‘Açılım’ın Önündeki En Temel İki Engel Türk-Kürt ‘Vesayet Mantığı’dır

Bahadır Kurbanoğlu

Geçtiğimiz ay yaşanan ve “Açılımı Baltalama Operasyonları” olarak tarihe geçmeye namzet olaylar, gerek 22 Temmuz gerekse 29 Mart yerel seçimlerinden bu yana, halkın (özellikle de bölge halkının), açılım siyasetinde en temel iki aktör olarak gördüğü AK Parti ve DTP’nin bugüne dek uygulayageldikleri politikaların marazlarını da ortaya koymuştur.

Buna mukabil, ülke arenasında mücadele edilmesi gereken vesayet sistemlerinin bir değil iki olduğu nun, açılım konusunda gemileri tümden yakmaya aday oluşumların sadece askeri ve sivil Türk bürokratik oligarşisi değil, aynı zamanda 25 yıldır bunlara karşı -Kürt halkının varoluşsal haklarını elde etme amacına matuf olarak- konumlandığı iddiasıyla bir mücadele zemini geliştiren, ancak kendi bekasını halkının kazanımlarına rahatlıkla önceleyebileceğini serdetmiş olan bir Kürt ulusalcı bürokrasisinin varlığını da ispat etmiştir.

Hudson Senaryolarına ‘Dur’ Diyememek Vesayet İlişkileriyle Alakalı

Yaşadığımız süreçte, geniş kitleler nezdinde kendilerinden çözüm ve gerek Ergenekoncu kesimlerle gerekse onların uzantısı siyasi mekanizmalar (ve zihniyetleriyle) hesaplaşması beklenen siyasi kanatların (AK Parti-DTP) Kürt sorununa yönelik marazlı yaklaşımları, içlerinde bulundukları vesayet mekanizmalarını aşamayan tavır ve tutumları, umutlu bekleyişlerin başka baharlara ertelenmesine sebebiyet vermiş görünüyor. Binbir zorluk ve engellemelere rağmen elde edilen kazanımlar, tarafların siyaseti yönetememeleriyle bağlantılı olarak sekteye uğramış görünüyor.

Şüphesiz bu noktaya varılmasında, Kemalizm’le ve resmi ideolojinin çizdiği kırmızı çizgilerle hesaplaşmaya hiç niyeti olmayan bir AK Parti ile yine Kemalizm’le bırakın hesaplaşmayı, aksine ‘Kürt özgürlük hareketinin ana unsuru’ olarak görüldüğünün altını çizen bir DTP’nin seküler-ulusalcı ve İslamofobik saiklere dayanan reflekslerinin büyük payı var. Ama vakıa o ki, bu sürecin en temel iki aktörü en azından gelinen süreçte özeleştirel mekanizmaları çalıştırmaları ve gerek uluslararası gerekse iç konjonktürün kendilerine sağladığı avantajları görebilmeleri gerekiyor. Bu her iki taraf açısından da bir elzemiyet ifade ediyor.

Bu bağlamda, “Tasfiye ediliyorsak gemileri yakarız!” basiretsizliğiyle; “Süreci sensiz ve dilediğim gibi yönetirim!” kibri arasındaki derin uçurumun ardındaki saikleri ve ülkeyi içine soktuğu durumu tahlil etmek gerekiyor.

AK Parti Döneminde DTP/BDP: Nereden Nereye?

Yakın geçmişi gözönüne aldığımızda DTP/BDP çizgisi, açılımın ilk günlerinden (daha doğrusu 22 Temmuz seçimlerinden itibaren) “AK Parti’nin bölgede kendi Kürdünü yaratmak istediği” söylemine sarılarak, gerçek rakibinin hükümet olduğu konusunda Kürt halkını ikna çabalarına girişti. Böylesi bir ajandası olduğunu hep izhar etti. Bir nevi CHP misyonuna sarılarak, “Tehlikenin farkında mısınız?” siyasetini bölgeye taşıdı. Kendi kitlesinin dönüştürülme endişesini halkın kazanımlarının önüne geçirdi. Sahip olunmasını istediği ve ısrarla altını çizdiği demokratlığın, seküler değerler üzerine oturtulmadıkça yaşam hakkının olamayacağını belirterek, kimlik siyasetini temel değerlerin üstünde tutup duruşunu merkezi kıldı. Bu ise ülke sathında “tüm kimliklere/her kesime özgürlük” siyasetini güttüğünü iddia eden bir oluşumun samimiyet ve tutarlılığını sorgulatmakla birlikte, Kürt halkının kadim İslami değerleriyle hesaplaşma ve bunu geriletme niyetinin dışavurumu anlamına da geliyordu.1 Kürt halkının genelinden beklediği desteği alamamasının bir nedeni de bu niyet olmakla birlikte, üretegeldiği siyasetin kısırlığının da temel nedenlerinden biri buydu. Bu kısırlık, genele şamil tüm ‘barış’, ‘demokrasi’ söylemlerine rağmen inandırıcılık noktasındaki zaaflarını besliyor, siyasi hatalarının önemli bir kısmı da kuşanageldiği bu zihniyetten kaynaklanıyordu.

‘Siyasi Beka’ Konusunda Kendisine Yakın Çevrelerden de Eleştiri Aldı

“Kürtlerin CHP’si” siyasi lakabının üzerlerine yapışmasına sebebiyet veren bu tutum alış, sadece yakıcı sorunların bir an önce çözülmesi adına, İslami kesimlerin, Kürt halkının gasp edilen haklarının hatırına verdiği temkinli desteğin törpülenmesine değil, aynı zamanda kendisine yakın kesimlerin de eleştiri oklarını DTP’de yoğunlaştırmalarına sebebiyet veriyordu.

Kişi kültüne dayalı/Öcalan merkezli Stalinist örgütlenme yapısına yönelik eleştirilerle birlikte, ‘tasfiye’den yakınan DTP/PKK’nın tasfiye ettiği sol, sosyalist, demokrat kesimlerin gündemleştirilmesi, DTP’nin kapatıldığı günlerde oluşan mağduriyet görüntüsü altında bile, AK Parti’den daha fazla DTP’nin eleştiri oklarına maruz kalmasını beraberinde getiriyordu. DTP’nin süreci yönetmedeki basiretsizlikleri, egemen zümrelerden ya da hükümetten beklediği değer merkezli politikaları kendi içinde pratiğe geçiremediğinin bir göstergesi olarak tespit ediliyordu.

