İstişare konusunda karşımıza çıkan problem onun sınırlı ve daraltılmış bir bağlam içerisinde ele alınmasıdır. Umumiyetle siyasal bağlamda yöneticinin nasıl iş yapması gerektiği ile İslami cemaatin yönetim işleyişi bağlamında değerlendirilir. Elbette bunlar da önemli hatta belki de can damarı olmakla birlikte meselenin sadece bir boyutunu kapsadığı için insan-din-hayat perspektifinde ciddi bir eksiklik, paradoks ya da çelişkiler ortaya çıkmakta. Ne yazık ki bu durum da Müslüman şahsiyetin ve toplumun temel problemlerinden biri olarak asırlar boyu yaşanmakta. Özellikle de insan denilen varlığı kuşatma kabiliyeti açısından düşündüğümüzde modern cahiliye karşısında Müslüman şahsiyetin ortaya çıkması, korunması bağlamında yaşanan derin krizin temel sebeplerinden biri durumunda.
Vahiy geleneği ve resullerin yoluna baktığımızda ilk örneklikten itibaren insan denilen varlığın tek başına yaşaması, iş eylemesi, davranması, karar vermesinin tercih edilmediğini, insanın diğer hemcinsleriyle birlikte hayatı sürdürmesinin istendiğini, sistemin buna göre kurulduğunu görüyoruz. Vahiy geleneği ve resullerin örnekliği bu hayatı, birlikteliği bir disiplin, ölçü, ahlak ve kurallar bütünlüğü ve sistemi içerisinde insanın sürdürmesi için rehberlik etmekte. Varlık âlemindeki tüm canlılarla nasıl bir ilişki içerisinde olmak gerektiğinin ölçülerini bildiren Rabbimiz, akıl, irade ve eylemleri bağlamında ahlak sahibi olması itibariyle diğer canlılardan ayrılan insanın hemcinsleriyle ilişkisini de tanzim etmekte. Nitekim bu en son olarak Kur’an-ı Kerim’de aynı usul çerçevesinde devam ettirilmekte ve müminlere birbirleriyle ve diğer insanlarla olan işlerinin, ilişkilerinin nasıl olması gerektiği geniş bir perspektif içerisinde hatırlatılmaktadır; böylelikle mümin şahsiyet bir çizgide tutulmaya çalışılmaktadır. Geniş bir alan ve ilişki bütünlüğü içerisinde Müslüman şahsiyetin durumu ele alınmasına rağmen maalesef tarihsel süreçte istişare mevzuunun sınırlı ve daraltılmış bir noktaya getirildiğini görüyoruz. Hayatın bütün alanlarına ilişkin ve bütün zamanları kapsar şekilde daha hikmetli olanı, daha doğru olanı, daha güzel olanı, az yanlış olanı, az hatalı olanı, az zararlı olanı tercihe yönelik arayış çabası bir madeni ortaya çıkarmadaki titizlik, dikkat, zorluk, ısrar ve sebat perspektifi içerisinde ortaya konur.
Depresyona Giden Yolda Egosantrizmin Arzuladığı İstişare
Elbette Müslüman şahsiyetin kapsamlı ve bütünlüklü istişare nimetini tarihsel süreçte kaybetmesi zaafının yanında içinde yaşadığımız dünyaya hâkim olan hegemonik kültür boyutu da bu meselede önem kazanmakta. Yaşadığımız dünya bize birlikte iş yapmayı, istişare etmeyi, nefsini tercih etmemeyi, kendini öne çıkarmamayı, kendinden feragat etmeyi, mükâfat-nimet-makamda kendini tercih etmemeyi, yükümlülüklerde, sıkıntılarda, zorluklarda ise öne çıkmayı vaz etmiyor. Bireycilik, bencillik, hedonizm, egoizm temelinde zevk, arzu, hırsın merkezde olduğu, hiç kimsenin hesap vermek zorunda olmadığı dolayısıyla kimsenin hesap sormak zorunda kalmadığı bir ilişki biçimini dayatıyor. Vahyin bizden istediği ve yaşadığı dönemde Resulullah’ın ortaya koyduğu örneklik, yaşayış ve sünnetten uzak olma zaafının yanında içinde yaşadığımız dünyanın sistematik dayatmaları işi çok daha fazla zorlaştırmakta.
