Ortaya koyduğu fikirler, fikirleri doğrultusundaki yaşamı, hakkındaki ithamlar ve iftiralarla birlikte Cemaleddin Afgani, 19. yüzyılın en çok tartışılan düşünce adamlarından biridir. Hakkındaki tüm tartışmalara rağmen kendisinden sonra gelen bütün yeniden inşa/öze dönüş faaliyetlerinin Afgani etkisi taşıdığı çoğu mütefekkir tarafından kabul edilen bir gerçektir. Bu “kabına sığmayan” düşünce ve aksiyon adamı hakkında yazılan eserlere baktığımızda ise yazılanların sayı olarak yetersiz oluşu kadar niteliksiz oluşları da dikkat çekici bir husustur. Söylem ve eylemleriyle yeniden canlanmanın muharrik gücü olan Afgani, emperyalist ve işbirlikçi güçleri tedirgin etmiştir. Bunun yanında milliyetçi ve mezhepçi refleksler, kimi zaman da yapılan kasıtlı çarpıtmalar nazara alındığında Afgani hakkında ortaya konan eserlerdeki bilgi kirliliği ve dezenformasyon açıkça kendini göstermektedir. Böyle bir vasatta Muhsin Abdulhamid tarafından kaleme alınan “Cemaleddin Afgani -Hayatı ve Etrafındaki Şüpheler” isimli kitap ayrı bir öneme sahiptir.
Ekin Yayınları tarafından Aralık ayında yeni baskısıyla çıkan kitabın içeriğine geçmeden önce yazar Muhsin Abdulhamid’den birkaç kelimeyle söz etmek gerekir. 1937 yılında Kerkük’te doğan Muhsin Abdulhamid, Bağdat’taki Yüksek Öğretmen Okulu’nun Arap Dili bölümünden 1959 yılında mezun oldu. 1972 yılında Kahire Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde doktorasını tamamlayan Abdulhamid, 1982 ile 1985 yılları arasında Fas’taki çeşitli üniversitelerde ders verdi ayrıca bu süre zarfında Suudi Arabistan’daki Melik Muhammed Bin Suud Üniversitesi’nde de misafir hoca olarak görev yaptı. Davet ve irşad alanlarındaki çalışmalarıyla tanınan Abdulhamid, bu alanda çok sayıda kitap yazdı, ders ve hutbe verdi. Hayatının etkin yıllarını Irak’ta geçiren Muhsin Abdulhamid, İhvan-ı Müslimin’in Irak kolu olarak kabul edilen Irak İslam Partisi’nin önde gelen isimlerinden biridir. Partinin Şura Meclisi’nin başkanlığını da yürütmüştür. Saddam Hüseyin döneminde bir süre hapiste yatan Abdulhamid, özürlüğüne kavuştuktan sonra da Irak’tan ayrılmayarak buradaki mücadelesini devam ettirmiştir. Çok sayıda eser kaleme alan Muhsin Abdulhamid’in, en bilinen eserleri “İlim Kâfir Değildir” ve “İslam’da Toplumsal Değişim Yöntemi”dir. Bunlara ilaveten günümüz Arapçası hakkında ve İslam toplumlarının Siyonizm ve Batı’yla karşılaşmasına bağlı sorunları ele aldığı birçok kitabı bulunmaktadır.
