2009 Haziran-Temmuz ayından bu yana Türkiye gündemini kuşatan alışılmışın dışındaki başlık “açılım politikaları” oldu. Konu sistemin restorasyonu şeklinde algılansa da bizleri kuşatan sistemin sivrilikleri, yasakları, zulmü ve asimilasyon politikaları ile doğrudan alakalıdır.
Açılım politikaları konusundaki tartışma, tabii ki sistemin İslamlaşmasıyla ilgili değildir. Ama bu tartışma, mevcut Kemalist sistem içinde darbe rejimini, işkenceyi, yargısız infazları ve kimliklerin tek tipleştirilmesini normal gören jakoben laiklik anlayışı ile; postmodern ve göreli bir tarzda da olsa hukukileşmeden ve farklı kimliklere müsamahadan yana olan demokratik sekülerlik veya ABD’de olduğu gibi “dinî özgürlük”çülük anlayışı arasındadır. TC sistemi için tartışan hatta çatışan tarafların bir ucunda statükocular, bir ucunda da değişimciler bulunuyor.
Mümtehine Suresi’ndeki “Din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere adaletli davranmanız yasaklanmaz.” ve “Sizinle din uğrunda savaşan, sizi yurdunuzdan çıkaran ve sizin çıkarılmanıza yardım eden kimselerle dost olmayınız.” hitabındaki Rabbimizin buyrukları, bu tartışma gündeminde bizi ölçülü ve sorumlu davranmaya sevk eden temel kriterlerimizdendir. Ancak söz konusu açılım politikaları konusunda İslami endişeler taşıyan kesimlerde vahyî kriterlere dayanan olgun bir istişarî zemin oluşamadığı gibi, henüz yeterli bir mutabakat hali de kurulabilmiş değildir.
Açılım politikaları ve Kemalist darbeci statü karşısında Müslümanlar arasında üç yaklaşım veya üç tutum söz konusudur:
1-Tutum: Kemalist statüye karşı olanlar benim dostumdur deyip, onunla kimliksel bütünleşme içine girenler, bağımsız ve istişarî kimliklerinden uzaklaşanlar.
2-Tutum: Kemalist statüye karşı olanlar dostumdur dolduruşuna gelmemek için zalim olanla mücadeleyi geleceğe erteleyen ve her iki tarafa da fiilî tavır almaya çalışanlar.
3-Tutum: Kemalist statüye karşı tavır alan güç, İslamcı olmasa da vahye göre siyaset yapmasa da (Türkiye’deki muhafazakâr demokratlar, liberaller, ikinci cumhuriyetçiler vd.) onların, olumluluklarını destekleyip, yanlışlarını eleştiren ama bağımsız ve istişarî İslami kimliğini devam ettirenler.
Hayata müdahale eden Kur’an’ın talebeleri, takipçileri için doğru olan üçüncü tutum olmalıdır. Türkiye’deki tevhidî uyanış sürecini ayakta tutan bu öbekler, kimliklerini gizlemeden ve ayetlerin üzerini örtmeden safha safha geliştirdikleri ve parça parça ilerledikleri sisteme yönelik mücadelelerini de gasp edilmiş haklarını geri almak olarak görmektedirler. Kendilerine din üzerinden savaş açmayan, yurtlarından sürmeyen ve sürenlere yardımcı olmayan, yasaklar koymayanlara karşı da adaletle davranmak taraftarıdırlar.
Bu tutarlılık, karşıtına müdahaneyi/yağcılığı ve kuyrukçuluğu değil, özgüvene ermiş bir eminliği ve adalet sorumluluğunu ifade eder. İslami ölçülerinde ve tanıklığında mutmain olamamış ve yeterli istişarî mekanizmalarını kuramamış nefisler ise bu tür hallerde panik, tereddüt ve evham halinin zaaflarından ayrışamamaktadırlar.