Yaşadığımız dünya birbirimizle daha fazla istişare edebileceğimiz, meşveret edeceğimiz, yükümlülüklerimizi hatırlatabileceğimiz, kişiliklerimizi, zevklerimizi, arzularımızı, hırslarımızı öne çıkarmayı engelleyici bir kültüre dayanmıyor. Aksine egomuzun, hırslarımızın, arzularımızın kışkırtıldığı, sürekli olarak yeniden üretildiği, ilişkilerde iktidar olmanın, belirleyici olmanın dayatıldığı hâkim kültürle muhatabız. Hakeza öyle bir dünyada yaşıyoruz ki insanoğlu kendi zevkleri, arzuları, hırsları, egosu, zaaflarıyla kişiliğinin hesap vermezliğini, ondan hesap sorulamazlığını, kontrol edilemezliğini istiyor, yanlışlanmaya tahammülsüzlük gösteriyor.Üstelik bilgili-bilgisiz, zengin-fakir, eğitimli-eğitimsiz, doğulu-batılı, kadın-erkek, genç-ihtiyar fark etmiyor bütün bir insan kümesinde görülen realitede herkes kendisinin önemsenmesini istiyor, kendisinin de sözünün olmasını istiyor, kendisinin de özne olarak görülmesini dolayısıyla ‘istişare’ edilebilir olmasını istiyor.
Bu bugüne ait bir paradoks, insanlık tarihinde daha önce çok da fazla karşılaşılan bir durum değil. Bu durum ‘depresyon’ ilaçlarının doğu-batı artık fark etmeden her yerde herkes tarafından kullanımının artmasına benzemekte. Hayatında doğru düzgün ilaç kullanmamış Nebile Teyze ömrünün son çeyreğinde telaffuzunu dahi yapamadığı depresyon ilacı kullanmakta. Hasan Amca ile doğru bir ilişki sürdürememekten kaynaklı ruhi bunalım neticesinde ‘psikoloğun’ yazdığı ilaçla selameti buluyor. Basit ve sıradan bir aile ilişkisinde birbirlerini on yıllardır tanıyan iki kişiden biri kendisine yeterince ‘değer’ verilmediği, kendisine sorulmadığı, kendisinin dikkate alınmadığı hissiyatı içerisinde ciddi problem yaşamakta. Bir taraftan hayatına müdahale edilmesini istemezken diğer taraftan kendisine değer verilmesini, söz, yetki, makam vs. verilmesini istiyor. Bu şekilde bir paradoksal yapının kültür evreninde yaşıyoruz. Tarihte ilk defa zengin-fakir, doğulu-batılı, eğitimli-eğitimsiz, kadın-erkek, genç-yaşlı, müslim-gayrimüslim bütün herkesin, modernleşme evreninin içindeki herkes için geçerli böyle bir çelişik durumla muhatabız.O yüzden psikologlara, psikiyatrlara, yaşam koçlarına, terapistlere, evlilik terapistlerine vs. olan ihtiyaç geçmişle kıyaslanmayacak kadar yaygın ve bir boyutuyla kaçınılmaz, zorunlu ihtiyaç gibi kendisini dayatmakta.
Hangi İnsan, Hangi Akıl ve Hangi Müslüman?