Cemaleddin Afgani - Hayatı ve Etrafındaki Şüpheler
Muhsin Abdulhamid’in dört bölümden oluşan kitabının ilk bölümü Afgani’nin hayatına ayrılmış. Yazar, 1838 yılında Afganistan’da doğan Afgani’nin 18 yaşına geldiğinde İslami ilimler yanında tarih, mantık, felsefe ve matematik gibi ilim dallarında da belli yetkinliğe ulaştığından söz etmiş. Afganistan’dan sonra Hindistan’a giden Afgani, buradaki iki yıllık eğitim sürecinin ardından yaptığı hac yolculuğundan sonra Afganistan’a döner ve iktidar mücadelesini kazanan ıslahatçı çizgideki Afgan kralı Muhammed Azam tarafından başbakan tayin edilir. Ancak Azam hükümetinden hoşnut olmayan İngilizlerin Emir Ali’yi başa geçirmelerine müteakiben Afgani’de sahip olduğu konumunu kaybeder. Yazar bu olayın Afgani üzerindeki etkisini şöyle değerlendirir: “Bu mücadele Afgani’nin İslam âlemine egemen olmak için emperyalizmin başvurduğu yollara ve hilelere vakıf olmasını sağlamıştır ki bunlar ona, hayatı boyunca İngiliz emperyalizmine nefret duymasına sebep olmuş ve onunla mücadele etme ruhunu kazandırmıştır.” (s. 13)
Kitap anlatımından devamla; Afgani, Afganistan’da İngiliz işbirlikçisi yönetimin başa geçmesinden sonra Hindistan’a gider ve burada “şeref ve izzeti nefis şuuru tohumları ekme, bunun üstünlük ve meziyetlerini hatırlatma, emperyalizmden ve onun tuzaklarından sakındırma” (s. 13) çabalarına devam eder. Onun buradaki faaliyetlerinden de rahatsız olan İngilizler onu Mısır’a sürer. Afgani kısa süren bu Mısır ziyaretinde Muhammed Abduh’la tanışır. Abduh, Afgani’nin kendisine matematik, kelam ve felsefe öğrettiğinden ve Ezher çevrelerinin bu ilimlerin akideyi sarsacağı düşüncesiyle Afgani hakkında dedikodular yaymaya başladığından söz eder. Mısır’dan İstanbul’a giden Afgani’nin Daru’l-Fünun’da verdiği konferansta dile getirdiği sözleri çarpıtan Şeyhu’l İslam Hasan Fehmi, Afgani’nin peygamberliği zanaattan saydığı şayiasını yayar. Afgani’nin sert cevabı üzerine yükselen fitnenin sona ermesi amacıyla Sadrazam Ali Paşa, Afgani’den tekrar dönmek üzere İstanbul’u terk etmesini rica eder. İstanbul’dan tekrar Mısır’a giden Afgani burada İngiliz işbirlikçisi Hidiv İsmail’e karşı yazılar yazıp konuşmalar yaparak Urabi ayaklanmasının tohumlarını atar. Gittiği her yerde baskı ve zorbalıkla karşılaşan Afgani, buradaki faaliyetlerinden dolayı Mısır hükümeti tarafından derdest edilir ve Hindistan’a giden bir gemiye bindirilir. Hindistan’da tecrit hayatı yaşayan Afgani,bugün elimize ulaşan tek kitabı “Dehriyyun’a Reddiye”yi yazar. Burada zorunlu ikamete tabi tutulup kimseyle görüşmesine izin verilmeyen Afgani, “düşüncelerini yaymaya, İngiltere’ye karşı mücadelesini sürdürmeye ve kendisini saran tehlikelere karşı İslami kamuoyunu harekete geçirmeye daha elverişli gördüğü (!) Paris’e”(s. 18) gider. Mısır’daki Urabi ayaklanmasından sonra Beyrut’ta sürgün hayatı yaşayan Muhammed Abduh’la Paris’te bir araya gelir ve burada Urvetu’l Vuska Cemiyeti’nin isteği üzerine aynı isimle bir dergi çıkarmaya başlarlar. Yazar derginin hedeflerini dört başlık altında açıklar:
1- İslam’a izzet ve şerefinin yeniden kazandırılması, tarih boyunca inançlarına karışmış her türlü bidat ve hurafenin ayıklanması. Bu da Müslümanların ancak selef-i salihin siretine dönmesiyle mümkündür.
2- İslam medeniyetini yeniden kurmak için İslam’ın hareket noktası olarak alınması.
