Giriş
İnsan hayatı yazılı, sözlü ya da adı anılmamış anlaşmalarla devam etmektedir. Gerek fertler, gerekse kurumlar arasında olumlu veya olumsuz kurulan bütün düzenler, anlaşmalar olmaksızın ayakta duramazlar. Hizbu'ş-şeytan'a karşı mücadeleyi esas alması gereken Hizbullah da Rabbimiz'in kelimesini yüceltme davasını, emanetlerini üstlenerek başarıya ulaştırabilir. İman Rabb'e bir tür söz vermedir. Allah'la anlaşma yapmaktır. Her söz ve taahhüt de sorumluluk getirir. Zira varoluşumuzun gayesi yeryüzünde eğlence edinmek değildir.
Rabbimize verdiğimiz sözlerden caymamak imanımızın kemalini, taahüdümüze bağlılığımızı, şahsiyetimizin olgunluk düzeyini gösterir. Müslümanlar müşriklerle yaptıkları ilkesel olmayan mevzi anlaşmalarına dahi sadık kalırlar. Oysa ilahi ilkeleri tahrif eden yahudilerden bazıları kendilerinden olmayanlara "ümmilere karşı bir sorumluluğumuz yoktur" bozuk akidesini türetmişlerdir (Bkz. 3/Al-i İmran 75).
Bazı hadislerde de ahde vefa göstermeyenlerin imandan çıktıklarına işaret edilerek sözünde durmanın mü'minlerin ahlaki yapıları için ne kadar önemli olduğu vurgulanmaktadır.
Konuyla ilgili dört temel kavramla karşılaşmaktayız: And, akd, biat, misak. Bu kavramları itikadımızı doğru temellendirmek, Rabbimizle, insanlarla ilişkilerimizi doğru tanımlayabilmek için sahih bir tahlile tabi tutmak elzemdir. Çabamıza yön veren saik, anlaşmalarımıza riayetin Kur'an ahlakı açısından önemini yeniden hatırlatmaktır.
A-AHD
A-h-d kök harflerinden türeyen ahd'in sözcük anlamı "bir şeyi her durumda korumak" demektir, iki taraflı sözleşmelere de ahidleşme denilmektedir.
Ahd Kur'an-ı Kerim'de daha çok Allah ile kullan arasındaki muahedelere işaret etmek için kullanılmıştır. Ragıb el-İsfehani'ye göre Allah ile kullan ile arasındaki ahidleşmenin iki yolu vardır:
a- Fıtri ahidleşme: Rabbimizin varlık yapımıza, yaratılış hamurumuza ahidleşme konusu olan şeyi yerleştirmesidir (Bkz. 7/A!raf, 177).
b- Sözlü ve Yazılı Ahidleşme: Allahu Teala'nın peygamberler yoluyla gönderdiği ilahi bildirimde ahid konularını belirtip itaat istemesi durumudur.
Gerek fıtri gerekse iradi ahidleşmenin bozulması durumunda yeryüzündeki fiziksel ve toplumsal ahengin bozulacağını ilahi bildirim bize haber vermektedir (Bkz. 2/Bakara, 27).
Yaratılış kıssasında insan fıtratına dikkat çekilerek Allah'ın insanlardan "şeytana ibadet etmemek, sadece Allah'ı Rabb olarak tanıyıp ona boyun eğmek" konusunda ahd aldığı vurgulanmıştır. Aslında peygamberlerin görevlerinden biri de alınan ahdi zikr/hatırlatmaktır.
Eğer insanlar Allah'a verdikleri sözleri yerine getirirlerse Allah'da ahdini tutacaktır (Bkz. 2/Bakara, 40). İsrailoğullarına Mısır'dan çıkarken tevhide bağlı kalmaları şartıyla Rabbimiz Filistin topraklarını da içine alan Arz-ı Mev'ud'u söz vermişti. Yahudiler ahidlerini bozdukları için Arz-ı Mev'ud'da hakimiyet fırsatı elde edememişlerdir.
Cennet de bir ahidleşmenin sonucudur. İnsanlardan şirk koşmadan inançlarının gereğini yerine getirenlere Rabbimiz cenneti taahhüd etmiştir (Bkz. 3/Al-i İmran, 9).
