AK Parti ve Erdoğan’ın 2015 yılından itibaren “yerli ve milli” vurgusuyla başlayan süreçle birlikte belirginleşen politik dil ve ittifak ilişkilerini anlamlandırma noktasında farklı değerlendirmeler yapılmakta. Bu değişimi açıklamaya yönelik tercihler aynı zamanda politik duruşla ilgili bilgi de vermekte. Siyasal-sosyal olayları takip ve değerlendirme zahmetine girmeden daha baştan reddiyeci tavır içerisinde olanlar bu kategoriler içerisinde değildir elbette. Çünkü onlar vaka ne olursa olsun insaf ve adalet ölçüsünü dikkate almadan hep aynı türküyü söylediler, söylüyorlar. Bugün çıkıp “Biz daha ilk günden Erdoğan ve AK Parti’nin böyle olduğunu söylemiştik.” şeklindeki çıkışlarının inandırıcı, ahlaki tarafı yoktur. Çünkü olup biten birçok olumlu şeyi görmezden gelerek, yok sayarak ya da basit görerek sözü kolayca söylemekteler. Olumlu değişim ve gelişmelerin de kendiliğinden değil bin bir zahmet ve mücadele neticesinde ortaya çıktığını görmek istemezler.
Millilik sapması bağlamında durum değerlendirmesinin ilk örneği; bu durumun geçici olduğu, konjonktürel nedenlerden dolayı tercih edilmek zorunda kalındığı şeklinde özetlenebilecek yaklaşımdır. Benzer bütün gelişmelerde aynı dinamiklerden yola çıkılarak yapılan bu değerlendirmenin özünde aslında sapmayı, yanlışlığı, inhirafı muhataba yakıştırmaya gönlü elvermeme psikolojisi yatmaktadır. Böylelikle arızi halin kalıcı değil geçici bir durum arz ettiğine inanılmaya çalışılır. Burada da örneğin Erdoğan’ın ümmetçi, samimi bir Müslüman olduğu; dolayısıyla milliyetçiliğe inanamayacağı kabulünden yola çıkılarak özellikle 17/25 Aralık sürecinden itibaren Fethullahçılarla girilen mücadeleden dolayı ittifak ilişkilerine mecbur kaldığı değerlendirmesi yapılır. Anlaşılır olmakla ve kısmi doğrular içermekle birlikte bu yaklaşım sorunludur.
Dün Devrimci Bugün Naçar, Biçare!
Sürecin geçici olduğu iddiası en temelde varlık âleminde insanın imtihan boyutunu devre dışı kılmakta. Çünkü yaratılış düzeni insanın anbean yaptıklarının değerlendirilmesi üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla Müslümanlık her an test edilme noktasında bir iddiadır. Aksi durum özcü yaklaşımdır, bunun da İslam’da müspet karşılığı yoktur. Konjonktürel olarak değerlendirilen tavırlar adım adım kimliksel hale gelebiliyor. Tarih-toplum boyutu, Türkiye’deki devlet geleneği ve toplumdaki siyasal tasavvur düşünüldüğünde taktiksel gibi görünen hamlelerin bünyeye yerleşme riski çok daha fazla. Bir başka tehlike ise bu yeni hali bütün Müslümanların kabul etmesine yönelik ideolojik ve siyasi kuşatmadır. Onun içindir ki Erdoğan’ın hamlelerinin taktiksel, reel politik olduğunu dile getirenler bu taktiğin finalinin neresi olduğunu söyleyebilmelidirler. Oysa böyle bir durum yok. Siyasal tercihlerin başlangıç ve bitiş noktasıyla ilgili dahi söz söylemek pek mümkün değil iken ideolojik ve kimliksel yönelimlerle ilgili farklılaşmalara ilişkin daha fazla duyarlı olunmalı hâlbuki. Ayrıca tarihsel süreç dikkate alındığında bir başka çelişkisi daha var bu yaklaşımın. Erdoğan ve AK Parti iktidarı siyasal ve bürokratik açıdan çok daha zayıf olduğu yıllarda sistemi değiştirmeye yönelik cesur adımlar attı. Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasal güç açısından bir kişiye kolay kolay nasip olamayacak bir kudrete sahip olmasına rağmen sistemi değiştirme yönünden daha zayıf olduğu kabulü var. Oysa burada güç ve imkân boyutunu aşan bir boyut olarak irade olgusu temel belirleyici olmakta. Erdoğan’ın sistem tasavvurunda bir değişim ihtimali kendisinde irade değişimine de yol açmış durumda.