Dolayısıyla biz Müslümanlar, istişare mevzuuyla muhatap olduğumuzda bu gerçeklik içindeki insan unsuru üzerinden konuşuyoruz demektir. Rabbimizin yarattığı kâinat ve insan gerçeği, insanın kısa bir sürede ekini ve nesli ifsad etmesi, vahiy ve resuller aracılığıyla insanın tekrar bu denge üzerine getirilmeye çalışılması esasına dayanır. Hatemu’l enbiya Hz.Peygamber’in bize aktardığı vahiy ve onun gösterdiği örneklikde yine bu kapsam içerisindedir. Oysa tarihsel süreçte Müslümanların ortaya koyduğu tecrübeden dahi farklı olarak bugün siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik, sanatsal, sportif vs. kuşatıcı bir cahilî sistem dünyasında yaşadığımız, oturuşumuzu, kalkışımızı, zevklerimizi, nefretimizi, bütün bir benliğimizi kişiliğimizi, egomuzu nasıl etkilediği, yönlendirdiği gerçekliği içerisinde olunmasına rağmen sanki steril bir Müslümanlık alanı içerisinden “istişare ayetleri” ile muhatap olunuyor gibi değerlendirilebiliyor. Dolayısıyla Müslüman toplumlarda karşımıza çıkan bu ‘kültürel şizofreni’ gerçekliğinin kuşatıcılığının temel sebeplerinden biri bu paradoksal yapıdan kaynaklanmakta.
Nefislerdeki, kalplerdeki, zihinlerdeki, kafadaki, akıldaki, yürekteki olanın sorgulanmadığı, gerçekten de muhasebesinin yapılmadığı zaman aslında istişare meselesinin merkezine girmiş olmuyoruz. Elbette insanın olduğu yerde meseleyi halletmek mümkün değil. Çünkü insan takva-fücur dengesinde azgınlık, hırs, tamahkârlık, nankörlük, aç gözlülük, cimrilik potansiyelini taşıdığı için ve imtihan gerçekliğinde her an hayatında bunu aksettirme ihtimali ile birlikte istişare imtihanı devam edecektir. Ama en azından usul, ahlak, üslup olarak Müslüman toplum doğru bir hat üzerinde olmanın imkânını yakalayabilecektir.
Kitab-ı Kerim’e baktığımızda karşımıza çıkan gerçek şudur: Rabbimiz insana iyi-kötü için değil, daha iyinin ya da iki şeyden daha az zararlının tespiti, iki hayırdan daha büyük olanını ve iki şerden hangisinin daha küçük olduğunu seçip ayırabilmek için istişareyi emretmekte.Bu aynı zamanda Müslüman toplumun kalitesine, keyfiyetine işaret etmekte. Ayrım ve tercih durumu daha bir hassas terazi, ölçü gerekliliğini isteyen değerlendirme becerisi, derinliğidir. İnce ve hassas bir denge hali, kaba, basit bir siyah-beyaz tercihi değil yani. ‘Daha iyi’ demek yapılan işin sübjektif boyutunu göstermesi açısından önemli iken aynı zamanda Müslümana ‘kendi iyisini’ bir kenara koyma tercihindeki ahlakiliği, karar vermedeki zorluk derinliğini de göstermekte. İstişarenin mantığında ‘kendi doğru tercihinin’, nefsindekinin dayatılmasını engelleme, feragat etme, bunun benimsenmesine razı olma var. İslam’daki istişare mevzuunun inceliklerinden olan ‘daha iyiyi’tespitin ahlaki boyutu burada önem kazanmakta. Ahlaki tavır, ahlaki duruş buradan o sübjektif ‘daha’nın ortaya çıkmasını sağlamakta esasında.Bu bağlamda buradaki istişare ve onun hukukunun ahlaki boyutuyla birlikte aynı zamanda onun zarafeti, letafeti, inceliği de karşımıza çıkmakta.
Usvetu’n Hasene Ufkunu Görebilmek
Hayata ilişkin paylaşımlarımız, sorularımız, cevaplarımız, düşüncelerimiz, sorgulamalarımız, tekliflerimiz, davetlerimiz, yükümlülüklerimiz, itirazlarımız özünde bir ahlakilik içermekte. İslam ahlakından, Hz. Peygamber’in örnekliğinden koptuğumuz oranda etkin olan amilin arzularımız, hırslarımız, egomuz, cimriliğimiz, nankörlüğümüz, aceleciliğimiz, korkularımızın olduğu gerçeğini görmemiz gerek. Eğer aksine bir tavırda ısrar ve sebat ediliyorsa burada ciddi bir anlamda ahlaki duruş söz konusu demektir. O ahlaki duruş mümini korumakta ve takva elbisesiyle kuşanmasını mümkün kılmakta. Bunun da Kur’an-ı Kerim’de “illa ve zorunlu olarak” istişare kelimesinin geçmesine gerek olmadan ayet bütünlüğü içerisinde Hz. Peygamber’e yönelik hatırlatma ve uyarılar neticesinde ortaya çıkan örneklikle sağlandığını görmemiz gerek. Nitekim bu durumun sonucunda siyerde incelik, zarafet, kuşatıcılık, kucaklayıcılık, hikmet, feraset, kapsayıcılık ile dopdolu bir istişare örnekliği ve yaşam tarzı karşımıza çıkıyor.