Rabbimiz Bakara Suresi’nde de Müslümanlara “şüheda” olmalarını, yani vahye tanıklıkta yaşayan şehitler olmalarını ister. O zaman bilinçli Müslümanlar bu temel görevlerini yerine getirmek yükümlülüğü içindedirler. Bunun için de Müslümanlar öncelikle bulundukları yer, konum, tarih ve toplumla ilgili durum değerlendirmesi yaparlar. Çünkü Müslümanlar Kur’ani mesajın taşıyıcılarıdır. Kur’an da insanları karanlıktan aydınlığa çıkartmak ve hâdi, furkan özelliği ile ölçü bildirmek için gönderilmiş Rabbani bir rehberdir.
Bizler, içinde yaşadığımız “toplumun %99’u Müslümandır” denile denile büyüyen bir nesiliz. Oysa son Osmanlı nüfus sayımında bile Anadolu halkının %40’ı gayrimüslim görünüyordu. Yani içinde yaşadığımız topraklardaki gayrimüslimler azınlık değillerdi. Ama yakın tarih sayfalarımız tehcir, katliam ve asimilasyon olaylarıyla dolu. 1945’ten sonra Türkiye Müslümanlarının önemli bir kesimini de kuşatmış olan romantik milliyetçilik, bu olayların tartışılmasını engelliyor.
Türkiye halkının bırakalım %99’unu, hissedilir bir bölümü bile gerçekten Kur’ani bir akaidin, Kur’an’la sağlaması yapılmış bir Muhammedî Sünnet anlayışının, Kur’an’la oluşmuş bir ahlâk ve kültürün taşıyıcıları mıdır? Ergenlik ve rüşt yaşına adım atıldığı seneleri de kapsayacak şekilde 8 yıla çıkartılan zorunlu eğitimde de tüm erkekler için zorunlu askerlik dayatmasında da piyasa ekonomisinde ve medya kültüründe de vahyî bir eğitim ve ahlâkla mı iç içeyiz, yoksa cahilî bir kültür ve eğitimle mi karşı karşıyayız? İçinde yaşadığımız toplum nasıl bir toplum? Bu toplum vahiy toplumu mu, yoksa laik Türk ulus toplumu mu? Ve bu toplumdaki Müslümanlar kültür, sanat, düşünce, eğitim ve ekonomi alanında ne kadar kendilerini hissettiriyorlar?
- 28 Şubat 1997’de Türkiye üniversitelerinden 100 bine yakın başörtülü öğrenci okullarından atıldı veya ağır mağduriyetler yaşadı.
- 15 yaşın altındaki çocuklarımızın Kur’an öğrenimi yasaklandı.
- İHL’lerin orta kısmı kapatıldı. Lise kısmını bitirenlerin ise müktesep hakları gasp edilip üniversiteye girmeleri “katsayı” dayatmasıyla engellendi.
Şimdi gündemde “açılım politikaları” var. Türkiye’de dokunulmaz kabul edilen konulara dokunulmaya başlandı. Darbeci, cuntacı, yangısız infazcı, işkenceci subayları teşhir edebilme imkânı oluşturuldu.
Kürt halkına yapılan zulümler, resmi planda konuşulmaya başlandı.
1925 Şark Islah Planı’ndan bu yana dil yasağı, yani kişilerin kamusal alandaki diyaloglarında bile ana dilini konuşma yasağı gündeme getirildi.
Alevilere yapılan katliamlar, bir Başbakan’ın ifadeleriyle gündem yapıldı.
TC tarihi içinde bu ve buna benzer konuların ele alınabilmesi güzel gelişmeler. Bu görece özgürlük ortamının ve düşünce serbestisinin daha da genişletildiği bir süreç.
Ancak açılım politikalarının estirdiği ifade özgürlüğü rüzgârının tesir etmediği duvarlar da var. Bu engellerle ilgili tespitlerin bir kaçını şu şekilde özetleyebiliriz:
1- Hâlâ İstiklal Mahkemelerinde İslami kimlikleri nedeniyle jakoben yöntemlerle idam edilen 10 bine yakın “alimimiz”in, kanaat önderimizin hesabını soramıyoruz.
