Betondan bir dev gibi karşımızda duran bina hepimizi yuttuğunda büyük bir alanda bulduk kendimizi. Her taraftan izleniyormuş hissini veren bu alanda bedenlerimiz minyatür oyuncak gibiydi. Ellerinde terazileriyle taştan iki kadın karşıladı bizi. Diğer ellerinde kılıç tutan bu kadınlar öylesine heybetli idi ki sesimizi duyurabileceğimize dair hislerimin üzerine gölgeleri düştü. Karşımıza dikilen bu kadınların kim olduğunu sorduğumda onların adaleti temsil ettiğini söylediler. İki kadının da gözleri bağlı idi. Gözlerinin bağlı olması ayrım yapmayacaklarına, kılıçlarının vermesi gereken cezalarda duygusal olmayacaklarına, terazileri ise adil olacaklarına ve bu adalette hassas olacaklarına işaretmiş. Oysa bu devasa ve kasvetli bina yüreğimi ferahlatacak bir sonuç alınır havası estirmiyordu.
Mahkeme salonu kalabalıktı. Bir darbenin izlerini silme umudu taşıyanlar salonu doldurmuştu. Yıllarca tanıdık acılar insanları tanış yapmıştı. Bu mahkemeler yıllar önce hukuksuz haksız hükümler üretmişler, bu yüzden yüzlerden endişe silinmemişti.
Yıllardan sonra devleti temsil eden bir adam sabırla dinliyordu acıları. Yine de hızlıca özetleme telaşı vardı. Milyonlarca insanın kederi, yüzyıla yakın bir tarihin acıları sinmişti cümlelere. Bu mahkeme salonunu dolduran insanlar aslında bu ülkenin çoğunluğuydu. Bu mahkemelerden adalet bulamamanın tarihî duvarlarını aşarak gelmişlerdi. Bu mahkemeler İskilipli Atıf için kalem kıran hâkimlerin hükümlerini tekrar etmişti yıllarca. Bu yüzden geri duranlar vardı. On yıllardır iğne ile kuyu kazarcasına demokrasinin vazgeçilmez kardeşi bürokrasinin çarklarında umudunu yitirenler vardı. Zalimle yaşadığı hikâyeyi tekrar anlatarak kötüyü anmamayı seçenler vardı. Mahkeme salonundakilerin omuzlarında kaydedilmemiş bir davanın onuru, binlerce gasp edilen hak sahibinin hikâyesi vardı.
İçimizde yeşeren acıları tartabilir miydi bu kadınların terazileri? Gözlerimizin ucundaki umut ışıltılarını geri verebilirler mi? Bu yeni binada beyaz kâğıtlara yazılacak yazılarla yıllarca hüzünler üzerine doğup batan güneşi bir filmi geri alır gibi tekrar doğurup batırabilir mi?
Dudaklardan dökülen her cümle, her kelime, her harf binlerce insanın hikâyesini saklıyordu bağrında. Sesler hem kendini hem hepimizi anlatıyordu. Bu yüzden gözlerimiz yaşarıyordu. Bir asker, evine girerken arabanın içinde eşini başörtülü görmesinler diye battaniye altına saklamak zorunda kaldığını, bir diğeri kendine rütbe verilirken eşini tören salonundan kendi eliyle kovmak zorunda kaldığını anlatıyordu. Her anlatıcının ardından tonlarca acı savruluyordu adliyenin koridorlarına. Kadınların terazisinin bir kefesi doldukça doluyordu.
"Hâkim Bey! Keskin mi gerçekten adalet kılıcınız? Yıllardır hayatlarımızı biçip doğrayan bu kılıç şimdi toparlayıp bütünleştirir mi hayatları?” Kadınların terazisinin kefesine nasıl bir hüküm koyacaksınız da tartı denkleşecek?
Yağmur göğün yarısında durup yere düşmekten vazgeçemez elbette. Bir gün mutlaka gerçekleşeceğini bildiğimiz adalet şu dünyaya gözlerimizi kapatmadan bulur mu bizi? Bu topraklar üzerinde boynunu bükmüş binlerce gülü koparmaya uzanan elleri adaletin kılıcı durdurur mu?
Şimdiye dek gök tarlasına anlattık hikâyelerinizi. Her hikâye bir yıldız oldu. Gök parladıkça yeryüzü karardı. Bu yüzden titriyor sesimiz, birçoğumuz ilk kez kalabalıklara anlatıyor Hâkim Bey. Şimdi doğar mı güneş; doğar da bir sabah karşılar mı bizi? Hâkim Bey, sizin de takılır, takılır da kalır mı gözleriniz başımızın üzerine?
Karar diye bağırdığında mübaşir ve hüküm okunduğunda kaldığı yerden devam etmemeli hayat. Tarihe ve neslimize umudun kapıları aralanmalı.
Acılarımız vardı ama yaralarımızı onaran göğe istiva etmiş Rabbimiz vardı. Bu yüzden on yıllara rağmen başlarını dik tutan kadınlar, kadınlar mahkemeye doğru... Başları üzerinde onur. Kadınlar bugün mahkemedeler, başları üzerindeki için. Mahkemedeler bu başların sahibi için.