Dünya İnsan Hakları Günü vesilesiyle, İHH'nın daveti üzerine Türkiye'ye gelen Dhoruba el-Mücahid Bin Vahad, 1944 yılında ABD'de dünyaya geldi. Malcolm X'den etkilenenlerin kurduğu Anti-Kapitalist, Anti-Emperyalist aynı zamanda Beyaz Irkçılık karşıtı milliyetçi fikirleri savunan Kara Panter Partisi'nin lider kadrosunda yer aldı. 1971 yılında FBI'ın komplosuyla gerçekleştirilen operasyonlarda, iki polis memurunu öldürmek isnadıyla suçlandı ve cezaevine girdi. 19 yılını geçirdiği bu evrede Müslüman oldu. Uyuşturucuya karşı mücadele, insan hakları ihlallerine yönelik faaliyetler, mürteciler sorunu ve Pan-Afrikanist düşüncelerin gelişimine yönelik aktivitelere kadar pek çok alanda mücadele vermekte olan Bin Vahad evli, bir çocuk babası ve 13 yıldır Gana'da yaşamakta. Medya kuruluşlarının yoğun görüşme talepleri arasında, Bin Vahad'la bu röportajı yapma imkanını sağlayan, sohbetimiz esnasında da tercüme konusunda yaptığı katkılarından dolayı yazar Hakan Albayrak'a da ayrıca müteşekkiriz.
Bir diğer husus, röportajda geçen AYD teriminin ABD'ye atfen kullanılmasıdır. Dhoruba, bu devleti 'Avrupalı Yerleşimci Devlet' olarak nitelendirmektedir. Bu tanımlamanın tarihi kökleri, Avrupalı yerleşimcilerin asırlar evvel kıtaya yerleşmeleri ve doğaları gereği -soykırıma dayalı- yayılmacı politikalar uygulamaları mantığına dayanmaktadır. Dhoruba, İsrail için de aynı terimi kullanmaktadır. Biz de bu röportajda onun bu tanımlamasına sadık kaldık.
Kara Panter Partisi'nin Malcolm X'in şehadetinin hemen ardından, 60'lı yılların ortalarında kurulduğunu biliyoruz. Siz de kısa bir süre sonra partiye katıldınız ve New York sorumlusu oldunuz. Neden böyle bir isim tercih edildi ve hareket hangi önceliklere dayandı?
İçinde tamamen siyahların yer aldığı, beyaz ırkçılığına karşı oluşturulmuş bir hareketti. Sonraları siyahi olmayan muhalif çevrelerle de ilişkide oldu ama hem seslendiği kesim hem tabanı hem de liderlik kadrosu tamamen siyahlardan oluşuyordu. Temel dinamikleri Marksizm-Leninizm, 'Beyaz Irkçılık' karşıtlığına dayanan bir milliyetçilik ve uyuşturucuyla mücadeleye dayanmaktaydı. Marksist-Leninist retorik, o yıllarda sadece sınıfsal anlamda, kapitalist toplumun çözümlenmesi amacıyla kullanılmaktaydı.
Konuşmalarınızda Kara Panterlerin devrimci-milliyetçi ideolojisinden bahsediyorsunuz? Nasıl bir devrimcilikti bu?