Kabe'yi putlardan, pisliklerden, şirkten arındırıp tevhidin bir nişanesi olarak yükseltmek, Hz. İbrahim ve İsmail ile Allahu Teala arasında gerçekleşen bir ahid dolayısıyladır: "O zaman biz mabedi (Kabe) insanların tekrar yöneleceği bir hedef ve bir kutsal sığınak yapmıştık: Öyleyse İbrahim için vaktiyle belirlenen yeri ibadet mahalli edinin..." (2/Bakara, 125).
Hz. İbrahim'in muttakilere önderlik eden diğer peygamberlerin ve tüm adalet mücahidi önderlerin imamlığı da Allah ile kendileri arasında gerçekleşen bir ahid sayesinde cereyan etmektedir. Bu ahdin şartları özetle, tevhid, adalet, takva, zulme karşı cihad vb.'dir.
İman da bir tür sözleşmedir. Yaratıcı ile kul arasındaki sözleşmenin Hacc'daki nişanesi ise Hacerü'l-Esved'e el sürmek, taşla tokalaşmaktır. Bu sembolik tokalaşma Rabbimize tevhide bağlı kalmaya, şeytanın bütün biçimleriyle cihad etmeye söz vermektir.
Mü'minler müşriklerle ilkesel olmayan, lokal bazı anlaşmalar yapabilirler. Taraflardan biri veya bir grubu müşrik de olsa, müslümanlar güvenilir insanlar oldukları için anlaşmalarına sadık kalmaları gerektiğinden bozan taraf olmazlar. Tevbe sûresi 4. ayet anlaşmalarına sadık kalmayı ve kafirlerle yapılan ahidlere riayeti emretmektedir (Ayrıca bkz. 8/Enfal 56-58).
Ahd'in alanına giren bir başka konu da ilahi yardımlardır. Allah kendisinden başka ilah tanımayan, sabreden, hicret eden, cihad eden mü'minlere dünya ve ahirette yardım sözü (ahd) vermiştir (Bkz. 2/Bakara, 40-48).
Gerçek mü'min olmak Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olmak, emanetlere sahip çıkmak, ahidlerini yerine getirmekle mümkündür. İslami mücadeleyi üstlenen mü'minlerin sonunda cennet olan bir sürekliliği göz önünde tutarak, başarının yasasına göre hareket etmeleri, hedefe ciddi bir programla, ahidleşerek yürümeleri gerekir (Bkz. 70/Mearic, 32-35).
Yaratılışı esnasında insanın özüne yerleştirilen yetenekler dolayısıyla veya bizzat bilinçli olarak ahidleri bozanlar zalimdirler. Rabbimiz ahde vefa göstermeyenlerden şefkat elini çekeceğini haber vermektedir. "Ve (şunu hatırlayın); Rabbi İbrahim'i buyruklarıyla sınadığında ve İbrahim'de bunları yerine getirdiğinde, O'na 'seni insanlara önder yapacağım' demişti. İbrahim'de sormuştu: 'Benim neslimden de mi?' (Allah) cevap vermişti: Benim ahdim zalimleri kapsamaz" (2/Bakara, 124).
B-AKD
Akd, akid, akit şeklinde Türkçe'de kullanılan bu kavram a-k-d kök harflerinden türemiş bir mastardır. Lugavi olarak, bağlamak, düğümlemek, sözleşmek, kararlaştırmak, meydana getirmek anlamlarına gelmektedir. Vasiyet, nikah, hibe, alış-veriş vb. alanlarda yapılan sözleşmeler için kullanılır. Akid için irade, icab ve kabul esastır (Bkz. 2/Bakara, 235; 4/Nisa, 33; 5/Maide, 89).
Akd kelimesinden akide kavramı türetilmiştir. Akide bağlantı bağlanılan şey demektir. Bu anlamda öz İslam akidesi (itikadı), mü'min kişinin diliyle, kalbiyle ve amelleriyle bağlılığını gösterdiği temel ilkelerdir. Örneğin kişinin sevdiği vazgeçemediği bir şeyini Allah için infak etmesi onun İslam itikadına bağlılığını gösterir. Bu bağlamda iman bir bakıma akide ve itikadın kök anlamından da anlaşılacağı gibi, Allah ile kulu birbirine bağlayan, yaklaştıran ameller işlemeye söz vermektir. Allah'a, ahiret gününe iman ettiğini söyleyen kişi aynı zamanda Allah için harcamada bulunacağına, cihada katılacağına, yiyeceğinde, içeceğinde, amellerinde kısaca hayat tarzında Allah'ın sınırlarına dikkat edeceğine söz vermiştir,
Akid terim olarak, irade sahibi birden fazla tarafı içine alan yükümlülükleri anlaşma ve taahhüdleri ifade eden, hukuki sonuç doğuran sözleşmeler demektir.