Hatta Ergenekon karşıtı bazı seküler muhalif kesimlerin, “halkın talepleri gündemleşiyor ve bu konularda adımlar atılıyorsa, bu amaçla oluşmuş bir siyasi örgütlenmenin gerekirse kendisini fesh bile edebileceği” tespitleri üzerinden DTP-PKK’nın ortaya koyduğu yanlışların, hedeflenen (değer merkezli) amaçları araç haline dönüştürdüğü yakınmalarının da gündemleşebilmesini sağlıyordu.

“Tasfiye Fobisi” ve Gemileri Yakma Stratejisizliği

DTP’nin seküler-ulusalcı zihniyeti şunu kavramakta hep güçlük çekti:

“Acaba bugün Kürt sorunu, yalnızca Kürt ulusalcı hareketinin şiddeti benimseyen siyaseti sayesinde mi konuşulur hale gelmişti?”

AK Parti’nin burnundan kıl aldırtmayan kibrinden dem vuranların, bunu da tahlil etmeye yanaşmaları gerekmez miydi? Bir yönüyle haklılık içerdiğini düşünebileceğimiz bu tespitin diğer tarafında, PKK’nın bugüne dek güttüğü siyasetin, askeri vesayetin meşru zeminler elde etmesini kolaylaştıran, hatta toplumun önemli bir çoğunluğunun militarize olmasını beraberinde getiren bir tarafı da yok muydu?

Bolca tartışmaya açık olan bu tespitin doğruluğuna mutlak anlamda ikna olsak bile, bugünkü şartlarda PKK tüzel kişiliğinin genel tavrı, çözümün önünde TSK kadar engel oluşturucu bir mahiyete büründü. Kürt halkının talepleri aleyhinde geniş kesimlerden de meşruiyet alan bu militarizmin geriletilmesi, sanki DTP/PKK çizgisinin sanıldığı kadar da gündeminde değilmiş gibi bir görüntü oluştu. “Ağızlarıyla kuş tutsalar Kürt halkına (-aslında- bize!) yaranamazlar.” şeklindeki bir siyaset etme tarzının, Bahçeli ya da Baykal’ın süreci önemsizleştiren tutumlarından farkının ne olduğu sorusunu sordurttu. Yıllar yılı pek çok konuda mağduriyetler yaşayan bir halkın temsilcileriyle, mağduriyet politikalarının baş müsebbipleri arasındaki farkın flulaşması, haklılık zemininden hareket eden bir oluşumu ancak bu kadar eğreti bir pozisyona oturtabilirdi.

Nitekim inkâr, asimilasyon ve tehcirin had safhada olduğu kart-kurtlu günlerden Kürt realitesinin tanındığı, dil kurslarının açıldığı, faili meçhul cinayetlerinin üzerine gidildiği, muvazzaf askerlerin tutuklandığı, kireç kuyularının içine girildiği, JİTEM’in yargılandığı, OHAL ortamının sonlandırıldığı, sistematik işkencenin üzerine gidildiği ve büyük ölçüde ortadan kaldırıldığı bir yüzleşme ve hesaplaşma sürecine gelinmiş olması, 2,5 milyon Kürtten destek alan bir halk hareketi için analiz değeri olmayan ya da bir çırpıda “tasfiye” söyleminin içerisine rahatlıkla boca edilebilecek olan gelişmeler miydi?2

Ergenekon’a Bakıştan CHP-MHP Koalisyonuyla Ortaklaştı

Böylelikle onlarca yıllık mağduriyetlere uğramış bir halkın temsilciliği noktasındaki meşruiyet, PKK-Ergenekon ilişkisini büyük bir hevesle dillendiren kesimlerin ekmeğine sürülen yağa karışıyordu adeta. Kendilerinden, bu türden bir ilişkinin asla kurulamayacağına dair bir beyana rastgelinmediği gibi, aksine zaman zaman Ergenekon davası süreçlerinde CHP vari yorumlamalara şahit olundu. Ortaya koydukları icraatlar da bu vehmi besledi. Üstelik Öcalan’ın Ergenekon konusundaki “Ergenekon operasyonlarının demokratikleşmeyle ilgisinin olmadığı; dış güçlerin Türkiye’nin iç işlerini karıştırmaya yönelik bir operasyonu olduğu; bunların da ABD, İngiltere ve İsrail olduğu, dolayısıyla tarafsız kalınması gerektiği”3 şeklindeki uyarıları DTP’nin bu konudaki ürkek tutumlarını sadece beslemekle kalmadı, aynı zamanda birtakım siyasi tutarsızlıkları rahatlıkla meşrulaştırabilmesine sebebiyet verdi.4

O derece ki, AK Parti karşıtlığı ve İslamofobi konusunda egemenleri hiç de aratmayacak görüşler, -aynı zihniyet birlikteliğinin bir uzantısı olarak- ‘güvercin’ olarak lanse edilen Aysel Tuğluk’un 27 Mayıs 2007’de Radikal gazetesinde yayınlanan ‘Sevr Travması ve Kürtlerin Empatisi’ başlıklı makalesinde şu sözlerle kanıtlanıyordu:

“AB üyelik süreci, ABD’nin Irak işgali, Türkiye ve Irak’taki Kürt sorununun emperyalist müdahalelerle geldiği son aşama ve AKP iktidarının ekonomik ve politik uygulamalarla uyumlu dış politikası çok ciddi kaygılara sebep oluyor. En azından dürüst olarak kabul edebileceğimiz Türk yurtsever kesimlerce ve özellikle Kemalist aydınlarca bu kaygılar üst düzeyde yaşanıyor. Burada bizim açımızdan sorulması gereken, Kürtlerin tavrının ne olacağı? Bize göre, Türk halkının korku ve kaygıları ciddi düzeyde gerçekçidir, anlaşılmaya değerdir. Türk halkı tekrar Sevr tehlikesine benzer bir durumla karşı karşıyadır tespitini rahatlıkla yapabiliriz.”

Türk oligarşisi ve Kemalizm’den beslenenlerin endişeymiş gibi yansıttığı tespitlerle Tuğluk’un kurduğu ortaklığın -Sevr’e ilişkin ironik tespitlerin Kürt halkına hangi mesajı verdiği bir yana- uluslararası konjonktürde varolduğu düşünülen ve örgütün tasfiye korkularını besleyen elverişli halin, demokratikleşme yolunda atılan ve Kürt halkının da kazanım hanesini besleyen gelişmelere ne derece öncelendiğini göstermektedir.