AYD'deki Afrika asıllı insanların bağımsız devlet taleplerine kadar varan bir devrimcilikti bu. Hiçbir muhalif hareket AYD'de buna cesaret edememişti. Bununla birlikte Malcolm X'in özgürlükçü, diriltici mesajını yaşanabilir kılmak hususunda vurgularımız vardı. Mesela Jessie Jackson'a atfedilen Gökkuşağı Koalisyonu (Ezilenlerin Dayanışması) Kara Panterlere ait bir kavramsallaştırmadır. Bizler AYD içinde sosyalist bir devrimin gerçekleşebileceğine inanıyorduk. Bu bizi belli pratiklere yöneltti. Hatta mesela AYD hükümetinin uygulamaya koyduğu fakirlere ücretsiz yemek programı, bizim kahvaltı ve gıda yardımı faaliyetlerimizden etkilenerek oluşturulmuştu. Güçlü bir sosyal hizmetler ağı kurmuştuk. O dönemde gıdasızlık ve ilaçsızlıktan hastane kapılarında ölen siyahlar vardı. (Dikkat Afrika'dan değil AYD'den söz ediyorum.) Bu arada bilinç düzeyinde insanların yaşadıkları sorunlara geniş bir perspektiften bakmalarını sağlıyorduk. 3. Dünyacı hareketlerden sosyalist toplumlara, Afrika'daki bağımsızlık hareketlerine kadar insanlarımızı bilinçlendiriyorduk. O ana kadar beyazlara bizim de insan olduğumuzu ispata çalışıyorduk; onlarla eşit olduğumuzun mücadelesinin çok ötesinde analizler yapmalarını, hayat algılarını ve ideolojik düşünüş biçimlerini yenilemelerini sağlamaya çalışıyorduk. Mesela Kara Panterlere kadar, siyahi milliyetçi organizasyonların tümünde kadın ikinci planda yer alıyor, evlerinde oturmaları ve erkeklerden bir adım geride olmaları salık veriliyordu. Biz ise kadının mücadele içerisindeki rolünün erkekten farklı olmadığı ve eşitliği üzerine odaklandık. Bu, toplumumuzun daha dinamikleşmesi ve sosyalleşmesine sebebiyet verdi.
Bütün bu faaliyetlerde ne tür araçları kullanıyordunuz?
Kara Panterlerin kendisine ait TV kanalı, radyo ve gazetesi vardı. Bunların yanında, afişleme, çizgi filmler, broşürler, kitlesel eylemlilikler, siyasi davalar, hatta cenazeler vb. her türlü aracı mesajlarımızın kitlelere ulaşımında kullanıyorduk.
60'lı yılların sonunda, yani çok kısa bir sürede ABD'nin en yaygın muhalif hareketi haline gelmesinin başka sebepleri de var mıydı?
Önceleri, sadece küçük çocuklara gıda temini ve ardından kimlik kazandırma amacıyla siyasi tarih ve siyasi coğrafya eğitimi alanında faaliyet gösteren Kara Panterlerin, ülkenin önemli bir bölümünü kuşatan ve taraftar toplayan bir harekete dönüşmesinde, AYD polisinin uyuşturucu ve yargısız infaz siyasetinin engellenmesine yönelik faaliyetler vardır.
Kara Panterler, 'defansif anlamda' bir silahlı mücadele metodunu benimsemişti. Bunun en önemli sebebi AYD polisinin kenar mahallelerde gerçekleştirdiği cinayet ve yargısız infazlardır. AYD'de iki sistem sektörel olarak bir arada yürür. Biri AYD polisinin sözde uyuşturucuya karşı mücadele adı altında silahlandırılmasıdır. Diğer yandan ucuz uyuşturucu örgütlü olarak polis eliyle kenar mahallelere sokulur. Bu, sistemi ayakta tutma yönünde ideolojik bir tutumdur. Biz AYD'nin birçok bölgesinde bunu engelledik. Uyuşturucunun satışının ve kullanımının engellenmesi devleti endişelendirdi.
FBI'ın sizin de içinde yer aldığınız 21 kişilik lider kadroya yönelik meşhur operasyonu bütün bunların ardından mı geldi?
Evet. Önce 1969 yılında suçlandık ve yargılandık; 2 yıl cezaevinde kaldıktan sonra beraat ettik.
Ama FBI bu beraatlardan hoşlanmadı ve…
Siz misiniz bunları salıveren dercesine ertesi gün Amerika'nın muhtelif bölgelerinde tek tek polisler öldürüldü. Yani yargıya ve kamuoyuna şu mesajı verdiler: Bakın siz serbest bırakır bırakmaz bunlar polisleri öldürdüler!
Ardından tutuklamalar başladı…
Aynı zamanda yargısız infazlar… Pek çok mensubumuz ve liderimiz çatışma süsü verilerek öldürüldü ya da faili meçhulle ortadan kaldırıldı. Bizler de adi suç isnatlarıyla ağır hapis cezalarına çarptırıldık. Mesela ben 2 polisi öldürmek suçundan önce müebbet, ardından şartlı tahliye imkanından faydalanamaksızın 25 yıl ağır hapse mahkum edildim.
Neden adi suç isnadı?
