-Birçok yazınızda gençlerden ve fedakarlıklarından bahsediyorsunuz. Bu günün büyüklerine de serzenişte bulunarak "ve bilin ki onlar asla soytarılık etmeyecekler, iktidar ellerinde tutanlara ve bize hayatın en güzel yüzünü gösterecekler..." (sayfa:71) diyorsunuz. Bu günün gençlerinin sizi bu denli umutlandırmasının nedeni ve onları dünün gençlerinden ayıran özellikleri nedir?
-Dünün ve bu günün gençleri kategorik olarak yer almıyor bu ifadenin içinde. Bu daha çok bir umudun ifade edilişi ve yüzü herkese dönük. Çünkü henüz nüvelerini görsek de sonuçlarına dair ciddi bir ip ucu yok ortada bu günün gençliğine dair. Ama benim bu günün gençlerine olan muhabbetimin ve itimadımın sebebi onların biraz da kendilerinden önce dünyaya gelmiş olanlara nispetle imkansızlıklarıdır. Dünün gençlerinin gelenekle korunmuş bir tarafları vardı. Hatta öyle ki sol gençliğin içinde bile bir dönem sonra "feodal bağlar"ı koparmak adı altında gelenekten kopma yönünde bir eğilim hızla yayılsa da, içinde yaşadıkları toplumun değerlerine ehemmiyet veren ve geleneklere saygı duydukları bir dönem yaşadıklarını da söyleyebiliriz.
Kendilerini hayatın zorluklarına karşı koruyan ve hayata yabancılaşmasına engel olabilen bir bağ olarak değerlendiriyorum geleneği. Bu durum onların hem avantajı hem de -daha sonra- handikapları oldu. O dönemde gençler fikir plânında kendilerini taraf olarak görüyorlardı ve yaşadıkları ülkenin geleceğine ilişkin öngörüleri ve talepleri vardı. Onların bu talepleri iktidar talepleri olarak algılandı ve buna uygun bir karşılıkla mukabele buldu. Onlar da kendilerini iktidara talip görmeye başladılar.
12 Eylül'le birlikte bir kırılma yaşandı. Sadece o günkü gençlik üzerinde değil ülkenin bütün yapısında bir kırılma yaşandı; aile yapısından tutun ekonomik ilişkilere, eğlence anlayışından müzik zevkine, siyasi tercihlerden dini inanışlara kadar. Bu geçiş döneminin sarsıntısı yaşanırken o günün gençlerinden kimileri sermayedar oldular. Kimileri kitap, dergi, gazete etrafında yeni örgütlenmelere gittiler. Birçokları da hayatın dışına düştü. Asıl önemlisi 12 Eylül öncesi ülkenin içinde bulunduğu düşünülen karşıtlık birdenbire yerini dünyadaki bir karşıtlığa bıraktı. Bu anlamda 12 Eylül öncesi takınılan siyasi tavır da önemini yitirdi. Müslümanların gündemini oluşturan meseleler farklılaştı. Toplumun bu farklılaşmasının içinde doğan yeni nesil ise, tutunacak bir dal ararken, geçmişte yaşanan bir takım şeyleri yeniden üreterek çeşitli arayışların içinde buldular kendilerini. Ama bu kez siyasi bir tavır veya karşıtlık için değil, kendi hayatlarına bir anlam bulmak için veya belki de hayatlarındaki anlamı kavrayabilmek için. Tek tek hepsi hayatlarını doğru bir şekilde anlamlandırmak adına. İşte benim şimdi ümitvar olduğum bu gençlik İslamı yeniden bir din olarak anlamaya yönelik bir çabanın insanı oldular.
12 Eylül öncesinin örgütsel yapısı kırılıp ortadan kalkınca bu günün gençleri kendilerini içinde bulabilecekleri bir zeminden mahrum kaldılar. Gençler savunmasız kaldı ve belki de sadece bu yüzden her çaba o günkünden daha kıymetli hale geldi. Bugün onların da kapitalistleşmeyeceğine dair kesin bir kanıtım yok. Ama geçmişte yaşananların tekrar edilmemesini sağlayacak bir yapının oluşmasına katkı vermek ve daha sağlıklı bir yerde karar kılmak için yapabileceklerimiz olduğunu düşünüyorum ve bu günün gençliği bana -bunu bir kıyas olarak söylemiyorum- daha fazla ümit var olunacak bir gençlik olarak görünüyor.
-Gençlere güveniyorsunuz ve büyüklere birçok kez kızıyorsunuz. Ama ne olursa olsun bu günün gençlerinin kendi önlerini açacak büyüklere bir şekilde ihtiyacı var. Siz kitabınızda belirtiyorsunuz ama bir kez daha vurgulamış olmak için büyüklere neler önerdiğinizi biraz açar mısınız?