Gemileri yakmaya matuf son gelişmeler ışığında baktığımızda; Öcalan’ın şartlarının, genel bir affın mümkünlüğünün, belki de “liderliğin” bir af ile dışarı çıkmasını sağlamanın koşullarının bile konuşulabileceği bir vasatın yakalanmış olduğu vehmini taşıyorsa bir hareket, -hem de bu tablonun sadece kendi kazanımları sayesinde oluştuğunu düşünüyor ve halkına öyle lanse ediyorsa- bir çırpıda bu vasatı ortadan kaldırabilecek tutumları benimsemek, neresinden tutsanız elinizde kalmaya mahkûm bir vaziyet alış değil midir? Eğer hedef olarak gerçekten buna kitlenmişseniz bile, o halde CHP-MHP’nin elini güçlendirecek, gelişmeleri sil baştan kılabilecek tutumlar yerine, bu kazanımları zorlayıcı legal taleplerin daha bir gür sesle dillendirilmesi mantıklı değil midir?

Üstelik dağdan inişleri, kitlenize, mücadele sonucu elde edilmiş tekil kazanımlar olarak sunarkenki, “Sürecin asıl belirleyici aktörü biziz, direniş olmasaydı bu barış ve demokrasi umutlarını yeşerten günleri göremeyecektik!” şeklindeki tutumla, “Tasfiye ediliyoruz, o halde yokuz!” tavrı arasında bir çelişki yok mu? Bu, aynı zamanda inisiyatifsizlik, acziyet ve güçsüzlüğün ikrarı değil midir?

Kemalist oligarşinin, başından bu yana, açılım konusuna bakışı toplumsal birliktelik için sorunların çözülebileceği bir vasatın yakalanması ya da hukuk ve adalet duygusunun toplumsal dokuya sindirilmesi sonucu sağlanabilecek bir barış ortamı arayışı olarak değil, riskini ve rantını AK Parti’nin omuzlarında görme şeklinde olmuştur. Maalesef, DTP’nin de son dönemlerde yaşanan olayları -kendi cephelerinden haklılık işaretleri taşısa bile- yorumlayışı ve kazanımlardan geriye gidilmesini sağlayıcı yaklaşımları bu hedeflerle örtüşen bir görüntü arz etmiştir.

Bütün bunlara mukabil, AK Parti’nin elini zayıflatıcı bir siyaset güdüldüğü görüntüsü ve “MHP-CHP koalisyonunun haklılığının kanıtlanması girişimlerinin Kürt halkına kazandıracağı nedir?” sorusu havada kalmış ve cevaplanmaya muhtaçtır.

Militarizmden Ziyade Salt AK Parti’yi Hedef Göstermek Hangi Siyasi Hesabın Ürünüdür?

DTP’nin “Bize başka seçenek bırakılmıyor!” şeklindeki eleştirilerinin, genellikle PKK’nın muhataplığı konusu üzerinden yürütülmesi ve cepheden AK Parti’yi suçlamasındaki tutarlılık ayrıca soru konusu edilmelidir.

DTP’deki, “Silahların susması için ilan edilen tek taraflı ateşkesleri tanımayan Türk militarizmi midir, yoksa AK Parti mi?” sorusunun cevabını direkt “AK Parti” olarak vermedeki siyasi hevesin mantığı da muhtemelen yazımızın başında ortaya koyduğumuz tespitlere dayanmakta. AK Parti’nin gerek sınırötesi, gerekse içerideki operasyonları durduramaması ya da bilinçli olarak durdurmaması5 eleştirilebilir ama bu, bugüne dek silahla imhadan başka çözüm üretmemiş olanları6 (ve onları siyasi arenada destekleyenleri) bir kenara bırakıp, sürecin tüm sorumluluğunu AK Parti’ye yüklemeyi haklı çıkarır mı? (Üstelik, PKK’nın tek taraflı ateşkeslerde kaybettiği militanlara atıf yaparak, ‘barış için elden gelenin yapıldığı ama bir sonuç alınamadığı’ şeklindeki tablo TC tarihinde ilk defa yaşanmıyor!) Bu sürece “33 Asker”, “Yüksekova”, “Dağlıca”, “Aktütün”lerden gelindiği unutulabilir mi?

“Bize silahlı çatışma ve şiddetten başka çözüm şansı bırakılmıyor! iması, tam da TSK’nın ve ulusalcı paramiliter güçlerin arzuladığı bir siyasettir; ama Meclis’e girmiş bir partinin bu söze gelinceye kadar elinden gelen her şeyi yapmış olması gerekirdi. Oysa Meclis’teki bir DTP’yi Türkiye açısından bir şans olarak gören sivil oluşumlar bile, açılım sürecinde DTP’nin soyut söylemler ve niyet okumalar dışında somut herhangi bir şeyi ortaya koymadığı, dolayısıyla DTP’nin açılıma ilişkin muhalif söylemler ve örgüt talepleri dışında somut olarak ne söylediğinin anlaşılamadığını bahis konusu yapabilmişlerdir.

DTP, çözülmesi gereken ve halkı rahatlatabilecek ivedi sorunları konuşmak, bunları projelendirip Meclis’e getirmek, hükümeti daha somut adımlar atma konusunda sıkıştırmak yerine; tıpkı CHP tipi muhalefette olduğu gibi icraatların niteliğini, hatta niyet okumaları eşliğinde amacını tartışma konusu edindi. Bu çeşit siyaset, tıpkı Ergenekon’un tümüyle hayali çıkması için özverili bir çaba gösteren ama bu çabanın kendi kitlesi başta olmak üzere, ülke halklarının aleyhine olan işlevini görmezden gelen; devletin (yani Kemalist bürokrasinin) bekasını her şeyin üzerinde gören siyaset etme tarzıyla izdüşmesi, sürece katkı sağlaması gereken bir oluşumu, çelişki ve tutarsızlıkların içerisine sürükledi.

Netice itibariyle, Kürt sorununu konuşmak ya da taleplerine ivme kazandırma noktasında AK Parti’yi (bir nevi yapıcı muhalefetle) zorlamak yerine konu “İmralı’nın muhataplığı” konusuna gelip dayandı.

DTP, Kürt Halkı İçin Elinden Geleni Yaptı mı?

Oysa DTP, AK Parti’nin alicengiz oyunları içerisinde olduğunu düşünüyorsa Kürt halkı için avantajlı olabilecek süreçleri baltalamak yerine aksine o oyunu halkın lehine bozabilecek talepleri daha gür ve etraflıca dillendirerek taleplerin cephesini genişletebilirdi. AK Parti’nin açılımlar konusundaki ağır adımlarını somut taleplerle hızlandırmaya çalışabilir, halkın beklentilerini somut politikalara evriltebilir ve bu beklentilerin karşılanmasının gerekliliği söylemi üzerinden bir siyaset yürütebilirdi. Bu hem AK Parti’yi de zorlayıcı bir muhalefeti beraberinde getirebilir hem de MHP-CHP cephesinin “açılım söyleminin içi kof, sadece bölücülük ve ayrımcılığa hizmet eden bir siyasetsizlik olduğu” savunusunu geriletebilir ve bu kesimin elini zayıflatabilirdi. AK Parti’nin süreci yönetirken kendilerini kale almaması zaafını, süreci toptan baltalayıcı politikasızlıklarla değil, bölge halkının ihtiyacı olan taleplerin dillendirilmesiyle törpüleyebilirdi. Dolayısıyla süreci zora sokan değil, kolaylaştıran taraf olabilirdi.