3- İslam dünyasının tamamını egemenliği altına almayı planlayan Avrupa emperyalizmi tehlikesini savmak için Müslümanların birliğe ve dayanışmaya davet edilmesi
4- Müslümanlar arası İslami coşkunun ve dinî gayretlerin yayılması.(s. 19)
Dergide yer alan makalelerdeki düşünce Afgani’nin, üslûp ise Muhammed Abduh’undu. İngiltere derginin Mısır, İran ve Hindistan başta olmak üzere İslam ülkelerine girmesini yasaklamıştı ve dergi ancak on sekiz sayı çıkabilmişti. Dergideki makaleler ele alındığında Mısır’a ayrı bir önem verildiği görülmektedir. Yazar bunu şöyle açıklıyor: “Afgani o dönemde Mısır’ın İslam dünyasında büyük rol oynayacağına inanıyordu. İngiltere tarafından işgal edilmesi Mısır’ın oynayacağı bu rolün engellenmesi demekti.” (s. 20) Urvetu’l Vuska’nın yayını durdurulduktan sonra Afgani ve Abduh metodik farklılıktan dolayı ayrılırlar. Abduh, Müslümanların ıslahının davetçilerin eğitim-öğretim süreçleriyle yetiştirilmesiyle gerçekleşeceğini düşünürken Afgani daha aksiyoner hareket edilmesi gerektiğini savunarak bu yöntemi gayret ve çabaların uyuşturulması olarak görüyordu.
Afgani, Paris’te bulunduğu sırada Renan’ın İslam’ın ilme karşı olduğu tezini İslam’dan sonra Arapların ilim yolunda aldıkları mesafeyi göstererek cevaplamıştır. Düşüncelerini aktarabilmek adına dünyanın dört bir tarafını gezen Afgani, Londra, İran, Rusya ziyaretlerinin ardından ikinci kez İstanbul’a gelir. Gittiği ülkelerde insanları etki alanına sokmayı başarması ve kısa zamanda ülkenin önde gelen fikir adamları ve yöneticileri tarafından danışılan kişi konumuna gelmesi Afgani’nin sahip olduğu müktesebatı, etkileyici üslûbu ve en önemlisi onun dava bilincini göstermektedir. Söz gelimi İran ve Rusya ziyaretlerinde Şah ve Çar’la görüşme yapması ve bu görüşmelerde halkın gönlünü kazanmanın önemine işaret etmesi onun inandıklarını yaşamlaştırma noktasında sahip olduğu bilinci ve cesareti gösterir. Bu durum aynı zamanda onun gittiği yerlerdeki iktidar odakları tarafından tehlikeli(!) görülmesini de açıklar.
Kitabın ikinci bölümünde Afgani’nin hareketinin düşünsel temelleri altı başlıkta incelenmiş:
- Kur’an ve Sünnet’e Dönmeye Çağrı
- Mezhep Taassubu ve Bidatlerin Terk Edilmesi
- İslam Dünyasının Gerileme Sebepleriyle Mücadele Etmek
- Emperyalizme Karşı Mücadele
- İslam Birliğine Çağrı
- Batı Uygarlığı Karşısındaki Tutumu
Bu bölümde Cemaleddin Afgani’nin bidatlerin terk edilmesi noktasındaki hassasiyeti, içtihad kapısının kapanması anlayışına karşı net tutumu onun Kur’an ve Sünnet’e dönme çağrılarıyla bütünlüklü olarak gösterilmiş. İslam dünyasının gerileme sebeplerinin irdelendiği alt başlıkta ise bu sebeplerin yanında Kur’an’ın özünden uzak kader anlayışı, Müslümanlar arasındaki tefrika hastalığı, emperyalizmin açıktan İslam’ı hedef alan saldırıları, Müslümanların sanat ve teknolojide geri kalmış olmaları ve şûradan uzak istibdada dayalı yönetim anlayışının Afgani’nin bakış açısıyla gerilemenin başlıca sebepleri olarak sayıldığını görüyoruz. Emperyalizme karşı mücadele konusunda Afgani’nin İslam dünyasında meydana getirdiği etkiyi yazar şu cümlelerle dile getirmiş: “Bütün araştırmacılar ve tarihçiler, ondokuzuncu yüzyılın sonlarında başlayan ve yirminci yüzyılda zirvesine ulaşan İslam dünyasındaki cihad hareketlerinde onun en büyük etken olduğu, başka bir ifade ile bu hareketlerde motor rolü oynadığı konusunda görüş birliğine varmışlardır.”(s. 43)