2- Azınlık vakıflarının iadesi konuşulabiliyor ama Atatürk ilke ve inkılâpları ile İslami çalışmalara hizmet eden vakıflarımıza el konulması konusu gündeme getirilemiyor.
3- Bir halkın asırlardır kullandığı yazı dili değiştirildi. Bu suç sorgulanamıyor.
4- Türkiye’de Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile İslami eğitim bütünsel olarak yasaklandı. Bu yasak hâlâ ilahiyat fakülteleri ve İHL’ler müfredatında devam ediyor. Dolayısıyla İslam başta olmak üzere dinî eğitim yasakları konuşulamıyor.
5- 5816 sayılı yasa bir kişiyi adeta putlaştırıyor. Türkiye’de Allah eleştirilebiliyor ama Atatürk eleştirilemiyor. Bu yasakçı yasanın değiştirilmesi konusu açılım politikaları içinde her nedense unutuluyor. Dünyada ve dünya tarihinde bir kişi için bu kadar heykel ve büst yapılmadı; bu kadar kişisel tapınç edebiyatı yapılmadı. Bu konuları bile gündeme getirmek halen tehlikeli olarak algılanıyor.
6- Ulusal törenler olsun; Atatürk büstleri önünde, 10 Kasım’da ve Anıtkabir’de olsun, ulusal sembollere ve “milli yatır”a periyodik ritüeller şeklinde saygı duyma şartlandırılmasıyla eğitiliyor ve boyun eğmek konusunda kanuni dayatmalarla yaşıyoruz.
Kimliğimiz ve Yaşadığımız Acılar
Türkiye, inanç ve düşünce yasaklarının kanunlarla, olmazsa askeri darbelerle dayatıldığı bir ülke. Bizler bu Kemalist Batıcı toplumsal kuşatma içinde yaşıyoruz. Ve bu toplum içinde sindirilen, bulandırılan, zayıflatılan İslami kimliği yeniden vahiy ve fıtratla buluşturmaya çalışan Müslümanlarız.
Bizler Türkiye Cumhuriyeti’nde I. Meclis darbesinden sonra, Batıcı-laik işbirlikçi-ulusalcı projeye karşı yani Batılı asimilasyona karşı tavır aldığı için Rize’de, Konya’da, Antalya’da, Elazığ’da, Düzce’de, Dersim’de katledilen insanların, katledilen Müslümanların torunlarıyız. İslamoğlu’nun aktardığı gibi, Kur’an-ı Kerim’in ahkâmı ilga ediliyor, ortadan kaldırılıyor diye Arapça bir kıyam kararı alarak1 direnişe geçen Şeyh Said ve arkadaşlarından Yunan-Türk savaşında ölen insanlardan 2-3 kat fazla Müslüman katledilmişti.2
Sonra hukuk alanında İslami tüm değerler tasfiye edilirken faşist İtalyan ceza yasası, İsveç medeni yasası getirildi. Asırlardır Kur’an harfleriyle kullanılan yazı dili yasaklandı. Hac ve Kur’an eğitimi yasaklandı. Camilerden kapatılanlar oldu. Ezandaki Allah lafzı da yasaklandı. Necip Fazıl Kısakürek Büyük Doğu dergisinde 1930’lu 1940’lı yıllarda resmi yazılarla Allah demenin bile yasaklandığını belirtmişti. Türkçeleştirilen ezanda Allah lafzının yerine “Tanrı” kullanıldı. Tabii ki tanrılar da denilebilirdi. Hindistan Müslümanlarının, hilafeti kurtarmak ve Osmanlı Müslümanlarının bağımsızlığı için gönderdiği paralarla İş Bankası kuruldu. Ve ithalatçı yapılan Kemalist kadrolara bu bankadan verilen kredilerle temel malların ithalatı ve fahiş fiyatlarla satışı sağlanarak türedi milyonerler yaratıldı.