Buna bir örnek olarak Âl-i İmran Sûresi 159. ayet-i celilesinde Rabbimiz şöyle buyurmakta:“O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”
Rivayetlerde bu ayetin, Uhud Savaşı sonrası ortamda nazil olduğu aktarılır. Cepheyi terk eden, kaçan kişilere yönelik olarak Hz. Peygamber’in davranış biçimi Rabbimiz tarafından övülmekte. Bu insanı yeniden kazandırıcı davranışla yetinilmeyip “onlara danışılması, istişare edilmesi emrinin” verilmesi ise İslam’ın insan ufkunun boyutlarını göstermesi açısından gerçekten de çok etkileyicidir. Unutulmaması gerekir ki bu savaşta yapılan hatalardan dolayı başta Hz. Hamza olmak üzere birçok Müslümanın şehit olduğu bir olgudan bahsediyoruz. İş hakkında onlara danış; oysa onlar normal planda bakıldığında kızılmayı hak edecek kişiler idi. Burada bir boyutuyla onlara yumuşak davranma meselesinden daha önemlisi ‘onlarla istişare’ emridir. Kızılacak kişiyle istişare emrinin nasıl bir ahlak ve abide şahsiyeti ortaya çıkardığını görmek lazım.
İslam’ın temel sembolü olan ezanın dahi istişare ile belirlenmiş olduğu gerçeği önemlidir. Hatta Cuma namazının kılınması, camideki minber inşası, ifk hadisesi, sadakanın miktarı, talak meselesi, Bedir Savaşı esirlerinden Hudeybiye sonrası umre meselesine kadar benzeri birçok önemli olay istişare ile çözümleniyor. Allah Resulü’nün, büyük-küçük, iç-dış demeden her olayda istişare ettiğini ve bir yaşam tarzı, ahlaki duruşun gereği olarak bunu yaptığını görüyoruz. Bazen sahabe ile toplu şekilde, bazen bir grupla, bazen bir kişiyle, bazen sadece hanımlarla bazen de sadece erkeklerle meşveret ediyor. Tirmizi’de Ebu Hureyre’den rivayetle “Arkadaşlarının tavsiyesini aramaya Resulullah’dan daha istekli hiç kimseyi görmedim!” diye aktarılır. Vahyî bilgiyle donatılmış Hz. Peygamber hiçbir istişareye gerek duymayıp kimseye danışmayıp kimseden bir şey sormasa kim ne diyebilirdi ki? Ama öyle yapmıyor. Yüce bir ahlaka sahip Allah Resulü bu şekilde davranarak zaten yakışanı yaparken müminler topluluğunu ise bu örneklikle eğitmekte.
Varoluşa İstişare İle Başlamak
Muhammed et-Tahir b. Aşur,bu süreci ontolojik zemine taşıyıp Rabbimizin insanın yaratılışı öncesi meleklerle olan diyaloğunu kast ederek insanoğluna istişare örnekliğini çarpıcı bir değerlendirme ile sunmakta. Aşur, Bakara Sûresi 30-32. ayetlerinde Allah ile melekler arasında geçen diyalogun da bir tür istişare olduğunu, bununla meleklerin şereflendirilmek, eğitilmek istenmiş olabileceğini iddia etmekte.Yaratılışın daha başlangıcında bu diyalogun olması gerçekten de etkileyicidir. Ontolojik bir bakışla eşyaya, insana, yeryüzüne bakış boyutuyla bütün ilişkilerin, bütün bir zamanın, sürecin yeniden tanzimi hayatın bütün ünitelerine ilişkin bakış açısı perspektifiyle istişare mevzusu ele alınmalı. Dolayısıyla insanın kendisinden başlayarak perspektif geliştirmesi yaratılış hikmetine yaklaşma boyutuyla da önem kazanmakta.