Kitapta Afgani’nin Batı uygarlığına karşı tutumu değerlendirilirken onun Osmanlı Devleti’ne dair eleştirileri kayda değer bir önem arz ediyor.Osmanlı devlet adamları ve idarecileri üzerinde materyalist ve nihilist akımların etkisini Osmanlı Devleti’nin bozulma sebepleri arasında sayan Afgani, 93 Harbinde Osmanlı ordusuna ihanet eden subayların materyalist eğilime sahip olduklarına dikkat çekiyor. Yine bir öğrencisinin kendisine İstanbul’un modern Batı stilinde imarından söz etmesi üzerine bundan hoşlanmayarak “Biz Müslümanların kalkınması ve uygarlığı Kur’an’ımız ve dinimiz üzerine kurulmayacaksa, bunda hiçbir hayır yoktur.”(s. 50)diyen Afgani’nin bu konudaki net tutumu gözler önüne serilmiştir. Ayrıca kitaptaki alıntıya göre; fesat çıkarmaktan ve kan dökmekten alıkoymayan ilmi, gerçek ilmin karşıtı olarak gören Afgani, Batı’nın ilimde ilerleyişinin bu iki kötülükten alıkoymayan nitelikte olduğu görüşüne sahiptir. (s. 56) Kitabın ikinci bölümünde Afgani’nin ortaya koyduğu hareketin düşünsel temellerindeki bütünlük onun İslam’ın öz kaynaklarından beslenip, yaşadığı zamana dair perspektif üretmedeki başarısında kendisini net olarak gösteriyor.
Afgani üzerinde oluşan şüphelerin değerlendirildiği üçüncü bölüm, onun hakkındaki asılsız iddiaları cevaplaması bakımından kitabın en önemli bölümünü oluşturuyor. Şüphesiz ki Afgani üzerine konuşurken yapılması gereken Afgani’nin ortaya koyduğu düşünceleri tutarlılık süzgecinden geçirerek eksik yönlerini kavrayıp dersler çıkarmak ve onun İslam ümmetinin ihyası adına ortaya koyduğu fikirleri müzakere edip bugünkü mücadelemize olan katkısını değerlendirmektir. Ancak Afgani özelinde konuşurken durum maalesef böyle olmamaktadır. Hikmetli düşünme ve tahkik çabalarından uzak olan kimileri Afgani konusu açıldığında tek kalemde onun masonlukla ilişkisi, modernist olduğu vb. iddialarla milliyeti ve mezhebi üzerinden spekülasyonlar yaparak Afgani’yi karalama yoluna gitmektedirler. Bu durum Türkiye’deki İslami kesim içinde de böyledir. Afgani üzerinde oluşan şüpheleri değerlendiren üçüncü bölüm bu şüphelerin sebepleri üzerine düşünmemizi sağlarken, onun ortaya koyduğu düşünce ve eylemleri haksızlık etmeden değerlendirebilme imkânı sunuyor. Yazar bu bölüme Afgani’nin İranlı olduğuna dair iddiaları ele alarak başlamış. Bilindiği üzere hayatını emperyalizme ve onun yerli işbirlikçilerine karşı mücadele içinde geçiren Afgani, İran Şahı için potansiyel bir tehditti. Bundan dolayı İran Şahı onun İranlı olduğuna dair iddiaları yayarak kendisi aleyhine hareket eden Afgani’nin kimliğine dair şüphe oluşturmayı ve onu derdest edip kolayca İran’a getirtebilmeyi hedefliyordu. Ayrıca bu şekilde Afgani’nin İran Şahı’nı devirme çalışmaları Sultan II. Abdulhamid’in gözüne sokulacak ve Abdulhamid’in Afgani’yi sınır dışı etmesinin önü açılacaktı.