Ragıb el-İsfehanı, Müfredat'ının a-k-d maddesinde üç tür sözleşmeden (akd) söz etmiştir:
a- İnsan ile Allah Arasındaki Akidler: Kulun yaratıcısına karşı varolan sorumluluklarını muhtevidir.
b- İnsanın Kendi Nefsiyle Yaptığı Akidler: Bu anlaşma Allah'ın bir emaneti olan vücudu yaratıcının isteklerine uygun olarak kullanmayı kapsar. İnsanın kendi nefsine karşı sorumlulukları ise Allah tarafından ilahi bildirimlerle belirlenmiştir.
c- İnsan ile Diğer İnsanlar Arasındaki Akidler: Bu anlaşmalar ahlaki, siyasi, iktisadi, toplumsal sorumluluk alanıyla ilgilidir. Nikah akdi gibi...
Akid konusunda Kur'an'da ve hadislerde geniş malumat yoktur. Fakat Kur'an'ın ilk muhataplarınca pratik hayatta sürekli kullanıldığı anlaşılmaktadır. Malumu ilama gerek olmadığı için, geniş izahına gidilmemiştir. Maide sûresi 1. ayette akid kelimesi terim anlamını da kapsayacak şekilde şöyle geçmektedir: "Ey iman edenler anlaşmalarınıza sadık olun.." bu ayet-i kerimede akidler ifadesi her tür pratik anlaşmayı kapsamaktadır.
Bakara sûresi 282. ayet ise daha özel olarak vadeli borç doğuran akidlerle ilgili ayrıntılı hükümler içermektedir: "Ey mü'minler ne zaman belli bir vadeyle borç verir veya alırsanız yazıyla tespit edin. Bir yazıcı tarafsız olarak onu kaydetsin. Ve hiçbir yazıcı Allah'ın ona öğrettiği gibi yazmayı reddetmesin öylece olduğu gibi yazsın,..". Ayetin bütünlüğündeki epeyce detaya inen ayrıntılar borç alış-verişlerini ve ticari muamelelerin akidlerle ilgili geniş, ilkesel izahını yapmaktadır, Nisa sûresi 33. ayette ise akid, bağlama nikah sözleşmesi anlamında kullanılmıştır.
C- BİAT
Biat Arapça aslında Bey'at şeklindedir. Bey'at satmak ve satın almak anlamına gelen bey' kelimesinden türemiş olup Türkçe'deki alış-verişe karşılık bir kullanıma sahiptir.
Istılahi olarak bey'at yönetici atamak, seçmek, tevdi etmek, birinin yöneticiliğini benimsemek anlamlarına gelir. Kur'an'da Bakara sûresi 282 ve Tevbe sûresi 111. ayette hukuki anlamda irade uyuşumu ile ilgili olarak kullanılmıştır. Tevbe sûresi 111. ayet biati sıradan bir ticari meta almaktan öteye taşımıştır. Buna göre, Allah'ın taahhüdü, mü'minlerin imanlarının gereğini yerine getirmelerine karşılık cennettir.
Rasulullah ve onun sünnetini takip edenler imanlarına zulüm karıştırmayıp, dinlerine bid'at bulaştırmayanlar Allah'ın hükümlerini bir önderlik altında yerine getireceklerine dair söz verir, söz alırlar. İşte bu uygulamanın İslam siyasi terminolojisindeki adı biat'tır. Müslümanların önderleri ile biatlaşmaları, kaynak ve meşruiyet olarak Allah ile aralarındaki alış-verişe: sözleşmeye dayanır. Bu sözleşmenin ana maddesi kelime-i tevhid'dir ve mü'minin canını, malını cennet karşılığında Rabbi'ne satmasını içerir.