Bir bütünlük içerisinde istişare ile ilgili tavsiyelerin zemin ve bağlamından insanın yaratılışına bakıldığında onun İslam’ın ana dayanaklarından biri ve Müslüman şahsiyetin kurucu unsuru olduğu sonucu çıkmaktadır. Müslümanın hayatını kuşatan istişare olgusunun tarihsel süreçte siyasal-sosyal hayatta örnekliğinin kaybedilmesi ise yaşadığımız problemlerin keyfiyet boyutunu göstermesi açısından önemlidir.
Ümmetin Şahsiyetini Tüketen Mirasyedi Sultaların Bıraktığı Hasar
Örneğin Müslüman bir idarecinin istişare etmeye kapalı olmasının hiçbir mazereti, geçerliliği bulunmadığı gibi bu durum onun aynı zamanda azl sebebidir. Durum böyle iken daha ilk dönemden itibaren yönetim işinin mirastan daha ileri boyutta babadan oğula aktarılan bir saltanat sürecine evirilmiş olması trajiktir. Bu yetmemiş olacak ki iktidarlar siyasi keyfiliğe sınırlar getireceği için istişareye bağlılık ilkesinden vazgeçip istişarenin kurumsal çöküşüne yol açmışlardır. Emevi iktidarında olmasına rağmen ahlakıyla, adaletiyle, istişareye verdiği önemle Ömer ibn Abdulaziz ya da 11. yüzyılda Fas, Endülüs ve Batı Afrika’yı yönetmiş olan ve ‘fakih devleti’ olarak da bilinen Murabıtlar devleti gibi istişarenin işletildiği ender güzel örnekler ne yazık ki bu olumsuz gidişi engelleyememiştir.
İstişare insanın kendi tiranlığından kurtuluş yoludur. Fücur boyutuyla düşünüldüğünde insan zayıf bir varlıktır ve çok çabuk tuzağa düşerek kendi kendisini yeterli görür. Biyolojik ve keyfiyet donanımı açısından insan bu zafiyetini düşündüğünde hakikatte ‘hududullahı’ bilmesi gerekirken tersi olmakta. Bu durumun sembol şahsiyeti ise Firavun. Firavunlaşma pratiği ele alındığında karşımıza çıkan ‘kendi görüşünü dayatan’ Firavun ve ona rıza gösteren kavminin yoldan çıkması, helak olması örnekliğidir. Doğumdan ölüme ve sınırları kesin hatlarla belirlenmiş ‘vatan’ toprakları içerisinde bütün bir toplumun ve hayatının bütün ünitelerini kontrol altına alma iddiasındaki modern iktidar esasında Firavunlaşma hadisesinden daha derin bir tuğyanı kapsamakta. Yukarıdan aşağıya sistematik bir şekilde kurulmuş organik yapısı, bürokratik özelliği ve eğitim-öğretim politikaları, siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik vs. boyutlarıyla inşa edilmiş toplum gerçekliği iktidar dediğimiz olgu içine gireni çabucak dönüştürüveren, yutuveren bir canavarı temsil etmekte.