Türkiye’deki Kemalist sol ve sosyalistler 1960’lı yıllardan bu yana sürekli olarak sistemi eleştirirken “TC’de toprak ağalığı niçin kaldırılmadı?” diye gündem oluşturarak sınıf mücadelesi iddiası içinde oldular. Oysa Ermeni tehcirinden sonra boşalan arazileri de içine alarak 60 bin, 70 bin dönümlük çiftliklere sahip olur hale getirilen toprak ağaları, Mustafa Kemal’in oluruyla ölünceye kadar TBMM’de mebus olarak bulundular. Atatürk ise kendisine ait toplam 300 bin dönüm çiftlik edinmişti. Bu bilgiler açık seçikken, ilerlemeci bir felsefenin hurafeleriyle Kemalist olup da sosyalistlik iddiasında bulunanlar, kimliksel bir kozmopolitizm içersindedirler. Cumhuriyet rejiminin kurulduğu yıldan itibaren toprak ağalığı politikaları, yaşanan haksızlık ve büyük zulümlerin sadece görünen bir parçasıdır. Sonuç olarak zaaflı da olsa İslam’a aidiyet duyan Osmanlı tebaası her alanda tamamen Batılı bir toplumsal mühendislikle laik-Batıcı Türk ulusal toplumuna dönüştürülmeye çalışıldı.
Yaşanan bu zulümlere karşı sesini yükseltenlerin infazcısı İstiklal Mahkemeleri oldu. Açılım politikaları sürecinde TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, bazı Meclis zabıtlarını incelemeye açacaklarını söyledi ama İstiklal Mahkemeleri zabıtlarının bunun dışında olduğunu belirtti. Aradan 75-80 yıl geçmesine rağmen binlerce insanın idam edilmesiyle ilgili “zabıtların niçin en azından araştırmacı akademisyenlere açılmasının mahzurlu görüldüğü” sorusuna karşılık saçma bir sessizlik yaşanıyor. Ancak bu konunun böylesine sansürlü olarak gündemleştirilmesinin bile gelecek gündemlerimiz için önemli olduğunu belirtmemiz gerekir.
Osmanlı tebaası olan Türkiye halkının veya halklarının Sünnisi ile Alevisi ile Cumhuriyet rejiminde dinî aidiyetleri zedelendi, birçok değeri imha edildi, inanç eğitimleri yasaklandı. Bu yasak ve asimilasyon politikalarına direnenler katledildi, sürüldü, büyük acılarla karşılaştı. Sindirilen ve karşıtına sığınma konumuna itilen Sünni ve Alevi kesimin çocukları değişik politikalarla karşıtına hayran hale getirildi. Sünni kesimde 1945’ten sonra Türk milliyetçiliği ve DP ile beraber de sağcılık yeşertildi. Dersim katliamından sonra yetim kalan on binlerce Alevi çocuğu da yatılı okullara alınıp devşirilerek Kemalist olarak yetiştirildi. Şimdi bakıyoruz cem evlerinde bir tarafta Hz. Ali’nin portresi diğer tarafta Atatürk’ün portresi baş tarafta. Ayşe Hür buna ‘Stockholm Kompleksi’ diyor. Yani katiline âşık olmak. Ama öbür tarafta kendisini asimile etmeye çalışan “milli kimlik” ile uzlaşmış ve ona sığınmış bir “milli dindarlık” kaosu karşınıza çıkıyor.