Tasfiye süreçlerinden bahsederken, AK Parti’nin de CHP, MHP, Yargı ve Ergenekoncu güçlerin cenderesinde ne türden bir tasfiye operasyonuyla karşı karşıya olduğunu görüp, bu tasfiye operasyonunun tüm ülkenin beklentilerinin bir tasfiyesi olduğunun altını çizebilir, buna cephe alabilir ve Kürt halkının hak taleplerinin hesap dışı bırakılamayacak/vazgeçilmez temsilcisi olduğu iddiasını ispatlayacak bir desteği ortaya koyabilirdi. Bu tutumu, sürekli demokrasi, barış ve özgürlüklerden bahseden siyasi tavrının samimiyetinin de bir göstergesi olurdu. Demirtaş’ın ağzından; DTP, AK Parti’yi destekleme kurumu değildir!” diyerek bu konuda beklentisi olan geniş kitlelerin umutlarını kırmaktansa; meselenin sadece AK Parti’nin desteklenip desteklenmemesi değil, Kürt halkının (ve dahi Aleviler, gayrimüslimler, Müslümanlar gibi diğer tüm mağdur kesimlerin) haklı taleplerinin dillendirilebildiği vasatı koruma mücadelesi olduğunun altını çizerek, kendilerine sınırsız destek vermek için çaba sarf eden kesimlerin ufkunu genişletebilir, kitlesini böylesi bir vasatı kuşanmaya hazırlayabilirdi.

Nitekim son yaşanan olayların neticesinde -Fırat Haber Ajansı’nın sansürleme çabalarından da nasibini alan- Ahmet Türk’ün; “Biz bu ülkenin barışı için her şeyi söyledik... Ama sadece bizim barış istememizle olmuyor. Türkiye’deki hükümete, siyasi partilere, devletin bütününe sesleniyorum. Artık yeniden düşünmek zorundasınız. Bu ülkede barışı sağlamak zorundasınız... Bunları söylerken Kürtlere de çağrı yapıyorum: Kürdüyle Türküyle barış için yanyana ve birlikte barış idealimizi, kararlılığımızı ortaya koymalıyız. Halkların kardeşliğini düşünüyorsak gelin yeniden düşünelim, tartışalım. Bu ülkenin insanlarını birbirine kırdırmayalım. Yazıktır, günahtır diyoruz... Bugün de üzülerek söylüyorum ki çok güzel manzaralar yok. Bugün de büyük tehlikelerle gerçekten ırkçı milliyetçi bir anlayışın yurttaşlarını kucaklama mantığından uzak bir siyaset anlayışıyla bir süreçle karşı karşıyayız... Israrla söylüyoruz, gittiğiniz yol doğru yol değildir. Güttüğünüz siyaset doğru bir siyaset değildir. Irkçı milliyetçi kesimlerini yanınıza çekmek için bu ülkenin yurttaşlarını birbirine kırdırmayın.” sözleri başta operasyonları tüm hızıyla sürdüren militer yapı ve bu konuda kırmızı çizgilere teslim olmuş, onu aşamayan hükümete olduğu kadar aynı zamanda vesayet ilişkisinin getirdiği çözümsüzlüğe sitemi de içerecek şekilde PKK kitlesine yönelik mesajlar da taşımaktaydı.7

DTP’nin hatası, Türk’ün bu özlemlerini yapıcı ve vakıayı gözetici bir politikaya evrilememesi oldu. Bundan sonra beceriksiz ve inisiyatifsiz bir sivil toplum örgütü gibi davranmaktan vazgeçip, bölgede ve parlamentoda geniş yığınların haklarının iadeleri konusunda adımlar atılmasını sağlamaya çalışmak ve kendi yol haritasının risk ve sorumluluklarını üstlenmek zorunda.

Vesayetin Kuşattığı Diğer Kanadın Sorumlulukları: AK Parti Elinden Geleni Yaptı mı?

Başörtüsü yasağı konusunda olduğu gibi Kürt sorununa ilişkin çabalarda da “açılım” süreçlerinin AK Parti’ye altın tepside sunulmayacağı aşikârdı. Üstelik Ergenekoncuların akamete uğratılmasıyla barış ve normalleşme süreçlerinin izdüştüğü de bir vakıaydı. Ama paradoksal olan husus, AK Parti’nin Ergenekon’un elini zayıflatma hususunda olmazsa olmaz bir şekilde çözmek zorunda olduğu bu konu, aynı zamanda onun en yumuşak karnını ve iki taraflı vesayet altında olduğu bir konumu besliyordu: Asker-sivil bürokratik oligarşi ve militarize edilmiş geniş yığınların şuuraltındaki derin milliyetçilik duyguları.

Bu durum, AK Parti’nin de tıpkı DTP gibi vesayet altında, kırmızı çizgileri gözetici politikalardan taviz vermekten imtina edici tutumlar geliştirmesine sebebiyet veriyordu.

AK Parti’nin Yol Haritası

Hatırlanacak olursa T. Erdoğan bundan iki yıl önce Diyarbakır’da sivil toplum örgütleriyle bir araya gelmişti. Sivil toplum yöneticilerinin “anadilde eğitim” taleplerini, “Kürtçe eğitim olacak iş değil; size kurs açtık daha ne istiyorsunuz?” diye cevaplamış, ardından “Kardeşim ben bölgenin birinci partisiyim, benim 70 Kürt kökenli milletvekilim var.”8 diyerek, bölge gerçeklerine uzak, istiğna içeren bir politik çerçeve çizmişti. DTP’ye yönelik olarak “PKK’ya terörist demedikçe elinizi tutmayacağım!” sözüyle de bu tutumun üzerine adeta tuz biber ekmişti.

AK Parti’de sürecin başından bu yana eleştiri konusu olan ve şimdilerde yüksek sesle değerlendirilen husus, Erdoğan ve Beşir Atalay gibi birkaç şahsiyet üzerinden yürütülen sürecin, aslında daha geniş platformlarda ele alınmasının gerekliliği idi. Bunlara ek olarak, bölge halkının Meclis’e gönderdiği 70’ten fazla milletvekilinin daha aktif olabilmelerinin önünün açılması; bölgedeki belediye meclis üyelerinin DTP’li üyelerle koordinasyon içerisinde somut konulardaki soru önergelerini Meclis’e taşıyabilmelerinin sağlanabileceği, farklı kesimlerden sivil toplum örgütleriyle (sadece kendi inisiyatifindeki yapılar üzerinden değil) daha sıkı ve gerçekçi diyalog süreçleri üretilebileceği idi.