Millilik sapmasıyla ilgili değerlendirmelerin ikinci türü ise Erdoğan ve AK Parti’nin çekirdeğini oluşturan Milli Görüşçülerin aslında başlangıçtan beri milli bir din anlayışı ve siyasal bakışa sahip oldukları yönündeki iddiadır. “Şaşıracak bir şey yok! Bunlar zaten eskiden beri böyle idiler!” şeklindeki tespit tıpkı bir önceki yaklaşım gibi haklılık payı içermesine rağmen yanlış bir değerlendirmedir. Doğrudur; başta Milli Görüş geleneği olmak üzere Türkiye’deki dindar, muhafazakâr hatta genel anlamda İslamcı geleneğin tarih-toplum değerlendirmesi ve siyasal tasavvurunda millilik öğeleri dönem dönem farklılıklar gösterse de her zaman için ciddi bir zaaf olarak bünyede yer aldı. Dolayısıyla bugünkü statükocu, devletçi, sağcı görünüm bu zaviyeden bakıldığında anlaşılır olmakta. Peki, o halde Türkiye siyasal tarihi açısından devrim denilebilecek değişimleri bu statükocu, devletçi, sağcı zafiyetle malul çevreler nasıl başardı? Bugünkü hali esas alırsak tutarlılık gereği dünkü olumlu halin yaşanmaması gerekirdi. Sistemde her türlü çatışmayı göze alacak kadar statükocu ve sağcılıktan uzak bir iktidar tecrübesinden sonra gelinen nokta bir zorunluluk değil tercihtir. Bu tercihin bir kısmı bile isteye yapılırken diğer kısmı nefesin yetmemesi ve yeni gelinen noktayı tam olarak algılayamamaktan kaynaklanıyor.
“Önce Ahlak ve Maneviyat!” Ama Hangi Ahlak?
Dolayısıyla Erdoğan ve AK Parti’nin bugün geldiği yer itibariyle zorunlu olarak gelişen bir süreç değildir olup biten. Elbette konjonktürel gelişme ve sağcılık zafiyeti belli oranda rol oynamıştır. Ama esaslı başka dinamiklerin temel belirleyici olduğu söylenebilir. İlk olarak bugünkü iktidarın, güç, nüfuzu karşılayacak, denetleyebilecek, sınırlandırabilecek ahlaki donanım ve yapısal durum eksikliği söz konusudur. Burada ifade edilen ahlak meselesi Müslüman dünyaya ait esaslı bir problemin izdüşümü bağlamında bir çarpıklığın yansımasıdır. Ne yazık ki Müslümanların düşünce ve felsefe tarihinde ahlak olgusu genel anlamda hayattan soyutlandırılmış ve içeriksiz bir çerçeve şeklinde tanımlandı. Bu durum da bizatihi ahlak üzerinde bir varoluşu ifade eden Müslümanlığın sahadaki yansımasının kör topal, çelişik, bilinç yarılması ve çarpık görüntülerle malul olmasına sebebiyet verdi. Türkiye toplumunda diğer kesimlerle mukayese edildiğinde her şeye rağmen, bütün eksiklikleriyle birlikte Müslümanların ‘daha ahlaklı’ olması bu tabloyu değiştirmiyor. Sonuçta dindarlar zaaflı halleriyle bu kadar güçlü iktidar araçlarına sahip olduğunda tökezlemeden farklı olarak inhiraf, inhitat, tefessüh ve zevalin ortaya çıkması kaçınılmaz oluyor. Bu durumu bir Müslümanın mülk ve iktidar imtihanı ekseninde değerlendirmek mümkün. Üstelik insanın imtihan tarihi düzleminde mülk ve iktidar fitnesine karşı donanım araçları bağlamında Müslümanın yapması, örnek ve ibret alması gereken sayısız ölçüler, örnekler, temel referanslar da bulunmakta. Bunun yanında bir de modern devlet ve iktidar fitnesi karşısında ayrı ve daha güçlü hassasiyetin olması gerekiyor. Muasır dönem Müslümanlarının en tehlikeli yanlış kabullerinin başında bu bağlamda modern iktidar olgusunu tanımayıp, koltuğa bir Müslümanın oturmasıyla sistemin değiştiğinin kabul edilmesi zannı gelmekte.