Kitaptan anlaşıldığı üzere Afgani’nin İranlı olduğuna dair iddia tamamen ‘Acem Oyunu’ olarak nitelendirebileceğimiz türden arkasında kurnazlıklar yatan bir tezvirat. İranlı yazar Mirza Lütfullah tarafından yazılan ‘Cemaleddin el-Esedebadi’ isimli kitap da bu tezviratı yayma amaçlı kaleme alınmış en önemli kitap. Yazar bu kitabın çelişkilerini ortaya koyarak kitap hakkındaki eleştirilerine ayrıntılı olarak yer vermiş. Ayrıca Afgani’nin milliyetiyle ilgili tartışmaların altında milliyetçi reflekslerin de yattığını belirten yazar onun Afganistanlı olduğunu kendisiyle bizzat görüşen kişilerin aktarımı ve bu konuda yapılan önemli araştırmalarla ortaya koymuş.
Aynı bölümde Afgani’nin masonlukla olan ilişkisi de değerlendirilmiş. Yazar Afgani’nin mason locasına girdiği tarih olan 1878 yılında henüz masonluğun iç yüzünün kimse tarafından bilinmediği üzerinde duruyor. Önemli bir istihbarat ağı olan Sultan II. Abdulhamid’in bile masonluğun tehlikesini 1886 yılında kavradığının altını çizen yazar, o dönemde yazılan kitaplarda da masonluğun tehlikelerine, Müslümanlar aleyhine olan çalışmalarına dair bir uyarının henüz olmadığını belirtmiş. Kitabın bu kısmında o dönemde mason localarının sosyal ve insani bir cemiyet olarak görüldüğü ve Ezher uleması dâhil olmak üzere İslam dünyasından bir çok âlimin bu localarla ilişkisi olduğu üzerinde durulmuş. Yazar Dr. Ahmed Emin’den yaptığı alıntıyla Afgani’nin mason locasına girmesindeki amacı şu şekilde ortaya koymuş: “Afgani’nin Mısır’da masonluğa girişi, masonluk cemiyetinin Mısır’da halkın seçkin tabakasından çok kişiyi barındırması nedeniyle olmuştur. Bu cemiyete girerek düşüncelerini onlara ulaştıracağını umuyordu. Fakat çok geçmeden Afgani veryansın etmiş, tasarruflarından dolayı onları eleştirmiş ve konuşmalarında sürekli tenkid etmiştir. ” (s. 111)
Afgani’nin Anayasal sisteme bakışının değerlendirildiği alt başlıkta ise erken yaşta politikayla tanışan Afgani’nin yönetim anlayışının ‘şura’ eksenli olduğunun altı çizilmiş. Yazar İslam dünyasının birçok yerinde emir ve hükümdarla oturan Afgani’nin onların istişareden uzak totaliter yönetim anlayışlarına tepki gösterdiğini belirtiyor. Afgani’nin,öngördüğü şura düzeninin İslam şeriatı çerçevesinde parlamento seçimleri ve anayasal yöntemle gerçekleşeceğine olan inancı birçokları tarafından onun Batılı anlamda demokrasi çağrısında bulunduğu şeklinde yorumlanmıştır. Ancak o, yönetim anlayışıyla ilgili yazdığı yazılarda şeriat hükümleri içinde kalınması gerektiğini sürekli olarak vurgulamıştır. Afgani’nin yönetim anlayışının anlaşılması bakımından Urvetu’l Vuska’da yayınlanan Devleti Korumanın Yolları isimli makalesinden yapılan şu alıntılar önemlidir: “Bir ümmete ne zaman bir kötülük gelmişse, bela ve musibetlere yakalanmışsa, herhangi bir şeyde zarara uğramışsa, mutlaka kendi kendine haksızlık ederek Allah’ın koyduğu ölçüleri aşması, yasakları çiğnemesi, O’nun adil emirlerini kulak ardı etmesi, gerçek şer’i hükümlerden sapması, Allah’ın buyruğunu değiştirmesi, Allah’ın kelamının heva ve heveslerine göre tevil etmiş olması sebebiyledir. ”(s. 119)