Tabii şimdilerde birer temenni olarak dile getirilen ve vakıaya uygunluğu ayrı bir tartışma konusu olan bu türden taleplerin karşılanmasının önündeki en başat engel, başta Erdoğan olmak üzere AK Parti’nin genel anlamdaki “benbilirimci” tutumlarıydı.

Tasfiye Psikolojisi Yerine, Muhataplık Ümidi Yeşertilebilirdi

Bugün artık bir devlet politikasına dönüştürüldüğü ilan edilen “tasfiye stratejisi”nin9 oluşturduğu ortamda İran, Suriye ve K. Irak’taki bölgesel gücün gerçek partnerler olduğu, dolayısıyla DTP olsa da olmasa da bu sürecin yürüyeceğine dair imalar, iç ve dış operasyonları durdurma konusundaki isteksizlik (hatta Kandil üzerindeki baskıları artırma amaçlı kararlılık), tek taraflı ateşkeslerde kaybedilen militanların bölge halkı üzerinde açtığı yaraların açılım konusundaki samimiyeti sorgulatmada yapacağı etki hesap edilemedi.

Nitekim Kürt halkının hatırı sayılır bir kesiminin kesin olarak inandığı husus, PKK’nın gerçekten barışı istediğidir. Savaşı da bu amaca ulaşabilmek için sürdürmektedir. Kitlesi nezdinde PKK, tek taraflı ateşkesleri bir iyi niyet göstergesi olarak ilan etmiş ama bu yitirilen militanlardan başka bir işe yaramamış ve bu sürecin sorumluluğu da AK Parti’nin omuzlarına yüklenmiştir.

29 Mart Yerel Seçimlerinden Gereken Ders Çıkartılmadı

Gerek bu tabloyu görme ve hesapları buna göre yapmadaki isteksizlik, gerekse militarizmin sınırötesi hevesi, 29 Mart yerel seçimlerinde AK Parti’ye fatura olarak kesiliyor ve DTP bölgede ciddi bir desteğin sahibi oluyordu.

Oysa dayıları, abileri, ablaları, evlatları dağda bulunan bu insanlarda önce “muhataplık ümidi” ardından “tasfiye korkusu”nu oluşturmanın bedelleri olacağını görmek gerekiyordu. Nitekim Öcalan’ın yol haritasının sümen altı edilmesi, PKK’nın deklare ettiği “savaşı bırakma koşulları”na istihzayla yaklaşılması gibi nedenleri de buna katarsak son yedi-sekiz ay içerisinde 800’den fazla insanın dağa çıkmış olduğuna atıf yapan tespitlere şaşırmamak gerekir.10

Dolayısıyla, AK Parti’nin “demokratik açılım” konusunda verdiği görüntü; sistem karşısında özgürleşme mücadelesi veren geniş halk kesimlerini, sisteme yeniden ve zorla entegre etmek şeklinde okundu. Daha doğrusu bu şekilde lanse edilebilmesi kolaylaştı.11

Tasfiye Stratejisi Ergenekon’u Besler

Şunun altını bir kez daha kalınca çizmek gerekir ki artık bir stratejiye dönüşmüş olan “tasfiye psikolojisi”nin korunması sadece hükümetin kendi bindiği dalı kesmesi anlamına gelir. Murat Karayılan’ın “Tetiği çekmeyeceğiz ama elimiz tetikte bekleyeceğiz!” dediği savaş ortamının psikolojik ve fiili şartlarını diri tutar. Ve bu durum, hükümeti iki ucu pisliğe bulanmış bir açmaza sürükler. Oy kaygısıyla yıllardır -kırmızı çizgilere atfen- zaten sürdürülegelen politikalarda iyileştirme çabası gütmediğinizde, bu defa savaşan iki tarafın da sizi zora koşucu tutumlarına teslim olmak zorunda kalırsınız. Hem de bu kez hamleler birbirlerine değil, size dönük olur!12

Geniş Katılımlı Yol Haritası ve Yapılması Gerekenler: Muhatabı Tasfiye’ye Değil ‘Onurlu Bir Barış’a Zorlamak!

Öte yandan AK Parti’nin sadece bu konuda değil, “demokratik açılım”ın diğer alanlarında da mutlaka adımlar atması gerekir. Ergenekon’u tasfiye süreci ile yıllardır hakları gasp edilmiş bir halkın destek verdiği bir yapılanmanın tasfiyesini aynı düzlemde görmekten vazgeçmeli. Uluslararası konjonktüre yaslanmaktansa iç siyasetin önceliklerini görebilmeli.

Bu yüzden PKK’nın İmralı üzerinden olmasa bile, BDP üzerinden muhatap alınıp sürece ivme kazandırılması, kitlelerin umutlarının törpülenmemesi açısından önemlidir. Buna Avrupa’dan gelişlerin önünün açılması, anayasa ve yargı reformu, parti kapatmalardaki keyfiliklere son verme, genel ya da kısmi bir affın yollarının aranması, BDP yöneticileri ile ilişkilerin sıklaştırılması ve ateşkes arayışlarının hızlandırılması da eklenebilir.13

Tasfiye psikolojisini giderici ve onurlu bir şekilde dağdan inişleri teşvik edici politikalar14 yeniden hız kazanmalı, DTP’nin Kürt halkından aldığı 2,5 milyonluk desteği hesap eden bir politik tutum belirlenmelidir.15

Kısacası açılıma ilişkin dil, televizyon, eğitim vb. alanlarda Kürt halkının özlemlerine cevap veren somut adımlar atılırken, PKK’yı “bir şekilde tasfiye”ye değil, “onurlu bir barış”a davet etmenin zeminini de beslemek gerekiyor.