Ahlaki donanımı tesadüfi olmaktan çıkaracak ve bütün müminlerin iradi müdahalesine açık olacak yapısal form ise daha zor ve karmaşık. Doğru ve sahih amellerin yaşayıp derinleşmesi, gelenek haline gelmesi biraz da bu yapısal formun oluşturulmasına bağlı. Müslümanların tarihsel tecrübesinde şüphesiz örnek alınması gereken birçok güzel örneklik bulunmakta. Lakin bugünkü siyasal yapıyı ifade eden modern devlet çok daha farklı ve fazla yapısal formlara, kurumlara ihtiyaç duymakta. Batı’da modern demokrasinin gelişim evresinde birçok tartışma neticesinde oluşturulan formlar bu açıdan kendi bağlamında önemli işlevler görmekte. Türkiye’de ise meşrutiyetten bugüne yaşanan tecrübelerden farklı olarak başkanlık sistemi ile gelinen nokta bu haliyle Erdoğan ve iktidarının denetlenmesi imkanını ortadan kaldırmakta. İktidar dindarda olduğu takdirde kontrol, denetleme ve şeffaflık zaafının olduğu mevcut halin yine de aynı şekilde devamını istemek doğru değildir. Hem ahlaki tutum ve işlevsellik hem de yarınlar açısından mevcut hale razı olmak birçok açıdan yanlıştır.
Makamı Korurken Elden Yitirilenler
Erdoğan ve AK Parti’nin ideolojik ve politik tutumundaki kırılmanın en önemli nedenlerinden biri ise önemli politik süreçler karşısında gösterilen tavırdır. Özellikle 17/25 Aralık ve 15 Temmuz darbe süreci sonrasında Erdoğan’ın tercih ettiği yol, muarızlarına karşı politikası ve imha siyaseti, yerel ve küreseldeki yeni ittifak ilişkileri bugünkü milliyetçi savrulmayı ortaya çıkardı. Her ikisi ağır süreçler olmasına rağmen Erdoğan iktidarını koruma anlamında bu evreleri başarıyla atlattı. Ama süreci doğru yönlendirme boyutuna gelindiğinde ise yapılmaması gereken birçok şeyi yaptı. Hem hak, hukuk, adalet noktasında hem yolsuzluk, ekonomik şeffaflık, nepotizm dolayımında birçok hata yapıldı ve elan da bu hatalarda ısrar ediliyor. Muhalif diye konumlandırdığı kesimlere yönelik siyaset tarzının akıl ve hikmet merkezli olmaktan çok öfke ve hınç kaynaklı olduğunu sayısız örnek doğrulamakta.
İktidarı koruma amaçlı girilen ittifak ilişkileri ise yanlış süreci tamamlayan diğer bir boyut. Siyasette ittifaklar anlaşılır olmakla birlikte Erdoğan ve AK Parti, müttefiklerinin ideolojik kimliğine bürünen görüntüler vermekte. Bu durumu derinleştiren boyut ise başta Erdoğan olmak üzere Türkiye’deki dindar, muhafazakâr ve İslamcıların bir buçuk asırdır özlemle bekledikleri iktidar aygıtına kontrolsüz iştahla dalmalarıdır. İktidar, sistem ve devlet değiştirilmesi gereken süreçlerden dört elle sarılıp korunması gereken nimete dönüştü. Sahiplik, iyelik sadece iktidar aygıtının sahiplenilmesi demek olmadığı gibi modern ulus devlet de basit iktidar organizmasından oluşmuyor. Tam da bu noktada en can alıcı kesişmeler ve sapmalar karşımıza çıktı. Ulus devletin hayatın bütün ünitelerini kapsamaya çalışan Türk milliyetçiliğine (Kemalistler buna Atatürk milliyetçiliği diyorlar.) dayalı ideolojik içerikli iktidar yapısı ile dindar, milliyetçi-muhafazakâr ve hatta İslamcıların Osmanlı-Selçuklu merkezli devlet tasavvurunun buluşması ile sapma hali doruğa çıktı. Yeni müttefiklerle girilen siyasal süreçte Kemalist sistemin yeniden reorganizasyonu anlamına gelen adımlar atılmakta. Vesayeti geriletme döneminde bastırılan Kemalizm bugün dindarlar eliyle pazarlanabilmekte. Sürecin diğer tamamlayıcı boyutları içeride otoriterleşme, popülist politikalara yaslanma, hukuk ve insan haklarını hafifseyen yaklaşımlar, hamasi dil; dışarıda ise Rusya ve Venezuela gibi pespaye rejimlerle can ciğer kuzu sarması olmayla kolaylıkla sağlanmış oldu.