-Kaçınılmaz olarak geleceğin teminatı olarak addedilen gençlerin önünü açacak yol göstermelerde muhakkak ki büyüklerin tecrübelerinden aktaracakları yol göstericiliğe ihtiyaç vardır. Ama büyükler bunu yaparken tecrübelerinin içinde bir takım zafiyetleri de barındırabileceğini düşünerek, kendi endişe ve kaygıları neticesinde belki de vazgeçtikleri kimi değerleri gençlere aktarırken dürüst bir dil kullanabilirler. Sahip oldukları mal, mülk, vs, vs çevre göz önüne alındığında bu imkanlarını yeni bir toplum düzeninin oluşmasına yol açacak şekilde kullanmalarını beklerim ben. Rasulullah (s)'a risaletiyle ilgili ilk işaretler belli olduğunda ve O endişelenip eve döndüğünde validemiz Hatice'nin söylediklerini çok önemli buluyorum. "Sen yetimlerin yanında olur, yoksulu gözetirsin. Muhtaç olana yardım edersin. Endişelenme Allah seni mahcup etmez." Yani 'büyüklerin' toplumda iyi insanlar olarak iz bırakmalarının gençlerin işini daha da kolaylaştıracağına inanıyorum. Yardımsever, diğergâm, merhametli olmak ve başkasının derdi ile dertlenen insanlar olmaları gibi.
-"Gelenek bu gün kullanabileceğimiz en güvenli yoldur." (sayfa 79.) diyorsunuz. Modernizm karşısında ayakta duran bir gelenekten bahsetmek ne kadar mümkün? Hatta çoğunlukla ilk içi boşalan, sadece şekli katan ve pür modernleşen geleneksel unsurlar değil mi? Ki siz de kitabınızda sık sık bu kesime gönderme yapıyorsunuz.
-Aslında o alıntıdan önce geleneğimizin pek de arı duru bir yol olmadığını yazdığım bir cümle daha vardı. Gelenek her halükarda bizim membaımız veya mecramız değil. Ama her şeyin hercümerç olduğu bir dönemde ilk etapta kendisine sığınılabilecek bir barınak özelliği var geleneğin. Yardımlaşma, misafirperverlik, yoksula kol kanat germe, doğru olma, yalan konuşmama, ziyaret ve hediyeleşme velhasıl modernizmin kırmaya çalıştığı bütün direnç noktaları, insanın yaşadığı toplumda kendisini emin hissetme hallerinin hepsidir gelenek. Bu anlamda gelenek önemli. Sağladığı faydalar açısından, bize hatırlattığı bazı değerlerimiz açısından, hafızamızı kaybetmememiz açısından. Gelenek, bu toplumun bu güne kadarki İnanış, kanaat, anlayış, kavrayış vb. gibi topyekün hayatıdır. Bu hayatın içinde İslam, en baskın unsur olarak devam ettirilmiştir. Gelenek insandır, komşumuzdur, bayramda çocuklara verilen şekerdir, çeyizlere konulan seccade ve başörtüsüdür ve daha birçok şeydir. İman etmenin kalbimize kazandıracağı uyanıklık halini muhafaza edebildiğimiz sürece gelenek bizim için bir imkandır.
Modernizm karşısında gerileyen ve hatta ayakta kalamayan tek yapı gelenek değil. Modernizm insanın bütün hayat sahasına bulaşmış bir mikrop. Ona karşı mağlup olduğu için geleneği hor göremeyiz. Modernizme rağmen yeniden bir gelenek oluşturabiliriz. Belki de şimdi biz bu modern dünyada yeni bir geleneğin hazırlayıcılarıyızdır kim bilir.
İlk önce modernleşen insandır, gelenek değil. İnsan asrileşir ve hayat biçiminde kaçınılmaz olarak değişmeler yaşanır. Zevkler değişir. Yıkılan şeylerin yanında yenileri de yapılır. Her şey yerine oturuncaya kadar bir fetret döneminin olması kaçınılmazdır. Bu dönemin fesatçıları, fırsatçıları, hainleri, sahtekarları olacaktır. Ve bizim onlara karşı memnuniyetsizliğimiz de.
İçi boşalan insandır, gelenek değil. İnsan yeryüzündeki anlamından ve kendinden vazgeçer. Ondan artık ne bekleyebilirsin. Kızarsın, silkelersin, olmazsa terk edersin.