“Kur’an ayetlerini iyice düşünüp İslam topraklarının başına gelen olaylardan ibret alsaydık, aramızda Allah’ın emirleri dışına çıkan, hidayetten sapanlar bulunduğunu, içimizden Allah’ın bize gösterdiği ve üzerinde bulunmamızı istediği sırat-ı müstakim’den (dosdoğru yoldan) ayrılanların, nefsin ve şeytanın yoluna ve arzusuna uyanların olduğunu anlardık. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Zira bir topluluk iyi gidişini değiştirmedikçe Allah da verdiği nimeti değiştirmez. Şüphesiz Allah işiten ve bilendir.’ (Enfal, 53)”(s. 119)
Cemaleddin Afgani ile II. Abdulhamid’in arasındaki ilişkinin incelendiği kısımda yazar, İslam birliği gayesi etrafında bir araya gelen bu iki şahsın arasını bozan sebebe de yer veriyor. Buna göre İran Şahına suikast gerçekleştiren kişinin “Al bu da Cemaleddin’den!” dediği bilgisi Sultan’a ulaşınca Sultan’ın bu konuda kendisinden söz aldığı Afgani’ye olan güveni sarsılmıştır.Kanımızca yazarın bu yorumu fazlaca iyimserlik barındırıyor. Zira bütün hayatını şuraya dayalı bir yönetimin ve halkın gönlünü kazanmanın önemini anlatmaya çalışarak geçiren Afgani ile yıkılma tehlikesi altındaki imparatorluğu içerden ve dışarıdan saldırılara karşı koruma refleksi içinde hareket eden Sultan II. Abdulhamid’in ilelebet anlaşmasını beklemek çok mümkün değildi. Ayrıca II. Abdulhamid’in İslam birliğini nihai amaç olarak mı yoksa devleti kurtarmada başvurulabilecek bir araç olarak mı gördüğü hususu hâlâ üzerinde tartışılan bir konudur. Bununla birlikte arası bozuk ayrılan bu iki şahsın birbirine karşı düşmanca hisler beslemediğini, bunların çeşitli mahfiller tarafından ortaya atıldığını belirten yazar, II. Abdulhamid’in notlarındaki Afgani ile ilgili kısımların kaynağının müphem olduğunu belirterek bunların ilmî delillerle ispatlanmamış olduğunu belirtmiş.
Kitabın son bölümünde ise dönemin materyalist tezlerine karşı Cemaleddin Afgani’nin yazmış olduğu “Dehriyyun’a Reddiye” isimli kitabın analizi ile Urvetu’l Vuska’da yayınlanan makalelere dair yazarın değerlendirmelerini bulmak mümkün.
Adalet terazisini elden bırakmadan yaklaşıldığında Cemaleddin Afgani’nin ortaya koyduğu mücadelenin niteliği, amacı ve kapsamı açıktır. Önemli olan bu pratiği kendi tarihi koşulları içinde değerlendirerek bize kazandırdıklarının önemini kavrayıp, yanlışlarından dersler çıkararak ibret almayı bilmektir. Bu meyanda Cemaleddin Afgani’nin ortaya koyduğu örnekliğin anlaşılabilmesi adına Muhsin Abdulhamid’in yazmış olduğu incelemeye konu eser faydalı olabilecek niteliktedir. Rabbimizin, yolunda yürüyenlerin çabalarını bereketlendirmesi duasıyla…