Türkiye’deki merkez-çevre çatışması da İslami ve fıtri değerlerden yabancılaşma politikaları da inanç ve düşünce alanındaki yasaklar da “milyonerler yetiştirmek” adına oluşturulan sömürü ve yolsuzluk mekanizmaları da gücünü sistemin dayatmacı ve Batıcı karakterinden almaktadır. 1923 Mart ayından beri, yani BMM’de muhalefetin en önemli simalarından Trabzon mebusu Ali Şükrü’nün Mustafa Kemal’in muhafız alay komutanı Topal Osman tarafından dağa kaldırılıp işkenceyle öldürülmesinden ve peşinden I. Meclis’in kapatılmasından beri, Türkiye rejimi ve sivil siyaset sürekli askeri darbe tehditleriyle ve sivil-asker elitlerinin vesayeti altında yaşamaktadır. Bu nedenle gündeme gelen açılım politikaları ileri bir aşamadır.
Vesayet Sistemini Tartışmak Yaşanılan Zulmün İfşasıdır
“Kürt açılımı” sonra “demokratik açılım”, vesayetçi kanadın tepkisi yükselince de “milli birlik ve kardeşlik projesi” olarak gündeme getirilen “açılım politikaları”, onurdan ve adaletten yana olan insanlar için Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en önemli gelişmesidir. Açılım politikaları doğrudan Türkiye’deki darbeci, yasakçı, çeteci ve işbirlikçi sistemin statüsünü değiştirmeye dönük bir hamledir.
Belki ortada somut bir proje yok. Olsa da statükonun direnci yumuşatılmadan uygulama şansı yok. Lakin bu süreçte Türkiye’deki vesayet sisteminin tartışılması bile önemli bir açılımdır. Bu nedenle sürecin devamı, tartışılmayan konuların gündeme gelmesi ve eli Müslüman kanına bulanmış olan sistemin, Kemalist uygulamaların ifşası açısından büyük öneme haizdir.
Açılım politikaları konusunda merak edilen en önemli hususlar şunlardır:
1. Açılım politikaları nasıl ve hangi cesaretle gündeme geldi?
2. Açılım politikaları köklü bir değişim ve inkılâbı mı hedeflemektedir yoksa sistem içi bir restorasyonu ve güçlü bir rötuşu mu?
Birinci soru, ABD’nin istemi doğrultusunda 1 Mart Tezkeresi’ni çıkartmaya mecbur kalan AK Parti Hükümeti, “Nasıl oldu da ve nasıl bir cesaretle bu tür bir gündemi ön plana çıkartabildi?” dedirtmektedir.
İkinci soru konusunda da şunları söyleyebiliriz: SP lideri Numan Kurtulmuş, yaptığı son konuşmalarında “bu açılımın rötuş değil, gerçek bir değişiklik olması”nı istiyor. Bu yaklaşım ya realiteyi doğru okumamaktan ya da muhalif bir parti başkanı olma gerekliliğinden kaynaklanıyor. Zira samimi ya da politik olan bu yaklaşım bir özlemi ifade ediyor ama reel gerçeklik olarak vakıaya tekabül etmiyor. Zira açılım politikalarıyla gündeme gelen değişiklik çabaları bir restorasyonu ifade ediyor; yani sistemi Batılı değerler çerçevesinde yenilemeyi. Bu süreçle Türkiye’de hukuk ve özgürlük alanlarının çoğaltılması söz konusu olabilir. Ama buradan İslami dönüşüm çıkmaz. Bu konu, daha ziyade yazının başında değindiğimiz Mümtehine Suresi’nin 8. ve 9. ayetleri ve Rum Suresi’nin ilk ayeti çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Açılım Politikalarının Beslendiği Saikler
Açılım politikaları için “Türkiye tarihinin en önemli gelişmesi” derken durumun analizinden de İslami olarak abartıya kapılmamak gerekir. Ve abartılarla İslami kimliğimizi bulandırmamamız ve asıl görevimizi ertelemememiz gerekir. Tüm bu sistem içinde olumlu gördüğümüz gelişmelere rağmen, biz Müslümanlar olarak kendi kimliğimizi küresel kapitalizme karşı inşa etmeye, bizi eritmeye çalışan “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” hedefine yani büyük fırtınalara karşı, Nuh (as) gibi vahyin gemisinin inşası gibi çabalar sarf etmemiz gerekmektedir.
