İşte yine ocak ayı geldi baba. Kış, kuzgunlarını yeryüzüne saldı. Günün aksak eteği uzamaya başladı. Zamanın çabucak geçmesini istiyor çocuklar. “Kar yağsın biraz!” diyorlar, sabahları camlara seğirterek; “Unuttuk yerin beyaz eldivenini, tombullaşan sokakları, çitleri aşıp ejderha gibi odalara saldıran soğuğu!” Masal dinleyen de yok anlatan da. Evimize henüz kestane girmemiş. Yaptığın kızakları, çürümesinler diye odunluğa inip yağlamış, onarmış anam. Yıldızlı, çıtalı uçurtmayı muhacir komşusunun oğluna vermiş. Sevindi, diyor telefonda bana. Sesindeki titremeyi gizlemek için öksürüyor yalancıktan. Yanıma gel diyorum; İstanbul’da, bizde kal biraz. Ocağı kim tüttürecek diyor hemen. Akan çatının altına kovaları kim yetiştirecek, çiçekleri kim sulayacak, emektar radyodan acansı kim dinleyecek, turşuyu tarhanayı kim dağıtacak, börtü böceği kim doyuracak? Günün odalarına yalnızlık ve hatıra heykelleri yürüyor sanıyorum birden. Gözüm daha çok seğiriyor artık. Sol elim ağırdan alıyor iyice. Ocak ayı geldi baba. Yaşım elliyi geçti.
Sabahlara kadar kitap okuyorum bazen. Uyku, benimle arasını her gün biraz daha açıyor. Acıya hamal kalbim ara sıra teklese de aklım hep tetikte. Sessizce odalarına girip çocukları izliyorum uyurken. Bana artık tepemden baksalar da taze ve küçük bir fidan gibi görüyorum hâlâ onları. Ben geçmişin hesabını vermeye çalışırken onlar çoğalıyorlar birden. Sayfalardan çıkıp geliyorlar. Sokaklardan, mezralardan, barakalardan, kamplardan. Çadırlarını su basıyor. Evlerine bombalar yağıyor. Bindikleri derme çatma botlardan taşıyorlar. Satılıyorlar. Kaçırılıyorlar. İtilip kakılıyorlar. Salıncaklardan düşüyorlar; beşiklerden, kucaklardan, minarelerden. Arabaların önüne atıyorlar kendilerini. Kıyıya vuruyorlar. Beş yaşındaki bir kız çocuğuna “Adın ne?” diyor muhabir. “Adım… Adım… Adımı hatırlamıyorum.” diyor o kız baba. Başını eğiyor, gözleri yaşarıyor. Öyle mahzun bakıyor ki insana, dünyanın bütün dağları üzerimize devriliyor sanki. Dünyayı kağşatıp geçecek bir gürz arıyor işte o zaman insan, kelimeleri ateşten bir azap yapışıp kalıyor gırtlağımıza: “Yüzü hiç gülmeyenler aşkına, yak bu dünyayı Yarabbi!”
Ocak yine geldi işte baba. Göğün entarisi değişti. Karıncalar kayboldu. Ağaçların çoğu kendini bıraktı. Merhametin avucu çok zor doluyor sanırım artık fakat çok çabuk boşalıyor. Kış gelince yaraların üstü biraz daha açılıyor elbette. Senin öpüp alnına koyduğun ekmeği, şimdi telefonla ayaklarına çağırıyor yeniyetmeler. Halep’in acısını, İdlib’in çamurdan sokaklarını, Kudüs’ün sızlayan yerlerini, Yemen’in açlıktan ölen yetimlerini, Doğu Türkistan’ın kilit vurulmuş dudaklarını, Arakan’ın kanatları kırılan göçmen kuşlarını nerden bilsinler? Gözlerimiz, yanaklarımız, sakalımız hep nemli olsa da ıslatmamaya çalışıyoruz iyiliğin, cehdin, izzetin namlularını. Hem ülkeyi hem de yeryüzünü merhamet salıncaklarıyla dolduran kardeşlerimiz de az değil çok şükür. Sesimiz biraz çopurlaşsa da avazımız hâlâ yanık, hâlâ gür. “Vicdan istirahati”ni aklına getirmeyen coşkulu kadınlarla, fedakâr adamlarla dolduruyoruz günün heybesini. Bir bakış kalsın istiyoruz, içli bir yekinme, bir şarkı, bir kardeşlik fidanı. Umudun küheylanı ölümü düşünürken bile yeri eşiyor toynaklarıyla evimizin önünde. Bir gün biz de geleceğiz baba. İyiliğin ocağını tüttürerek geleceğiz inşallah. Göğün çatısından ağan suya avuçlarımızı tutarak bekleyeceğiz münâdiyi. Çiçeklerimize son bir kez göz gezdireceğiz. Muhacir komşumuzun çocuğuna gülümseyeceğiz. Günün odalarına upuzun bir fatiha yürüyecek belki.
Acıya hamal bir yürekle geleceğiz baba. Avucumuzda kor bir ateşle.