Bu, Amerikan tarihinde hep böyle olmuştur. AYD'de siyasi suç yoktur; dolayısıyla siyasi mahkum da. AYD'de devlet hiçbir zaman "Sen şu fikirleri savunamazsın!" ya da "Falan düşünceler bu ülkede dile getirilemez!" demez. Ama sen pratiği ortaya koymaya başladıktan sonra illegal olarak harekete geçer. AYD, muhalifler üzerinde devlet terörü uygularken üç yöntem kullanır. İlki hareket mensuplarının çatışma süsü verilerek sokakta infazıdır. Diğer ikisi ise liderlere yönelik faili meçhul ve adi suç isnadı yöntemleridir. Kitleleri böylelikle terörize eder, ezip sindirmek ister.
Siyasi suçlular böylelikle toplumdan izole edilmiş olur…
Aynen.
Peki siyahi olmayan muhalifler de aynı muameleye mi tabi tutulmuşlardır?
Elbette. Latin Amerikalılar, Kızılderililer, hepsi. Bakın aslında burada bir gerçeğin altını çizmek gerekiyor. AYD çokça ifade edildiği üzere 11 Eylül'le birlikte değil, ondan çok önceleri zaten bir terör ve işkence devletiydi. Dünyanın en uzun süre hapiste kalan siyasi mahkumları AYD'dedir. Üstelik bunların adalet talebinde bulunabilecekleri bir üst mercii de yoktur. Biliyorsunuz AYD'nin bazı hususlarda hesaba çekilebilmesinin önünde uluslararası hukuk açısından da engeller vardır. Bana göre dünyanın en talihsiz siyasi mahkumları AYD'dedir. Mesela en uzun süre hapiste kalan, -ki halen cezaevinde- siyasi mahkum bir Kızılderilidir. Bunun yanında 60'lı yıllardan bu yana cezaevinde olan siyasi mahkumlar vardır.
11 Eylül öncesi ya da sonrası muhaliflerin yaşadığı zorluklar nelerdir? Mesela sivil toplum örgütleri, insani yardım ya da insan hakları örgütleri faaliyetlerinde ne tür engellerle karşılaşıyorlar?
11 Eylül sonrası küresel anlamda olduğu gibi AYD'de de Müslümanların faaliyetleri çeşitli engellere takılıyor. Mesela geçenlerde Filistin'e sadece ilaç ve gıda yardımı yapan bir kuruluşun mensupları cezai takibata uğradı. Sırf İslami kimliğinden korkulduğundan ötürü işkence ve faili meçhule kurban verilenler oldu. Aslında fişleme, takibat, cezai müeyyide, terörist ithamıyla damgalanma her zaman vardı. 11 Eylül'den çok önce bütün muhalif hareketlerin unsurları takibatlara, işkencelere, tutuklamalara maruz bırakılırlardı. Bu bir devlet politikasıdır. Beyaz ırkçılığın tarihi iyi kavranmadan bu meselelerin ya da AYD'nin tüm uydu devletleri neden polis devleti haline getirmek istediği anlaşılamaz. AYD her zaman bir polis devletiydi. Her dönemde terör devletiydi. Kıtaya ilk ayak bastıklarından itibaren 100 yıl boyunca kıtanın tüm halklarını soykırıma maruz bıraktılar. Onlara göre kendi dışındakiler 'subhuman'dır (insanaltı). Özelde Afrikalılar 'maymun'dur. Kiliseye göre ruhları yoktur. Yani cennete girmeleri de imkansızdır.
Kilise hâlâ böyle mi düşünüyor?
Elbette ki ama farklı tanımlarla; bunu tabiri caizse malın etiketini değiştirerek tekrar piyasaya sürmek olarak niteleyebiliriz. Bunu açıkça dile getirmekten çekinmiyorlar, bazen de ağızlarından kaçırıyorlar. İslam onlara göre İblis'in dinidir. Müslümanları şeytana tapanlar olarak görürler. Bu, tarihte böyleydi, bugün değiştiğini düşünmek safdillik olur.