Açılım politikaları ile ilgili bir de Başbakan Tayyip Erdoğan “Merkezde devlet mutabakatı var.” demektedir. Bu ne demektir? Dengeli bir yaklaşım için ilk defa bu beyanı çözümlemeliyiz.
Aynı zamanda bu sorunun cevabı açılım politikalarının nereden güç aldığını da gösterir. Bu noktada açılımın üç itici gücüne dikkatlerimizi çevirmemiz gerekmektedir:
Birincisi, çevre-merkez tartışmasına,
İkincisi, TSK içinde paşaların tartışmasına,
Üçüncüsü, NATO ülkesi olan Türkiye’nin ABD ve AB ile pazarlık ve bağımlılık boyutuna, diğer dış ilişkilerle ilgili konjonktüre bakmak gerekir.
Açılımın itici gücü önce çevre-merkez çekişmesinden kaynaklanıyor. AK Parti, en başta inanç ve düşünceleri, aynı zamanda da müteşebbislik ruhu bastırılmış bir halkın gücüne, yani çevreye dayandığı iddiasındadır. Çevrenin merkeze yansıyan gücünü iki bölümde ele alabiliriz:
a- Türkiye merkezinde asker-sivil bürokrasi ve jakoben sermaye sınıfı bulunmaktadır. AKP, “Hedefimiz muasır medeniyet seviyesi” derken İslam’a ve Müslümanlara saygı düzeyi dışında, TÜSİAD’la aynı hedefi; yani Türkiye’yi liberal politikalarla kalkındırmayı düşünüyor. Dolayısıyla çevrenin sermaye gücü olan MÜSİAD, TUSKON ve benzeri sermaye öbeklenmelerinin önünü açmaya çalışıyor. Yani MÜSİAD’ı ve TUSKON’u TÜSİAD’ın konumuna taşımak istiyor. Bu süreçte de Müslümanların Protestanlaşması tartışmaları, Caprice gibi 5 yıldızlı otel safahatları ve eski Osmanlı saraylarında yapılan debdebeli düğünlerle yükselen dindar kesimin tüketim kültürünü kamçılayan lüks yaşantısı, 4x4 jeepler meselesi bu nedenle gündeme gelmektedir.
b- Türkiye’de çevre denilince, tabii ki sadece yeni zenginleşen veya kapitalizme evrilen insanlar akla gelmiyor. Çevrede inancı, başörtüsü, ana dili yasaklanmış, beyaz Türklerden olmadığı için parya yerine konulmuş insanlar da var. Ve Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ezilmiş ve sindirilmiş bu insanlar, Kur’an okumanın yasak olduğu ve jandarma zulmüne uğradığı dönemlerde bile gizliden gizliye Hayrettin Karaman’ın aktarımına göre 40 bin Kur’an hafızı yetiştirdiler. Bu hafızlar belki ezberledikleri Kur’an lafızlarının manasını bilmiyorlardı ama İslam’a olan aidiyeti, özlemi ve “maymunlaşma” sürecine karşı direnişi ifade ediyorlardı.
İslam’a duyulan bu aidiyet hissi, Türkiye’deki jakoben siteme yönelik en önemli muhalefet potansiyelini ifade etmekteydi: Hem ekonomik büyümede eşitlik ilkesi açısından hem halkın bastırılmış dinî aidiyetlerini özgürleştirmesi açısından. Bu muhalefetin sesi olmaya çalışan bir parti, ne kadar içte Ordu ve TÜSİAD gibi güç odakları, dışta ABD, AB ve İsrail gibi dış güçleri gözeterek dayandığı çevre için hizmetten ve sorumluluktan kaytarırsa kaytarsın, varlığını devam ettirecekse, sonuçta çevrenin gücünü dikkate almak ve onu dönüştürmeden veya dönüştürmeye çalışarak da olsa ona alan açmak zorundadır.