Bey'at kelimesi Kur'an'da geçmemiştir. Ancak bey' kökünden türeyen "yubayiun" kelimesi mufale babından olmak üzere geçmiştir. Fetih ve Mümtehine sûrelerinde "Yübâyiun" Rasullullah ile anlaşma, ona belli konularda söz verme, karşılıklı olarak taahüdleşme anlamında geçmiştir (Bkz. 48/Fetih, 10). Bu ayet-i kertme hicretin 6. yılında gerçekleşen meşhur bey'atu'r-rıdvan'dan söz etmektedir. Beyatlaşma geleneği Araplar arasında Önceden varolan bir uygulama idi. Ancak kadınlar bu uygulamanın dışında tutuluyordu. Mümtehine sûresi 12. ayet ise kadınları da bey'atlaşma kapsamı içine alarak cahili geleneği ıslah etmiş, mü'min kadınları erkekler gibi iradeli tercih yapabilecek birer fert durumuna yükseltmiştir: "Ey peygamber, inanmış kadınlar sana gelip Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri. İyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana biat ederlerse onların biatlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir."
Siyerden ve tarihten takip ettiğimiz kadarıyla Rasulullah önemli olaylar öncesinde müslümanlardan ve İslam'ı yeni kabul edenlerden siyasi mahiyet de barındıracak şekilde bey'at almıştır. Akabe biatına katılanlardan Hudeybiye öncesi Rıdvan biatında tekrar bey'at istenmiş olması biatin aynı temel ilkeler üzerinde tekrar edebileceğini göstermektedir.
Gerek Peygamberimiz (s), gerekse raşid halifeler biati gönül rızası ile almıştır. Fakat ısırıcı melikler, diktatörler, zulüm ve baskı ile sözde biat almışlardır. İmam Ebu Hanife gibi önder müminler cebirle alınan biatin geçersizliğini Emevi despotlarının yüzlerine haykırmıştır. Hadislerden öğrendiğimiz kadarıyla Peygamberimiz (s) hem tek tek hem de toplu olarak mü'minlerden biat almıştır (Müslim, İman, 98; Buhari, Cihad, 110) .
Fakihlerın çoğunluğu fâsık halifeye yapılan biatin geçersiz olduğunu söylemişlerdir. Ancak Ehl-i Sünnet imamlarının çoğunluğu karışıklık çıkmasındansa fâsık imama itaati caiz görmüşlerdir. Emeviler'den itibaren bu tür görüşlerden cesaret bulan sultanlar biati sadece bürokratik, törensel bir prosedür olarak uygulamış, asli özünü yok etmişlerdir. Bid'at bulaşmış geleneği tavır alan Osmanlılarda bu uygulama, padişahın etrafındaki birkaç eşrafın el-etek öpmesi şeklinde daha da sulandırılmıştır.
Biatin tarihi değeri Hicret gibi büyük bir olayın temelini oluşturması açısından ele alınmalıdır. Bilindiği yıllarca Mekke'deki çabaları sonuç vermeyen Rasulullah Taif'te yeni bir üs aramış, bu da sonuç vermeyince önce Medineli 6 kişi bir yıl sonra 12 kişi daha sonra 72 kişi ile tarihin kalbini etkileyecek biatlar yapmıştır.
Rasulullah ve Medineli müslümanlar arasında yapılan bu bağlılık yemini, Hz. Muhammedi lider tanımayı, onun şahsında ilahi bildirimin bütün yaptırımlarına ve haklarına sahip olmayı içeriyordu. Bu ilk biatin şartları şirk koşmamak, hırsızlık etmemek, zina etmemek, (özellikle) kız çocuklarını öldürmemek ve en önemlisi Allah'a, elçisine kayıtsız şartsız itaati öngörüyordu.
D- MİSAK
Misak, sika fiilinden türetilmiş bir mastardır. Güvenmek, inanmak, işi sağlam tutmak, bağlamak anlamlarına gelir. Vesika kelimesi de aynı köktendir.
Kur'an-ı Kerim'de lügat karşılığı olarak vesikalandırmak, güçlendirmek anlamında geçen bu fiilin birçok kullanımları vardır. Muhammed sûresi 4. ayette visak iki şeyi birbirine bağlayan güçlü bağ anlamında geçmiştir.
Üçtür misak vardır:
a- Allah ile Peygamberleri Arasında Yapılan Misak: Allah bütün peygamberlerle tevhidin vazgeçilmez ilkeleri ve görevleri konusunda anlaşma (misak) yapmıştır. Buna göre nebiler Allah'tan aldıkları vahyi eksiksiz bir şekilde her türlü zorluğa rağmen insanlığa tebliğ etmekle yükümlü tutulmaktadırlar. "Allah peygamberler vasıtasıyla misakı talep etti (Bkz. 33/Ahzab, 7).