Milliyetçilik Bir Din Ama İslam Değil!
Erdoğan ve AK Parti’nin sistemin ulusçu kimliğini ve milliyetçi paradigmasını değiştirmeye yönelik uzun erimli politikalar yürütmek yerine sahiplenmeye dönüşünün dindar camialarda yol açtığı tahrifatı hafifseyemeyiz. Bilakis siyasal-sosyal meselelerde Hükümetin attığı yanlış adımları dahi kabullenme konusunda acul davranan dindar çevrelerin milliyetçi inhirafa uyum sağlayan görüntüler vermesi tehlikenin boyutlarını göstermesi açısından önemlidir. Mustafa Kemal’i dahi kabullenmeye hazır bu milliyetçi-devletçi sapma Müslümanların bir kez daha tarih-toplum-siyaset değerlendirmesi yapmaları gerektiğini aşikâr kılmakta. En temelde modern ulus-milliyetçi devlet cahiliye kuşatması altında dünyaya gözlerini açan Müslüman gerçeğini yeni baştan bir kez daha fark etmek gerekiyor. Türk, Kürt, Fars, Arap bütün Müslümanların doğduğu, büyüdüğü, nefes aldığı, yaşadığı atmosfer milliyetçi cahiliye katmanıdır. Ulus ötesi küresel ölçekli şirketler, telekomünikasyon devrimi, Avrupa Birliği tecrübesi ve postmodern dönemin hükümranlığına rağmen Batı’da dahi ulus devlet paradigması çökmez iken Müslümanların yaşadığı coğrafyanın hali ortada. Dolayısıyla bu cahiliyeden kopuş gerçekleşmiş gibi davranmak çok da gerçekçi değil.
Milliyetçilik meselesi hallolmuş bir mesele değil bilakis her daim kendini yeniden üreten bir içeriğe sahip. Burada hangi halin milliyetçi içeriğe sahip olduğunu anlamak ise ilginç bir biçimde hem çok zor hem de çok kolay. Zor çünkü on yıllar boyunca bireyin yaşadığı bütün hayat ünitelerinin milliyetçi doktrinle doldurulmuş olmasından dolayı modern birey çoğu zaman milliyetçi düşünme ve davranmayı fıtri, doğal, refleksif, insani, normal bir hal olarak görebiliyor. Buradan kurtulma mücadelesi sanıldığının aksine zorlu ve birçok yönlü mücadeleyi gerektiriyor. İnşa edilen milliyet/ulus olgusu bile başlı başına bir fenomen. Renan’ın deyişiyle “Ulus, spiritüel bir ilkedir.”
Hangi halin milliyetçi içeriğe sahip olduğunu anlamanın bir yönüyle aslında çok kolay olduğunu belirttik. Bu imkanı sağlayan dinamik ise yaratılışa, dünyaya, hayata ilişkin iman eksenli sahih bakış ve bunu yaşanılan her an üzerinde perspektif belirleyici nokta üzerinde tutmak. İnsanın temel amacının Allah Subhane ve Teâlâ’ya gereği gibi kulluk olduğunu, bütün varlık âleminin Rabbimize ait olduğunu, vatan denilen kutsallaştırılmış, seküler, teritoryal mabedin de sanal bir durum olduğunu, Rabbimizin yerküreyi vatanlar gerçekliğinde değil tek bir dünya şeklinde yarattığı hakikatini müdrik bir Müslüman hedefidir. Bu Müslümanı, siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik, askerî, sportif hayatın bütün alanlarında insanı milliyetçi paradigma ile kuşatan modern cahiliyenin tasallutuna karşı daima uyanık tutmak gerekiyor
İktidar süreçlerine ve siyasal-sosyal olaya Müslümanca bakış ve müdahaleyi anlamsız, etkisiz hale getirecek, iradeyi yok sayıcı ezber değerlendirmeler ve kritize edilmemiş perspektif yerine her daim vakayı yakından takip edici, iradi bilince sahip, kişilerden bağımsız bir şekilde, nesnel değerlendirme ölçüleriyle hareket eden bir yaklaşım ancak kazandırıcıdır. Modern dönem iktidar süreçlerini değiştirmekle vazifeli Müslümanların siyasal-sosyal alanı farklı veçhelerden yeniden değerlendirmeleri gereken günlerden geçmekteyiz. Başta Erdoğan olmak üzere iktidar sahipleri açısından da girilen yeni yolların akıbetinin hüsran olduğunu açık bir şekilde ifade edecek kritik evredeyiz.