Sistem muhaliflerinin sorunlarına dönersek…
Mesela II. Dünya Savaşı'ndan sonra sivil haklar hareketi tamamen terörize edilmişti. Hapis, katliam ve takibatlar yoluyla. Üstelik bugün elde edilmiş bazı özgürlüklerden söz ediyorsak bu o dönemde verilen mücadeleler sayesindedir. Yoksa 20. yy.da bile köleci mantığa dayalı siyasetler, kılıf değiştirerek sürmekteydi. Sonuçta muhaliflerde iki farklı yaklaşım ortaya çıktı. Biri Martin Luther King gibi barışçı hareketler, diğeriyse Malcolm X, Kara Panterler gibi kökten muhalif oluşumlar. Uzlaşmacıların çoğu sisteme entegre edildiler, diğerleri ise kontrgerilla yöntemleriyle bastırıldılar.
Kontrgerilla derken?
AYD'de iki yargı sistemi vardır. Biri kamuoyunca bilinen yargı sistemi, diğeriyse bizim secret grand juries dediğimiz FBI içerisindeki oluşum. Muhaliflerle ilgili nihai kararları bunlar veriyordu. 1971'deki beraatımızın ardından polisleri öldüren ve suçları bizim üzerimize yıkan bu oluşumdu.
Derin devlet meselesine girmişken, 11 Eylül'ün ABD'nin kendi içindeki güçlerce yapıldığına dair komplo teorileri var. Bunlar hakkında neler düşünüyorsunuz?
Doğrusu bilmiyorum. Bunu ben de sizler gibi basından takip ettim. Ancak derseniz ki tarihte AYD'nin bu tür sabıkaları var mı? Var derim. Bunlar zaten ispatlandı. Vietnam öncesi yaşananlar, Havana olayı, Pearl Harbor gibi olaylar bunun açık delili.
Usame Bin Ladin de olayı üstlendi…
Evet.
El-Kaide'nin yapmış olma ihtimaline nasıl bakıyorsunuz?
Adam yaptım diyorsa, bizim inanmamamız için bir sebebimiz yok.
Onun cihadi metodu hakkındaki düşünceleriniz...
AYD, İngiltere, İsrail ve bölgedeki işbirlikçi Arap rejimleri onu haklı çıkaran her türlü faaliyeti yapıyorlar. Mesela Suudi rejimi Hicaz topraklarının, Mekke ve Medine'nin tehlike altında olduğu iddiasıyla AYD'yi bölgeye davet edebiliyor. İslam toprakları tehdit altındaysa siz kimi davet edersiniz?
Tabii ki Müslümanları…
İran ve Irak tehdit algısı üzerinden emperyalistler İslam topraklarını kirletiyor, kadın çoluk çocuk demeden katlediyor, onurumuzu ayaklar altına alıyorlar, birileri de çıkıp buna kendi metotlarıyla cevap veriyorlarsa buna ne diyebiliriz ki? Usame'nin ne dediği ya da ne yaptığının çok önemi yok aslında. Önemli olan bizim neyi savunduğumuz! Eğer biz kendi coğrafyalarımızda bir mücadele yöntemi geliştiremezsek, birileri çıkıp bu boşluğu dolduracaktır.
ABD'ye dönersek, İHH'daki konuşmanızda ABD içerisindeki işkencehanelerden bahsetmiştiniz; bunu biraz açar mısınız?
Guantanamolar, Ebu Gureybler artık dünya kamuoyuna mal oldu ama İllinois'de, California'da, Marion'da, Angola ya da Puerto Rico'daki işkence merkezleri her zaman vardı ve burada binlerce siyasi mahkum devlet terörünün, işkencecilerin her türlü zulmüne mazhar olmuşlardı, halen de olmaktalar, bunun altını çizmiştim.
Bir konuşmanızda, İHH'daki toplantıyı ABD'de yapamayacağımızdan bahsetmiştiniz? ABD güçlü bir devlet yapısına ve halk desteğine sahip olmasına rağmen neden korkuyor?
Özgürlükten! Bütün kibirli-tağuti sistemlerde olduğu gibi o da özgürlüklerden korkmaktadır! Sofistike ve kitle imha silahlarının üretilmesi de bundandır. AYD bir korku imparatorluğudur. Onun demokrasi ve özgürlükler ülkesi olduğunu söylemek, Nazi Almanyası'nın işçilerin iktidarı olduğunu söylemek kadar saçmadır. İsrail Ortadoğu açısından ne kadar demokrasiyi temsil ediyorsa, AYD de dünya açısından o kadar özgürlük ve demokrasiyi temsil makamındadır. Sistem de bu korkularla ayakta kalmaktadır. AYD halkı sistemin kendi iyiliğine işlediğine inandırılmıştır. Devletin kendisini kötülüklerden koruduğuna inandırılmıştır. Korkular üzerinden sisteme bağlılık temin edilmektedir.