Ayrıca AK Parti’nin politika yapıcı kadrolarının kahir ekseriyeti, çevrede oluşan tevhidî uyanış sürecinden kopmuş kadrolardan oluşmaktadır. Onlar şimdi eski gömleklerini çıkartsalar da maharetleri İslami mücadele süreçlerinde öğrendikleri muhalif dil ve sistem analizi yapma becerisinden kaynaklanıyor.
Açılımın ikinci itici gücünü, TSK paşalarının gelecek tasarımlarındaki farklılaşma ve iç çekişmeleri beslemektedir. Bu bağlamda Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un 14 Nisan 2009 yılında Harp Okulu’nda yaptığı konuşma oldukça önemliydi. Başbuğ, bu konuşmasında, Kemalizm'i şekilcilikten çıkarıp bir öz olarak algılamak gerektiğini vurgulamış, ırk veya etnik temelli bir milliyetçilik tanımı yerine kültürel temelli bir tanımı savunmuştu. Başbuğ ayrıca küçülen değil liberal yolla büyüyen Türkiye'nin büyüyen ordusu olma gerekliliğine işaret etmişti.3 Tayyip Erdoğan'ın devlet mutabakatı dediği hususlar bunlar olmalıydı. Ordu içindeki Ergenekon kanadı ise Kemalizm’i şekil olarak ve Türk ulusunu da ırk olarak algılıyordu. Laikliği garanti altında tutacak liberal kalkınma hedefi için şartların iyileştirilmesine kendi özerkliklerine dokunulmaması şartıyla olumlu bakan TSK içindeki bu grubun yaklaşımına, TÜSİAD da ayak uydurdu. Son başkanlık seçimlerinde değişimcilerden olan Cem Boyner’in eşi Ümit Boyner TÜSİAD başkanlığına getirildi.
Değişimden yana olan TSK paşaları ve TÜSİAD tarafından AKP, büyüyen Türkiye ve liberalizm için çevrenin de dinamik gücünü taşıyan lokomotif konumunda; CHP ve MHP çarkları ise yıpranmış, köhne veya amatör olarak görülüyor. Ancak değişimci TSK’nın AK Parti’ye yönelik iki tereddüdü var. Birincisi: “AKP’nin ya gizli ajandası varsa?” şüphesi... İkincisi: Liberalizmi postmodern tarzda yaşasa da başörtüsü gibi dinî aidiyet belirtisi gösteren ve pozitivizme karşı çıkan yaklaşımlara karşı hazımsızlık refleksi belirgin.
Açılımın üçüncü itici saikını dış etkenlerle izah etmek mümkün. Açılım politikalarını başta AB ve Türkiye’nin stratejik müttefiki ABD’deki politika yapıcı bazı kanatlar da istemekte. Ama Ergenekoncu söylem gibi, açılım politikalarının sadece ABD istediği için AKP tarafından gündeme getirildiğini söylemek de doğru değildir. Özellikle dışarıdan ABD’nin şantajları ve daha sonra ortaya çıkan Balyoz Darbe Planı tehditleriyle 1 Mart 2003 Asker Tezkeresi TBMM’nin gündemine gelmişti. Tezkerenin kabul edilmesini Tayyip Erdoğan'ın istemesine rağmen başta “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu” ile “Savaşa ve İşgale Hayır Platformu”nun kitleleşen muhalefet çalışmaları sonucunda reddedilmesi, AK Parti’nin daha sondaki iç ve dış açılımlarında kendisine güç ve güven getirdi. Bu noktadan sonra AK Parti, sadece ABD ve İsrail'le işbirliği yapmadı, işbirliği politikalarını Rusya, Ortadoğu ülkeleri, İran, Hindistan gibi diğer ülkelerle çoğaltarak Türkiye için çeşitlenen kartlarla kendisine inisiyatif alanı açmaya çalıştı.