Allahu Teala, iman etmenin bir tür sözleşme olduğunu çeşitli şekillerde kitabımızda açıklamıştır. Mü'min olarak şeytanın adımlarından ve amellerinden uzaklaşanlar, Rabbimizin dosdoğru yoluna girenler Allah'ın ipine bağlanmış olurlar. Eğer bir ucunda Allah'ın olduğu Kur'an ipini bırakırlarsa misak bozulur. Bakara sûresi 256. ayet and, akit, misak ve biat gibi kavramlarına kullanmaksızın Allah'ın ipinden söz etmiştir: "Allah'a inananlar hiçbir zaman kopmayacak en sağlam mesnede (urvetu'l-vuska) tutunmuşlardır: Zira Allah her şeyi işitendir, bilendir."
b- Allah ile Peygamberlerin Ümmetleri Arasında Yapılan Misak: Fiil kökünde bağ kendisiyle bağlanılan söz anlamının varolması misak ile akd arasındaki bağlam yakınlığını göstermektedir. Her iki kavram da sorumluluk getiren anlaşmalarla ilgilidir. Fakat misak çoğunlukla Allah ile kulları arasındaki sözleşmeleri ifade etmektedir (Bkz. 2/Bakara. 83; 3/Al-i İmran, 81-82).
Ayet-i kerimeler Hz. Musa'ya gelen vahyin takipçileri olmaları gereken İsraiioğullarının misak hükümlerine uymayıp, hainlik yaptıklarını anlatmaktadır. Onların ihanet zinciri buzağıyı ilahlaştırmaktan, şirk koşmaktan, peygamberleri öldürmeye kadar uzanmaktadır (Bkz. 2/Bakara, 63, 83, 84, 93; 4/Nisa, 21, 154; 5/Maide, 12, 13, 70; 76/Araf, 163).
c- Fıtri Misak: Misak, Allah ile insanlar arasında geçen yazısız, sözsüz fıtri mukaveleye de işaret eden bir kavramdır. Yaratıcı her insanın yaratılışına şuur fıtratına, babalarının bellerinden zürriyetlerini aldığında Rabbi'ni bilip, tanıyabilme temyiz gücünü yerleştirmiştir. Bu tefrik etme yeteneği sayesinde insanoğlu onun emirlerine uyma, onun yoluna yönelme ve onun şahitlerini tanıma fırsatını elde etmektedir. A'raf sûresinde açık bir şekilde bu sözlü ve yazılı olmayan fıtri anlaşmadan söz etmektedir. "Ve senin Rabbin, her ne zaman Ademoğulları'nın sulblerinden, onların soylarını çıkaracak olsa, onları kendileri hakkında tanıklık etmeye çağırır. 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' Onlar cevaben 'elbette' derler. Buna tanıklık ederiz. (Bunu böylece hatırlatıyoruz ki) kıyamet gününde, doğrusu bizim bundan haberimiz yoktu' diyemeyesiniz" (7/Araf, 172). Bu ayet-i kerimede geçen mukaveleye göre insanoğlu maddeden de, ruhdan da aşkın olan, kendisine hiçbir şeyin denk olmadığı Rabbimizin varlığını tanımakla yükümlüdür. Çünkü Allah'ın varlığını sezme, algılayabilme yatkınlığı insanların fıtratlarında varolan bir özelliktir, insan nefsinin fücur boyutundan gelen hastalıklar, kibir, bencillik, istiğna vb. akıldaki meziyetlerin üstünü örtse de büsbütün yok edemez.
E- Kur'an Ahlakı Açısından Ahde Vefa
Kim Allah'a verdiği söze bağlı kalır ve takvasının bilincine uygun davranırsa Allah'da onun önünü dünyada ve ahirette açar. Kim de Allah'la yaptığı anlaşmalara uymaz insanlara karşı taahhütlerinde sorumluluk hissetmezse dünyada ve ahirette rezillik onun peşini bırakmaz. Ahde vefasızlık Allah'ın sözünü dünya metalarından az bir paha ile değiştirmektir. Bu çok kötü bir ticarettir.