Yani bu durumda ABD halkıyla hükümeti ayırmakta zorlanacak mıyız?
Elbette aynı kefeye koyamayız ama bu onun sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor. Çünkü AYD halkı bilmenin getirdiği sorumluluğu üstlenmek istemiyor. Hâlâ, Irak'ta kitle imha silahları olduğuna inanmak istiyor ya da Usame'nin Saddam'ın adamı olduğuna… İşin gerçeği dünyanın en cahil halkının Amerikalılar olduğunu söylemek durumundayım. Hatta cehaletin en dip noktasında bulunduklarını da. Eğitim sistemi buna göre dizayn edilmiştir. Ama hepsinden önemlisi AYD halkının vurdumduymaz tavrıdır. "Bilmek, duymak, görmek, anlamak istemiyorum!" tavrı onu adeta sağır, dilsiz ve kör bir hale getirmiştir. Üstelik AYD halkının hükümet politikalarına hiçbir etkisi yoktur. Tıpkı İngilizlerin yüzde seksen beşinin Irak'a müdahaleye karşı olmasına rağmen, bunun İngiltere politikalarını etkilememesi gibi.
Ya seçimler?
Bugüne dek ABD halkı hiçbir zaman başkanlarını kendisi seçmemiştir. Buna 256 kişilik bir kadro karar verir. Son seçimlerde Bush'un başkan ilan edilişi bunun en karikatürize örneğidir. Üstelik zaten ABD seçimlerine katılım yüzde 53 civarındadır ki, halkın nasıl ve kimler tarafından yönetildiğini çok da umursamadığının bir göstergesidir bu.
Sorularımızı biraz kişiselleştirelim. 1990 yılında hapisten çıktıktan sonra uyuşturucuyla mücadele amacıyla Black Coalition on Drugs adlı bir dernek kurdunuz. Bir de suçsuzluğunuz kanıtlandıktan ve hapisten çıktıktan sonra sayenizde Siyasi Mahkumlara Özgürlük Hareketi baş gösterdi. Bunlarla ilgili bizi kısaca bilgilendirir misiniz?
Uyuşturucuyla mücadele zaten geleneğimizde vardı. Hapishanedeyken de şunu tecrübe etmiştim ki, cezaevlerinde tutuklu bulunanların yüzde 85'i uyuşturucuya bağlı suçlar nedeniyle buralara düşmüşlerdi. Yani zaman içerisinde bir artış söz konusuydu. Daha önce de söylediğim gibi, bu bir devlet politikasıdır ve sistemik olarak uygulanagelmektedir. Bununla mücadele, insanların iradelerini özgürleştirme mücadelesinden bağımsız görülemez. Tıpkı siyasi mahkumlara özgürlük mücadelesi gibi. Biz dışarı çıkmıştık ama içeridekiler için mücadeleyi sürdürmek zorundaydık.
ABD'de halen Malcolm X'in çizgisini sürdürme eğiliminde olan hareketler var. Bunlarla irtibatlarınız devam ediyor mu? Siz bunları nasıl görüyorsunuz?
Elbette, her kesimle olduğu gibi kendileriyle de irtibatlarımız var. Ancak kısaca şunu söyleyebilirim ki bunlar Malcom X'in mirasını ileriye taşıyabilecek niteliklerden yoksunlar.
Hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra ABD'de kalmayı tercih etmediniz ve Gana'ya yerleştiniz. 13 yıldır da burada yaşıyorsunuz. Neden Gana?
Bildiğiniz gibi Gana Pan-Afrikanizmin merkezidir. Bu düşüncelerin yaygınlaştırılması, kitlelerin eğitilmesi ve politik anlamda hayata geçirilmesinin mücadelesini vermek açısından Gana benim açımdan bir sembol. Bu konuyla ilgili bir enstitü kurma çabam halen devam etmekte.
Seküler bir arka plana sahip Pan-Afrikanist düşüncelerin ya da Pan-Arabizm gibi akımların tarihte uğradıkları hezimetleri biliyoruz. Malik b. Nebi gibi öncülerin de Afro-İslam tarzı yaklaşımları var. Bu ulus-devletler bataklığında sizin çabalarınız nereye oturuyor?