AK Parti’yi Eleştirmeyi Ertelemek Egemen Kalıplarla Düşünmeyi Besliyor

Öncelikle zihinlerin egemen statükonun düşündürtme biçiminden özgürleşmesi gerekiyor. “AK Parti daha ne yapsın, bütün suç vesayet altındaki DTP/ BDP çizgisinde!” yaklaşımı, sorunları bütüncül tarzda görmekten uzak; egemen paradigmayla barışıklığını sürdüren sağ-muhafazakâr düşünüş biçiminin kapılarını ardına kadar aralayan bir itikadı kuşanmak anlamına gelir.16

Aksine AK Parti her ne kadar bürokratik oligarşi tarafından tasfiye edilmeye çalışılsa da aynı zamanda ülkenin yıllardır süren sorunlarını aşmada devletin AK Parti ile giriştiği zımni bir ittifakın varlığı da görülebilmeli. Bu ittifakın kırmızı çizgilerinin AK Parti’yi doğru düşünmek ve davranmaktan zaman zaman alıkoyduğu, devletin kadim refleksleri ya da tepkisizliğiyle hareket etmeye zorladığı görülebilmelidir. Bunun en fazla hissedildiği alan ise Kürt sorunudur. Nitekim burada engel sadece bürokrasinin vesayeti değil, aynı zamanda derin çizgilerle ulusalcılık ve muhafazakâr-milliyetçilik rotasında militarize edilmiş Türk kökenli kitlelerin vesayetidir.

AK Parti, Halkı Sürece Pekâlâ Katabilir

Buna mukabil, AK Parti’nin özellikle bu “halk vesayeti” psikozundan kurtulması gerekiyor. Mesela, Dersim olayı tartışılırken, toplumun hiçbir kesimi çıkıp da “Devlet iyi yapmıştır!” ya da “Devlete isyan nasıl meşrulaştırılır?” diye kamuoyu oluşturmaya kalkmadı. Dersim konusunda halkın bir bölümünün hışmından nasibini almamak için milliyetçi odaklar suskun kalırken, Dersim isyanı aleyhinde konuşan kesimler halkın vicdanında yargılandı ve mağdurların kitle gösterileri kamu vicdanında makes buldu. Sonuçta bu sorunun da en büyük mağdurları halkın çocukları. “Analar ağlamasın!” sloganını tahfif eden savaş lobisini bir kenara koyarsak, konunun gerçek muhatapları yüz binlerce asker ailesi. Dolayısıyla toplumun büyük çoğunluğunun, savaşın lanetlendiği, barışa doğru adımların atıldığı, silahları susturmaya yarayacak her gelişmeyi iyi aktarıldığı takdirde rahatlıkla hazmedebileceği, milliyetçi reflekslerinin törpülenebileceği görülebilmeli. Bu noktada AK Parti’nin atacağı cesur adımlar, adil bir barışa yönelik ortaya konacak sağlıklı bir propagandayla beslenip Türk halkının desteği kazanılabilir.

AK Parti, bu konuda halk vesayetini kıramamasının önündeki en büyük engelin kendi zihinsel kodlamaları (akidesi) olduğunu görebilmeli. Muhalefet ve bürokrasinin nefesini ensesinde hissederek oy kaybedeceğini ve halkın menfi propagandalar yüzünden gelişmeleri hazmedemeyeceğini zannediyor.

Bundan Sonra Top AK Parti’de

Dolayısıyla Türkiye’nin yarısının oyunu ve sorumluluğunu arkasına almış; hukuk, adalet ve barış noktasında farklı kesimlerin de desteğine sahip olan AK Parti’nin net olarak şunu görebilmesi gerekiyor: Reşadiye vb. olaylarda nasıl ki hedef kendisi idiyse, DTP’nin kapatılması olayında da gerçek hedef kendisi idi. İşte bu yüzden Ergenekon sürecindeki azim ve tutarlılığın benzerini burada da gösterebilmeli, bunları birbirinden kopuk süreçler olarak görmemeli, kendi kaderiyle açılımın selametinin aynı düzlemde yer aldığını görebilmelidir. Bu denklemi bozacak unsurların ise Kürt halkının umutlarının törpülenmesi, DTP/PKK ile halk arasındaki ilişkinin doğru okunamaması,17 sorunların çözümünde farklı kesimlerle gerekli ittifakların oluşturulması için çaba harcanmaması, oy ve siyasi beka endişesiyle vesayet ilişkilerinden kurtulmaya cesaret edilememesi olduğunun bilincine varılması gerekir.

 

Dipnotlar:

1- DTP/PKK çizgisinin başörtüsü karşıtlığı; 28 Şubat memnuniyeti; laiklik üzerinden TSK’ya yaptığı işbirliği çağrıları; Mustafa Kemal ve İslam’a yaklaşımı konularında geniş bir değerlendirme için, Hakz dergisinin Haziran 2009 (Sayı: 219) tarihli nüshasındaki, Özgür-Der Diyarbakır Şube Başkanı Serdar Bülent Yılmaz’ın “PKK’nın Laiklik Hassasiyeti” başlıklı araştırma-değerlendirme yazısına bakılabilir. (Ayrıca bkz. Bahadır Kurbanoğlu, “Eve Dönüş ve Sınırötesi Operasyon”, Haksöz, Ocak 2008, Sayı: 202, Ulusalcılık ve Laiklik Batağında Kürt Kemalizmine Oynamak başlıklı bölüm.)

2- Aysel Tuğluk’un Anayasa Mahkemesi’nin kararının ardından Diyarbakır’da DTP kitlesine yönelik yaptığı konuşmada, “…Biz sizden çok şey istemedik. Dilimizle konuşmak istiyoruz, kimliğimizle yaşamak istiyoruz dedik…” söylemi ne kadar tutarlı ve inandırıcı görülebilir? Kendileri bunu samimiyetle dile getiriyor olsalar bile, açılım sürecinde bu yönde adımların atılmadığı söylenebilir mi? Üstelik bu adımlar atılırken, süreci yönetenlere gereken desteğin sunulduğu ifade edilebilir mi?

3- Öcalan’ın Ergenekon’a ilişkin bu ve benzeri değerlendirmeleri erişimi engellenen rojaciwan sitesinde, nasname’de ve ulusal pek çok haber sitesi ve gazetede yer aldı.

4- “Apo’nun ‘Ergenekon çatışmasında taraf olmayın!’  emri ne anlama geliyordu?” diye sorulması gerekir. Anlaşılan o ki, “Gerçek yurtsever, Kemalist” dedikleri aydınlarla Kemalist oligarşinin Ergenekon konusundaki uzlaşısı ve PKK/DTP’yi Türk-Kürt geniş halk yığınlarının talep ve kaygılarının karşısında bir yere oturtması, örgütü ve partiyi hiç de rahatsız etmiyordu. ‘Demokrasi’ ve ‘barış’ söylemlerine de halel getirmiyordu. Ergenekon operasyonunun peşinen uluslararası bir komplo olarak görülmesi ve PKK’yı tasfiye etmek istedikleri iddia edilen aynı güçlerin operasyonu olarak nitelenmesi, beraberinde PKK/DTP’nin Türk oligarşisiyle aynı düzleme düşmesi açısından bir sakınca oluşturmuyordu.