Verdiği söze bağlılığı mü'minlerin takva derecesini gösterir. Al-i İmran sûresi 77. ayette verdiği sözlerde durmayıp emanete ihanet edenler Rabbimiz tarafından suçlanıp aşağılanmaktadır. Rad sûresinde ise konuyla ilgili şöyle buyrulmaktadır: "Onlar Allah'a verdikleri misakı tutarlar. Anlaşmaları bozmazlar" (13/Rad, 20).
İman sözleşmesinin her insanın hamuruna yerleştirildiğini söylemiştik. Peygamberler bu yazısız, sözsüz anlaşmayı ilahi vahyin zikr özelliği ile hatırlatmışlardır. Onlar tebliğlerini varolan ahdi anımsatıp yenileyerek, ayrıntılarını açıklayarak, sadece Allah'a yönelmek, kula yaraşır şekilde Rabbin egemenliği altına girmek, ondan başkasını dost, ilah, egemen tutmamak gibi benzeri konularda yoğunlaştırmışlardır (Bkz. 13/Rad. 22).
Yüce Allah insanları kainatta varolan ilahi dengeleri hem koruyabilecek, hem de bozabilecek karakterde yaratmıştır. Eğer insanlar itaatkar varlıklar gibi tevhide tanıklık ederlerse fıtrat emanetlerini korumuş olurlar. Bu durum yaratılan diğer eşyanın korunmasının da güvencesidir. Müminler emanetleri fert fert ve toplu olarak koruyup, sözlerini tutanlardır (Bkz. 23/Mü'minun.8).
Anlaşmaların yerine getirilmediği, yeminlerin tutulmadığı, emanetlerin korunmadığı bir toplumda önce iyi hasletler bozulur. Daha sonra ifsad öyle yaygınlaşır ki suyu, toprağı, havayı dahi tehdit edecek duruma gelir. İşte müşrikler, münafıklar bu yüzden Kur'an'da zalim ve müfsid olarak vasıflandırılmışlardır (Bkz. 2/Bakara, 11, 27).
Sonuç
İnsanlar yaptıkları fıtri ve iradi sözleşmelerinden dolayı hesaba çekileceklerdir. Allah'a verdiği ahdini yerine getirmeyen ve yeminlerinde sorumsuz davrananlar büyük sınavı kaybederler. Dünyevi hiçbir başarı da bu ebedi kaybedişi önleyemez.
Mü'minler onlardır ki, verdikleri sözlere sadık kalırlar, yeminlerini tutar, adaklarını yerme getirirler. Onlar imkansızlıkların arkasına sığınıp bahane üretmez. İman sözleşmesine riayet ederler. Kur'an'da iman sözleşmesi daha çok Ahd ve Misak kavramlarıyla ifade edilmiştir. Akd, mü'min olsun olmasın insanlarla yapılan her tür meşru sözleşmeyi ifade eder. Biat ise sadece mü'minler arasında yapılan, siyasi olarak yönetici olmayı ve yönetici seçmeyi kapsar. Biat ayrıca malı, canı, dini, iffeti vb. emanetleri güvenilir mü'minlerin imamlığına tevdi etmeyi içerir. Yine çalışmamızın konusu olmayan, uluslararası ticari, güvenlik sözleşmelerini ifade eden Kur'anî kavramlardan "iylaf" da meşru bir arılaşmadır.
İlahi hakikatlere ters düşen amaçlar taşıyan ve konusu haramlar olan anlaşmalar yapmak insan sözleşmesinde aykırıdır. Örneğin, ilkelerden taviz vermeyi de içeren "Müdahane" akdi haram bir sözleşmedir. Karşı tarafa Kur'an'ın bazı hakikatlerinden vazgeçme sözü vermek, iman ahdine ihanettir. Şeytan'ın hizbinden bazı tavizler isteyip tevhide aykırı anlaşmalar yapanlar, Rabbimizin ayetlerini satma suçu işlemektedirler.
Kurşunla kaynatılmış binalar gibi birbirine kenetli, sorumlu, şuurlu, neye niçin iman ettiğinin tankında, sürekli salih amellerin arayışında olan müslümanların karşısında hiçbir şeytani güç duramaz.
Rabbi'ne verdiği sözde ahde vefa, her mü'minin temel şiarıdır: "Verdiğiniz her sözü yerine getirin, çünkü verdiğiniz sözden hesap gününde mutlaka sorguya çekileceksiniz" (17/İsra, 34)