Özgürleşmenin İmkânı
Bir kişinin istişare edebilme özelliği onun olgunluk işaretidir. Bu olgunluk aynı zamanda bir özgürleşme alametidir. İnsan sevgi, nefret ve tutku boyutuyla hareket eden bir varlık olarak körleşme yaşar, doğru ve hak olanı görmesini engelleyici bir kavram olan kin (sevgi) onu adaletten uzaklaştırıcı bir rol oynar. Bu zaaf halinden alıkoyan, sevgi ve nefret düzleminden insanı ayrı konumlandırmasını sağlayan, onu girdaptan çekip çıkaran istişaredir. Birey denilen varlığın perspektifi dardır, sınırlıdır, sadece önünün bir kısmını gören konumda iken karşısındakinin gözleri sayesinde arkasını görebilecek bir perspektife sahip olur. Düşünmenin organizasyonu, planlanması, geliştirilmesi, farklı farklı boyutların akla getirilmesini sağlama, bir okul, bir eğitim ve üretim alanı olması bağlamında istişarenin katkısı çok boyutludur. İstişare kişiye bir sürecin hikâyesinin bilinmesi, aktörü olunması imkânını sağlar. Nimetin paylaşımını, yükün-külfetin hafifletilmesini sağlarken mümin şahsiyete tevazuu, haddini bilmeyi, nerede durması gerektiğini öğretir. Değer dediğimiz olgu ortaya çıkar.
İstişare varsa özgürlük ortamı var demektir. Bu da hakeza değerli bir vasattır. Nitekim Mücadele Sûresi 1-2. Ayet-i kerimesinde kocası hakkında Peygamber Aleyhisselam ile tartışan kadının durumu bir özgürlük ortamı içerisinde aktarılmakta ve olaydan bir değer çıkartılmakta. Müslümana düşen görev muhataplarının düşünce, inanç ve kanaatlerini yanlış da olsa sergileyebileceği bir ortamı oluşturmaktır. Riyakâr, dalkavuk, ikiyüzlü insan tipolojisinin oluşmasına yol açan siyasal-sosyal kültürün oluşmasını engellemek bu bağlamda Müslümanın asli görevlerindendir. Allah Resulü’nün“Ümmetim dalâlet üzere ittifak etmeyecektir!” tavsiyesinin hikmeti de Müslüman şahsiyetlerden müteşekkil İslam cemaatinin akıl, hikmet, basiret, feraset, ahlak ve takva çizgisi üzerinde olacağı için istişare ile verdikleri kararlarda isabet edecekleri gerçeğine işaret etmekte. Bazı ayetlerdeki çoğunlukla ilgili menfi ifadelere dikkat çekenler ya da Uhud Savaşında çoğunluğun görüşüne uyulmasının yenilgiyi getirdiğini iddia edenler olabilir. Öncelikle bu ayetler aklını kullanmayan, takva üzerinde olmayan insan kitlesinden bahsetmekte. Uhud Savaşındaki yenilginin sebebi ise okçuların emre uymaması yani aslında istişare kararını çiğnemeleridir.
En küçük ilişki biriminden en büyüğünü temsil eden siyasal-sosyal düzene kadar hayatın bütün ünitelerinde neticede istişare, başkasıyla ilişkiyi bir kültür, hayat tarzı, bir düşünme ve davranış tarzı çizgisinde inşa etmektir. Bu ruhun derinlere işlemesinin boyutu toplumsal ve siyasal kurum ve normlarının keyfiyetinin işlerlik ve hakikiliğini belirleyecektir. Müspet yöndeki çizgi bireysel ve toplumsal arınma, ıslah, tekâmül, yaratılış gayesine uygun yaşama boyutunda takvanın öne çıkmasını sağlarken, fücurun yol açacağı kin, nefret, kırgınlık, haset, kavgalardan da uzak tutacaktır.
Hayatımız, ölümümüz bütün bir çizgimiz istişari ahlak ve disiplin içerisinde olmak zorundadır. Tıpkı Hz.İbrahim’in, oğlu Hz. İsmail Aleyhisselam ile istişaresinde olduğu gibi: “Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince,‘Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün, ne dersin?’ dedi. O da cevaben: ‘Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulursun.’ dedi.” (Saffat, 37/102)
Yaratılış gayesi ve hikmeti boyutundan bir milim sapmadan gerektiğinde rıza ile, istişare ile kendinden, evladüiyaldan, yardan, serden vazgeçen bir teyakkuz hali içinde olarak her daim nefes almak… O ne müthiş bir istişare! Soru güzel ve yüce olunca cevap da bir yücelik ve güzellik kazanıyor.