5- Oysa AK Parti’nin operasyonlar konusunda ayak sürçtüğü dönemlerde, MHP-CHP koalisyonunun cenazeler üzerinden kamuoyunda oluşturduğu atmosfer, Genelkurmay’ın bu konudaki heveskârlığı ve Dağlıca operasyonunun yarattığı etki hafızalardaki yerini halen korumakta.

6- İlker Başbuğ’un Silopi’de, CHP-MHP koalisyonunun kopardığı gürültüyü arkasına alıp; Af yok, Kürt dilinde eğitim yok, Anayasa’nın, hatta başka herhangi bir yasanın değişmesine gerek yok, gelip teslim olsunlar, ‘Pişmanlık Yasası’na göre işlem yapılır!” diye gürlediği ve süreci tıkadığı günleri bir çırpıda unutmak mümkün mü?

7- Yine A. Türk’ün Reşadiye olayına ilişkin olarak “33 erin şehit edilmesi olayını hatırlatıyor.” şeklindeki sözleri de aynı olumlu çabaların bir uzantısı olarak okunabilir.

8- Erdoğan’ın sözünü ettiği bu 70 kadar milletvekilinin o günden bu yana bölgede ne tür faaliyetler içerisinde oldukları, üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirip getirmedikleri hep soru konusu oldu. Oysa bugünlerde DTP milletvekillerine yöneltilen bu türden eleştirilerin süreç içerisinde AK Partili milletvekillerine de yöneltilmesi gerekiyordu.

9- Beşir Atalay’ın Irak ziyaretinde müjdelediği(!) “PKK’nın tasfiyesi” konusu ve şimdilerde KCK operasyonu olarak lanse edilen BDP’li belediye başkanlarıyla birlikte yüze yakın partilinin tutuklanması, AK Parti’nin geçmişten ders almadığının bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Nitekim insanları dağdan indirmeye çalışırken, KCK’nın üzerine gitmenin ‘şehirlerden çıkın dağa gidin’ anlamına geleceği gibi, halkın seçtiği belediye başkanlarına yönelik geçmiştekileri hatırlatan muameleler, sadece BDP’li siyasileri KCK’nın kontrolü noktasında zora sokucu bir süreci kışkırtmaz, aynı zamanda normalleşme süreçlerini Ergenekon yapılanması lehine akamete uğratıcı bir işlev de görür. Ulusalcı ve sağ-muhafazakâr kanatların devleti ekranlardan tehdit ettiği iddiasıyla gündemleştirdiği Osman Baydemir’in yana yakıla anlatmaya çalıştığı husus, tam da yeni bir oluşumla normalleşme sürecine girmişken, bu muamelelerin kendilerini kitleyi kontrol etmekten alıkoyacağına ilişkindi.

10- 800 rakamının bir propaganda olup olmadığı ve gerçeği ne kadar temsil ettiği ayrı bir konu olmakla birlikte, insanları dağdan indirmeye çalışırken, yüzlercesinin dağa çıkmak zorunda kalması, AK Parti’nin bu konudaki politikalarının başarısızlık hanesine yazılması gerekenler arasında sayılabilir. Bu hususta, militarizmin oluşturduğu şartlara teslim olmuşluk hali, AK Parti’yi bu kulvarda savunmaya çalışanlar açısından bir bahane konusu olabilir ama AK Parti’nin bundan şikâyet ettiğini kısık sesli serzenişler dışında işitmedik!

11- Denilebilir ki, AK Parti’nin militarizmin bunca yıllık engellerini törpüleyerek ortaya koyduğu çabalar, tıpkı Emine Ayna örneğinde görüldüğü gibi her daim çığlıklarla karşılanıp “Bitti... Açılım maçılım yok!” şeklinde yorumlanacaktı. Dolayısıyla AK Parti ne yapsa peşin yargılı ve açılım karşısındaki konumunu çoktan oluşturmuş bu siyasi yapılanmaya yaranamayacaktı. Bunun eksik bir tespit olduğunu düşünenlerdenim. Birincisi, siz şartsız koşulsuz tasfiye psikolojisini beslerseniz, bu tepkileri almak (yani onları hataya zorlamak) normal hale gelir. İkincisi, her ne kadar vesayet ilişkisinden söz edilse de DTP ve Kürt halkı içerisinde herkes Emine Ayna gibi düşünmüyor. Dahası, böylesi bir vasatta dahi ortaya koyacağınız politik hamleleriniz olabilmeli. PKK/DTP sürecin başından bu yana böyle düşünüyor idilerse, dağdan inişleri organize edişleri ya da Karayılan’ın açıklamalarındaki “Öcalan olmazsa DTP, o da olmadı hiç olmazsa akil insanlar muhatap alınmalı.” deklarasyonunu nereye oturtacağız? 25 yıldır savaş veren, 2,5 milyon insanın desteğini almış bir hareketi, bırakın koşulsuz tasfiyesini, “onurlu bir barış”a sevk etmenin yolları aranıp bulunamaz mıydı?

12- “3 gün içerisinde Reşadiye’de ne oldu?” diye merak edenlerin istihbaratçılık oyunu oynayacaklarına aslında kendilerini daha farklı bir sorgulamanın içerisine sokmaları gerekmiyor muydu? Diyelim ki PKK’nın bir kanadı (ya da bizatihi kendisi) ulusalcı kanatların işine gelecek manada bu işi üstlendi. Sanki hükümet PKK’yı ya da onun siyasi kanadını muhatap alıp, süreci baltalamayacağına ilişkin kendisinden garanti mi almıştı ki, Reşadiye olayından bu derece emin olduğuna ilişkin yorumlamalara girişti? Olayı PKK’nın gerçekleştirmesinin (ya da bilinçli olarak üstlenmesinin) AK Parti’yi zora sokup CHP-MHP koalisyonunun elini güçlendirdiği düşünülebilir. Ama zaten bu aynı zamanda “Benim itibarımı düşünmeyenleri ben hiç düşünmem!” mesajı değil midir? Hükümet tarafından açılıma “haince” vurulmuş bir darbe olarak yorumlanması doğaldır; ancak açılım tartışmalarının devam ettiği süreçlerde Kandil’i bombalayan, PKK’lı avını sürdüren, ateşkes ya da silahların kısa-uzun vadeli susması için hiçbir girişimde bulunmayanların bunda hiç suçu yok mu? Açılım altın tepside mi sunulacaktı? Dolayısıyla ha Ergenekon işi ha PKK ne fark eder? Sürece ilişkin militarist resmi ideolojik kalıplardan sıyrılamayanlar karşı tarafın kendi resmi ideolojik kalıplarını sorguluyorlar. Aynı mantıkla esas Ergenekoncu çevrelerin eline kendileri koz vermiş olmuyorlar mı?

