. yılında Yesribliler ikisi kadın 73 kişi olarak dönerler ve Rasul'ü şehirlerine davet ettiklerini bildirirler. Yine Akabe'de gece yarısı gizli olarak toplanılır. "Peygamber Yesrib'e gelirse kendi ailelerini korudukları gibi koruyacaklarına" söz verirler. Hz. Peygamber de "Yesribliler'in dostlarını dost, düşmanlarını düşman bileceğine dair" söz verir. Siyer kitapları Peygamberin amcası Abbas bin Abdulmuttalib'in de Haşimoğulları'nı temsilen Rasul'ün hamisi rolüyle biatlaşmada bulunduğunu zikreder. Abbas, Yesribliler'e verdikleri sözün ehemmiyetini hatırlatır. Eğer yeğenini koruyamayacaklarsa bu işten bir an önce vazgeçmelerini, eskiden olduğu gibi Haşimoğulları'nın O'nu korumaya çalışacağını hatırlatır. Çünkü yapılan biat, Mekkeliler'in saldırılarını Yesrib'e yöneltecektir.
Akabe biatlarıyla müslümanlar, hukuksal olarak birbirlerine bağlanmış, kurum, kuruluş ve işleyişiyle oluşacak İslam devletinin temelleri atılmış oldu.
c- Biat Kavramı
"B-y-a", "satmak" kökünden türeyen biat, sözlükte "sözleşme imzalamak, birisini lider/başkan kabul ettiğini açıklamak" anlamına geliyor. Kavram olarak "görüşülüp konuşulan, üzerinde anlaşmaya varılan bir hususta el sıkışmak suretiyle, konuşulan hususların yerine getirileceğine dair karşılıklı taahhütte bulunmak" anlamında kullanılıyor. İslami literatürde "müslümanların Allah'ın hükmüyle hükmetmesi için gerekli vasıflara sahip birine itaat edeceklerine dair söz vermeleri, muhatabın da sorumluluklarını eksiksiz yerine getireceğine dair topluluğa söz vermesi" anlamında temel bir kavram olarak kullanılagelmiştir.
Biatlaşmada, çift taraflı tasarruf ve sözbirliği edilen konu asıldır. Biata konu olan meselenin; ciddi, yapılabilir, akli ve nassa uygun olması biatin doğal şartlarındandır. Biat için iradelerini ortaya koyan her iki tarafın herhangi bir etki altında kalmadan, özgür iradelerini ortaya koymaları, rızayı bozan zorlamanın olmaması gerekir. Biattan sonra da verilen sözün tutulması elzemdir. Nitekim Allah, Tevbe sûresi 111. ayette müminlerle yaptığı sözleşmeyi aktarırken "Kim Allah'tan daha çok sözünde durabilir?" ifadesiyle verilen sözün tutulmasının ehemmiyetini ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber döneminde biat, Rasul'e itaat etmek, dini hükümlere bağlı kalmak, hulefa-i raşidin döneminde ise daha çok devlet başkanını seçme anlamında kullanılmıştır. Emevilerle başlayan saltanat döneminde ise veraseten sultayı ele geçiren şahsa bağlılık sunmak anlamı yaygınlık kazanmıştır. İradenin tamamen devre dışı bırakıldığı ve ikrahın olduğu bu duruma biat demek elbette mümkün değildir.
Biat kavramını sözlük ve ıstılahi anlamıyla sınırlamak doğru değildir. Tersine, somut, basit bir eylemden varoluş amacımıza kadar birçok konunun biat kavramı kapsamına girdiğini söyleyebiliriz:
i- İlk defa Müzemmil sûresi 9. ayetinde zikredilen ve kendisiyle insanların dine girdiği "Lailaheillellah" ibaresini kabul etmek, Allah dışındaki bütün ilahları reddederek yalnız Allah'ın hükmüne razı olunacağına dair Allah'a söz vermek/ biat etmek demektir. Cahiliyyenin egemen olduğu bir coğrafyada yaşıyorsanız akdettiğiniz bu biat sizden, fedakar, ilkeli, kişilikli olmanızı, sizinle itikad ve amelde aynileşen kardeşlerinizle zulme, şirke ve tuğyana direnmenizi, fışkı giderip yeryüzünü ıslah etmenizi, doğru ölçüyü koyarak insanlara örnek şahitler olmanızı beklemektedir. Bu amellerinizin sonucu karşılaşacağınız tecrit ve fiziki baskılara direnmek, müminlerle olan dayanışmanızı güçlendirmek ve hiçbir zaman çözülüp irtidat etmemekle sizi yükümlü tutmaktadır. Yine akdettiğiniz bu biat, aileniz, çevreniz, hatta kendinizle olan ilişkinizi yeniden düzenlemekte, hedeflerinizi değiştirmekte, günlük tercihlerinizi yönlendirmekte kısaca sizi yeniden inşa etmektedir. Daha dar kapsamlı sözleşmelerden çok daha kapsamlı olan bu sözleşme, müslümanın hayatında en büyük biat olarak belirmektedir.