Pan-Arabizm kirli ve sapkın bir ideolojiydi. Mesela Afrika'yı hiçbir zaman gündem etmedi. Filistin'le ilgilendiği kadar mesela Darfur sorunuyla ilgilenmedi.
Filistin sorununa samimiyetle eğildiler mi?
Hayır, onu da sadece kendi ucuz-dar çıkarlarının oyuncağı yaptılar. Kurdukları küçük ulus-devletçikleri korumaya çalışmaktan ve ümmet aleyhine çalışmaktan başka bir işlev görmediler. Bizim Pan-Afrikanist politikamız ise Pan-İslamizme giden yolda bir köşetaşıdır sadece. Ulus-devletin sirayet ettirdiği pisliklerden kurtulma, sınırların dar kalıplarından sıyrılma, kendi kaynaklarımızı sömürtmeme ekseninde, siyasi coğrafi bir tanımlamadır. Ama yürüyebilmek için önce ayağa kalkmak lazım.
Pan-Arabizm ulus-devleti aşamaz mıydı?
Hayır. Bu imkansız. Aşmak bir yana emperyalistlerin lehine çabalarda bulundular. Bu ırkçı ve bölücü bir anlayıştır. Unutmayalım ki Allah bizleri birbirimizi tanıyalım diye kavimler halinde yarattı. Ama Pan-Arabizmi savunduğunu iddia eden bu ulus devletçiklerde olduğu gibi, ulus-devlet, 60'lı yıllardaki tüm görece bağımsızlık hareketlerine rağmen, emperyalizmin farklı kavimleri ezmesini ve sömürüsünü meşrulaştıran bir araç özelliğine sahip oldu. Doğası gereği despotik olmak durumunda olan ulus-devletleri aşma çabası göstermeliyiz. Global bir ümmet olma yolunda, hatta gayrimüslimlerin de içinde olduğu bir ümmet için cehd göstermeliyiz. Mesela bugün küresel emperyalizm Afrika'da ciddi çalışmalar yapıyor. Protestan fundamentalist bir yükseliş var. Katolik Kilisesi de Afrika'da diriliyor. Gana, Nijerya ve birçok Batı Afrika ülkesinin elit tabakaları Hristiyan. Ve bunlar küresel emperyalistlerle işbirliği içindeki darbeci despotlar tarafından yönetilen ulus devletçikler. Bütün bunlar, Pan-Afrikanist İslami mücadelenin önemini de ortaya koyuyor.
Önce bir tarif yapıp, bunun doğru olup olmadığını sorarak devam etmek istiyoruz. Bizler Kur'an'la buluşma yolculuğumuzda, yaşadığımız coğrafyanın tarihinin getirdiği pek çok sorunla hesaplaşmak zorunda kalıyoruz. Muharref gelenek, mezhep taassubu, kelami tartışmalar, hadis-sünnet vb. Anladığımız kadarıyla siz beyaz ırkın üstünlüğüne dayalı tarihi illüzyonları aşıp, sahih bir tarih perspektifine ulaştıktan sonra kolaylıkla Kur'an'la buluşabiliyorsunuz. Hatta sizin "Kur'an çok kolay ve anlaşılır bir kitaptır!" vurgunuzda da bunu sezinler gibi olduk…
Çok doğru. Çok isabetli bir tespitte bulunmuşsunuz. Bakın, Amerika kıtasının 500 yıllık sömürgeleştirme macerasının bize tek bir katkısı oldu. O da köleleri tek bir toplum haline getirmesi. Siyah insanlar aynı kültürel formlara büründüler. Aynı şekilde tanımlandılar, aynı şeylere ağlayıp güldüler. Muhaliflerin yaptığı onlara kimlik kazandırmak, siyasi bir tarih bilinci aşılamak oldu. Bu ortak bilinci uyandırdığınızda zaten aslına rücu etmesini engelleyen birçok unsur ortadan kalkmış oluyordu. Sizlere gelince. Mesela cezaevinde tanıştığım ve kendisine büyük saygı duyduğum biri vardı. İlk adı Noah Washington, sonradan Nuh Abdulkayyum oldu. Mesela o bir Şii idi. Yani kendi isteğiyle, İran devriminin de etkisiyle, aslında detaylarını çok da iyi bilmediği Şiiliği seçmişti. Ama Şiilik, Sünnilik ya da başka bir şeyin bizler arasında bir değeri yoktu. Kur'an bizi öylesine özgürleştiriyor ve heyecanlandırıyordu ki hepimiz bir anda kardeş oluveriyorduk. Bu tür farklılıkları bizim toplumumuza dışarıdan gelenler taşıyordu ve aslında hiç de iyi yapmıyorlardı.