“Ergenekon öcüsü”, ulusalcıların “dış mihrak” edebiyatına benzemeye başladı. Oysa yanlış politikaların Ergenekonculara zemin hazırladığı görmezden geliniyor. Bunca yıllık yapılanmalar konumlarını bir çırpıda terk edecek değiller!

13- “Ergenekon’un avukatıyım.” diyen Baykal’ın başkanlık ettiği, Dersim katliamını öven Onur Öymen gibi şahinlerin yetiştiği ve Kürt sorununun baş müsebbibi olan bir siyasi çizgiyle görüşmeler yapma konusundaki ısrardan daha fazlası pekâlâ DTP’ye yönelik olarak gösterilebilirdi. Öyle ya, Baykal’la görüşmeden evvel, “Ergenekon’u lanetlemeden seninle görüşmem!” şartı öne sürülmediğine göre buna alışmak da o kadar zor olmayacaktır...

Öte yandan maddeler halinde belirttiğimiz ve zamana yayılarak, kamuoyunu da alıştırarak gerçekleştirilebileceğini düşündüğümüz hususlarda bir yol haritası belirlenip, seçimler öncesi ve sonrası icraata geçirilebilecek olanların belirlenmesi elzem hale gelmiş bulunuyor. Her ne şekilde olursa olsun, bu maddelerin BDP’nin de içinde yer aldığı geniş konsensüslerle ve kamuoyu oluşturarak hayata geçirilmesi, hükümetin elini güçlendirecek ve açılım konusundaki inandırıcılık çıtasını da yükseltecektir

14- Dağdan inişlerin bölge halkında yarattığı coşku, “anlaşılmış olma ihtimali”nin yarattığı umutlar olarak okunmalı ve bu süreç kaldığı yerden devam ettirilebilmelidir. Dağdan inişlere paralel olarak koruculuk sistemi kaldırılmalı; köye dönüşler teşvik edilmeli ve dönenlerin yaraları sarılmalıdır.

15- Egemenler tarafından sıkıştırıldıklarında demokrasiye ve kendi aldıkları oy oranına atıfta bulunmayı şiar edinmiş olan AK Parti kurmaylarının da 2,5 milyonluk bir halk desteğini arkalarına almış olan DTP’nin de aynı duygularla hareket ettiğini hesap etmeleri gerekirdi.

16- AK Parti’yi ülkenin tüm sorunlarına ilişkin olarak her türlü basireti kuşanmış ve hikmetinden sual olunmaz bir yapıda görenleri bir kenara bırakırsak, partinin geniş kitlelerin faydasına yönelik attığı adımlarda da pekâlâ eksik ve zaaflar, hatta telafi imkânı bulunmayan fahiş hatalar bulunabilir, bulunuyor da. Bunları sorgulama ameliyesinin karşı cenahlarda bulunanların zaafları üzerinden örtülmemesi gerekir. Aksine hükümetin yol haritaları ve icraatları, tıpkı başörtüsü meselesi, Irak politikası, ABD destekli operasyonel çözümler ve benzerlerinde olduğu gibi takip edilmeli ve eleştirilmelidir.

Özellikle konunun hassasiyetinden kaynaklanan sebeplerle mezkûr süreçte AK Parti yanlısı ve DTP-PKK- Ergenekon bağlantılı yorumlara çok fazla rastgelindi. Sadece muhafazakâr çevrelerde değil, hemen her kesimde konu bu düzlemde ele alındı. Ancak AK Parti’nin sadece hatalarına değil, resmi ideolojik kalıpların sorgulanamamasının getirdiği günahlarına da özellikle bu süreçte değinilmesi elzemdir. Bunun da ötesinde, yürüttüğü politikanın sorgulanamazlığı düşüncesinin de sorgulanabilmesi gerekiyor. Diğer türlü AK Parti kurmayları günden güne daha fazla yapıp ettiklerinin bu ülke için en iyisi olduğu vehmini taşımayı sürdüreceklerdir.

17- BDP’nin Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in Milliyet’ten Devrim Sevimay’a yaptığı açıklamalar, sorunun çözümüne katkıda AK Parti’nin konuya bakışını olumlu yönde etkileyebilecek ve merkeze tasfiye stratejisini alan yol haritasının tashihini sağlayabilecek önemli köşe taşlarını belirleyen mesajlar içermekteydi:

“Kaygım ve endişem şu ki, duygusal kopuş tehlikesi yaşıyoruz... Özellikle Sayın Başbakan’a çağrımdır... Süreci bu sefer sil baştan yeniden ve birlikte başlatalım. Çünkü şu ana kadar yaptıklarınız buranın algısını, duygusunu yanına almadı, burayı dışladı. Oysa burayı sürece katmazsanız olmaz...”

“…Dünyanın neresinde olursa olsun silahların konuştuğu bir yerde, aynı zeminden beslenen ve aynı tabana hitap eden biri silahlı, biri sivil iki tüzel kişiliğin tamamen bağımsız olma şansı yoktur. Bunu görmemiz ve kabul etmemiz lazım. Bunun psikolojik etkileri var, sosyolojik etkileri var. Dolayısıyla gerçekten sivil ve demokratik bir siyaset arzuluyorsak yapmamız gereken ilk şey önce çatışmasızlığı sağlamaktır.”

“Evet, sevseniz de sevmesiniz de, kabul etseniz de etmeseniz de, Kürt sorununun tarafları açısından Öcalan bir aktördür. Şimdi bunu reddederseniz çözüme kolay ulaşma şansınız yok. PKK bir aktördür, BDP bir aktördür, Kürt aydınları camiası bir aktördür... Ana aktör AKP, görünen diğer aktör de BDP olduğuna göre, bu görünen aktörler görünmeyen aktörlerle direkt veya dolaylı görüşmek durumundadır... Devlet, AKP ve hatta aydınların bir kısmı BDP’ye hep şunu söylediler: Öcalan'ı reddedin, PKK'yı reddedin, siz ortaya çıkın. Bu, açık söylüyorum gerçekçi değil...”

“BDP’ye şu mesaj verilebilir, ‘Tamam Öcalan bir aktördür, tamam PKK bir aktördür, ama bu iş ancak sizin üzerinizden yürüyebilir, sizin muhataplığınızla bu sorun çözülebilir... Gelin hep beraber PKK’yı silahsızlandıralım... Bunun yegâne bir yolu var: Direkt veya dolaylı, kendisini ikna etmek. Kendisi rıza göstermeden ve buna ikna olmadan elindeki silahı nasıl alacağız?” (Milliyet, 11-12 Ocak 2010)