ii- Kelime-i tevhidi kabulle Allah'a verilen sözden sonra müslüman fertler "beraber rüku eden, secdeye varan", "Allah'ın ipine topluca sarılan, parçalanmayan" birlikteliği/cemaati oluşturmak durumundadırlar. Temelini mümin, ilmiyle amil, muslih, kararlı, çalışkan ve basiretli insan unsurunun oluşturduğu bu birliktelik, "Ey iman edenler, Allah'a, Rasulü'ne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin" ayetinde belirtilen liderliğe ihtiyaç duyar. İşte, biat, "Onların işleri aralarında şura iledir" (Şura, 38), "İşlerinde onlara danış" (Al-i İmran, 159) ayetlerini esas alarak "ulu'l-emr" seçme durumudur. Bu biatla müminler bireyselliği aşarak sorumlu tutuldukları "şahitlikliklerini" hukukileştirir, sosyalleştirirler. İleriye dönük daha büyük organizasyonların temellerini teşkil edecek bu yapılanmayla mücadeleyi topluca yürütürler.
Hemen bütün biatlarda kullanılan "hoşuma giden ve gitmeyen durumlarda seninle yaptığım bu biata bağlı kalacağım" ifadesi biatin niteliğine önemli bir vurgudur. Ma'siyet olmadığı müddetçe şûra prensibine dayanarak İslami liderliğin aldığı karara müslüman birey hoşuna gitmese de uymak zorundadır.
iii- "Sana biat edenler gerçekte Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların eli üzerindedir. Kim ahdini bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim Allah'a vermiş olduğu sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat verecektir." (Fetih, 10) "Allah şu müminlerden razı olmuştur ki, onların ağacın altında sana biat ediyorlardı. Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onlar üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi." (Fetih, 18) ayetlerinde zikredilen, müminlerin Rasul'le yaptığı, Allah'ın da "Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir" ifadesiyle onayladığı biat, somut bir olay için akdedilen biattir, 'Rıdvan Biati" diye bilinen bu biat, Hudeybiye Anlaşması öncesi hacc için Mekke'ye giden müslümanları engelleyen müşriklerle anlaşmaya gönderilen Osman bin Affan'ın öldürüldüğü şayiasının yayılması üzerine, müminlerin kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarına dair Rasul'e söz vermeleri olayıdır. Ani gelişen bir olay karşısında müslümanların takındığı bu tavır, Allah tarafından övülmekte Allah'ın müminlerin davranışlarını desteklediği vurgulanmaktadır. Herhalükarda insanların verdikleri sözü tutmasını emreden Kur'an'ın, şekilse, boyutla te'kid edilen sözün/biatin üzerinde ısrarla durması gayet doğaldır.
İslami duyarlılığın ve sorumluluğun gereği olarak yapılması elzem somut bir işe karar vermek biat olarak değerlendirilmelidir. Bir eğitim programına başlamak, bir kötülüğü savmak veya güzel bir işte yardımlaşmak için verilen sözler de bu tür biatin kapsamındadır ve mutlaka yerine getirilmelidir.
Sonuç olarak biat, sonunda hukuki yaptırımı olan gönüllü, bilinçli bir tercih, sosyo-politik bir akiddir. Biatlaşma, kader birliği yapmaktır. Topluca belli bir yaşam tarzına talip olarak mücadele sorumluluğunu bireysel, dolayısıyla müslümanların denetimi dışında tutma anlayışından Allah'ın vacip kıldığı 'şahitliği' birlikte, yapısal bir kimlik ile ifa etmektir.