Bizlerin düşünce dünyasını etkileyen bazı öncü şahsiyetler vardır. Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Mevdudi, Seyyid Kutub gibi. Amerika'da ya da Afrika'da bu tür şahsiyetleri takip etme ve anlama çabaları oldu mu?
Elbette. Seyyid Kutub bizler arasında en tanınmış şahsiyetlerdendir. Fi Zilâl-il Kur'an başta olmak üzere onun bütün kitaplarını okuyup tartıştık.
O zaman "Kur'an nesli" projesini de etüt ettiniz…
Tabii ki. Mesela şu an benim Gana'da yürüttüğüm bir okul projesi var. Ekonomik imkansızlıklardan ötürü şu anda kendi müfredatımızı uygulayabileceğimiz bir okul açmamız zor ama yakınlarımızın, bazı diplomatların çocuklarının falan gittiği bir okul var. Şu an onun üzerinde bir nesil yetiştirmeye yönelik olarak çalışıyoruz.
Ne gibi çalışmalar bunlar?
3-15 yaş gençler üzerine bir proje. Her yaş dönemine uygun oyun, ders, gezi vb çalışmalarımız var. Mesela 3 yaşında bir çocukla oyun oynayarak başlattığımız süreç, zamanla İslami bir perspektif kazandırmaya kadar devam ediyor. Peygamber'in hayatını, İslam tarihini vb. anlatan çizgi filmler, filmler, siyasi tarih ve siyasi coğrafya çalışmaları, milletler tarihi gibi. Bu arada dil öğretiyoruz. Çocukların her biri kendi dilini, Fransızcayı ve Arapçayı öğreniyor. 15 yaşına geldiğinde bu üçüne de vakıf oluyor. Bundan sonra dilerse seçmeli olarak mesela İngilizceyi de öğreniyor. Bu çalışmalardaki temel hedef, bir çocuğun 15 yaşına geldiğinde kimliğini oluşturacak temel bilgilerle birlikte, Kur'an'a baştan sona, sondan başa anlayarak vakıf olması. Amacımız bu metodun tüm Afrika'ya yayılması.
Amerika konusuna tekrar dönüp merak ettiğimiz bir hususu sormak istiyoruz. Siyahilerin ya da diğer sistem muhaliflerinin, kendi halklarına umut olma potansiyeli ne düzeyde?
Siyahlar açısından konuşacak olursam, şöyle söyleyebilirim ki aslında onların çoğu sistem karşıtıdır. Ama bu sistem karşıtlığı donanımlı, kuşatıcı bir siyasi perspektife ve metodolojiye muhtaçtır. Şu an için böylesi bir hareketlilik ve örgütlülükten söz etmek mümkün değil.
Son olarak, Dünya Sosyal Forumu çerçevesinde "Başka Bir Dünya Mümkün" diyen küreselleşme karşıtlarıyla ilişkilerinizi sorarak bitirelim.
Geçen hafta Venezuella'daydım. Ondan önce başka bir yerde. Onlarla da ilişkilerimiz mevcut. Olmak zorunda. Davos ve Atlanta'ya ben de katıldım. Küresel bir köy haline gelmiş olan dünyamızda bu tür ilişkiler elzemdir.
Sizi tanımaktan büyük bir memnuniyet duyduk. Konuştuklarımızın da okuyucularımız açısından çok faydalı olacağına inanıyoruz.
Son olarak şunu vurgulamak isterim ki, bugün insanlığın özgürleşmesi ve kurtuluşu yolunda yegane umut Muhammed ümmetidir. Bu da bizim omuzlarımıza çok büyük sorumluluklar yüklüyor. Bunun bilinciyle hareket etmeli, ümmetçi perspektifi tüm dünya coğrafyasına taşımalıyız.
Röportaj: Bahadır Kurbanoğlu
Zehra Çomaklı Türkmen