Açılım politikalarına bu üç alandaki itici saikler kapsamında bakmak gerekir. Ayrıca Lerrabi’nin kaleme aldığı Rand Corporation’un Şubat 2010’da Türkiye ile ilgili yayınladığı “Sorunlu Müttefiklik” raporu okunduğunda, artık ABD hapşırdığında Türkiye’nin nezle olup yatağa düşmediği de görülmektedir.4
Reel Durum ve İslami Sorumluluk
Tabii ki AK Parti’nin sistem içi açılım imkân sağlayacaktır. mücadelesi İslami bir mücadele değildir. Ancak Kemalist diktaya karşı erdemli, insani ve hukuki görece bir özgürlük mücadeledir. Zira AK Parti Müslümanlara fiilî düşmanlık yapmamakta; liberal yolda Türkiye’yi kalkındırmak istemektedir. AK Parti de çevre de uluslararası sermaye de Türkiye’deki rejimin artık normalleşmesini ve piyasalar açısından güvenli hale gelmesini istemektedirler.
Hangi iç veya dış saikın inisiyatif olarak daha önde olduğunu tartışmaktan ziyade, kazanımların sahih imkânları üzerinde durulmalıdır. Baskı ve yasakların geri çekilmesi, fıtri olanın kendini gerçekleştirmesine imkân sağlayacaktır. Açılım politikaları, Türkiye’de değerlendirmesini bilenler için görece alan açan imkânlar sağlamaktadır. Bu bağlamda bizi yerlerimizden fiilî olarak sürmeyen ve işkence uygulamayanlarla haksızlıklara, işkencecilere ve fiilî inanç ve düşünce yasakçılarına karşı bazı paralelleşmeler içinde olabiliriz. Ancak açılım politikaları, abartmadan, İslami kimliğimizi bulandırmadan ve fikrî, itikadî, amelî her türlü cahilî anlayıştan hicret ederek değerlendirilmelidir.
Sasanilere karşı Rum'un galibiyeti (Rum, 30/2-4) gözetilse de asıl görevimiz Rum’un galibiyetine sevineceğiz diye gidip Rum Ordusu’na asker olmak değil, liberal veya faşist kuşatmalar altında bir şüheda toplumu oluşturmaktır. Bunun için de tevhidî kimliğimizi küresel kapitalizme karşı inşa etmeye, bizi eritmeye çalışan “muasır medeniyet seviyesine” ulaşma hedefine, yani büyük fırtınalara karşı Nuh (as) gibi vahyin gemisini yeniden inşa etmeye çalışmalıyız.
Temel soru şudur:
Bizi kuşatan şartların normalleşmesi için yaşanan vakıaya ilkelerimizle birlikte gücümüz oranında müdahale etmek tabii ki önemlidir. Ancak şartlar iyileştikçe Müslümanların tutum ve davranışları nereye evriliyor? Şartlar iyileştikçe kapitalist tüketim kültürü tarafından devşiriliyor muyuz? Yoksa açılan imkânları da fırsat bilerek kalkıp uyaran bir şüheda toplumu mu olmaya çalışıyoruz?
Elbisemizi yani kimliğimizi temizliyor, arındırıyor muyuz? Rucz’dan yani fikrî, itikadî, amelî her türlü cahilî anlayıştan hicret ediyor; tevhid ve adaleti sosyalleştiren bir mücadele hattı oluşturabiliyor muyuz?
İşte müminler için asıl mesele ve temel gündem budur!
Dipnotlar:
[1] Mustafa İslamoğlu, İslami Hareketler ve Kıyamlar, sf. 888, Denge Yayınları, İstanbul 19.
[1] Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması, sf. 161, Ankara 1981.
[1] Hamza Türkmen, Ulusçuluk Çıkmazı, Kürtler ve Çözüm Arayışı, sf. 179-187, Ekin Yayınları, İstanbul 2010.
[1] “Açılım Politikaları Kimin İsteği?”, Haksöz, Sayı: 228, Mart 2010.