Ama bütün bunlara rağmen bir gelenek taraftarı olarak görmem kendimi. Bunun bir vaka olduğunu kabul ediyorum o kadar.
-Bidatlere karşı doğal olarak negatif bir tavır sergiliyorsunuz. Ancak birçok bidatte zayıf hadisler yoluyla gelenekte yer buluyor. Bu bağlamda açıkça Kur'an'la çelişen zayıf hadislerin, Peygambere ait olup olmadığını tartışmak sünnet üzerinde tartışmak ve onu inkar etmek anlamına gelir mi?
-Eğer İman edenler karşılaştıkları bir meselede delil aramak için hadislere müracaat ediyor ve rivayetin durumuna bakmaksızın bulduğu hadisle amel ediyor olsaydı sizi haklı bulabilirdim. Böyle bir şey yok. Delil arayan bir insan için hadisteki bütün müşkülatlar bu ümmetin alimleri tarafından ortaya konulmuştur. Zayıflığı tespit edilmeyen bir hadis bile yoktur. Sünnet/hadis asla Kur'an'la çelişmez. Hadislerin bidatlere yol açtığı iddiası ise asıl meseleyi görmemizi engelleyecek yanlış bir tespittir. Burada olsa olsa Müslümanların Rasulullah(s)'ın sünnetini koruma hususundaki gevşekliklerinden söz edilebilir. Asıl önemlisi ise iyiliği emr ve kötülükten sakındırmanın terk edilmesidir. İslam ümmetini sıratı müstakim üzere tutan şey budur. Bidatler insanların heva ve heveslerine kapılmaları sebebi ile ortaya çıkar. Ama iman edenlerin bu durum karşısındaki kayıtsızlığı bidatlerin ümmet içinde yer bulmasına sebep olur. Alimleri susmuş veya dinlenilmemiş, konuşanlarının ise doğruyu işaret etmeyen dilleri karşısında ümmet kendisini koruyamaz.
Ama inşallah şuur uyanıklığı ile meseleye yaklaşan bir anlayışın kendisini hissettirmekte olduğunu da görüyorum. Artık, soruya verilen cevabın delili isteniliyor. Kavramlar yeniden gündemimize geliyor. İslamı bir din olarak, hayatın bütün şubelerini kuşatıcı yanıyla anlamaya başladığımızda meselelerimizi de daha doğru değerlendirme imkanımız olacak. Biz bir dinamizm kazanalım, bütün meselemizi hallederiz inşallah. Olduğu yerde duran bir toplumun meselelerini çözme seçenekleri olmaz çünkü. Aksi takdirde her çaba bizim içimizi kemiren ve nefesimizi kesen bir kaosa dönüşür. Son söylediklerimi sorunun ikinci kısmına bir cevap olarak görmenizi isterim.
-Sistemin müslümanları muhatap kıldığı zulümler karşısında ne yapabiliriz sorusuna "verilecek hazır bir cevabım ne yazık ki yok. Ama buna bir cevap bulabilmek ümidiyle kendimce çabalarım var..." diyorsunuz. Bunu modernizm ve gelenek dışında üçüncü bir yol arama çabası olarak anlayabilir miyiz?
-Değil tabii ki. Bunlar iddialı sözler. En azından benim tarafımdan söylenirse böyle anlaşılması gerekir. Benim söylediğim hepimizin dinimizi fert olarak anlama ve yaşama çabasıyla hayatımızı bir yerinden kurtarmanın gayreti içinde olmamız gerektiğine işaret etmektir olsa olsa. Hayatımızı kurtarmaktan kastım ise hesap günündeki kurtuluşun ta kendisidir. Bu yola tek tek çıkabiliriz ama tek başına devam etmenin imkanı da yok diye düşünüyorum. Kardeşlik, yani Müslümanların kardeş olması bize bu dünya hayatındaki verilmiş olan en kıymetli armağanlardandır. Belki de bu şekilde bunun farkına varırız. Kardeşlerimizin ve kardeş olmanın.
-Özgürlüğün anlamı ve kuramsal bilgi konularında çok yerinde tespitleriniz var. Ancak başörtülü kızlarımızın aile, ekonomik yetersizlikler, müslüman toplulukların yeterince kuşatıcı olmamaları gibi etkenler göz önünde tutulursa ayakta kalmaları çok zor değil mi? Yahut birikimlerine rağmen sıradanlaşmamaları ne kadar mümkün. Bu anlamda bir kısır döngü yok mu?
-Hayat orada karşılaştığımız her şeyiyle bir imtihandır. Yetersizlikleri, sıradanlaşmaları, kuşatılmaları ve terk edilmeleri içinden hemen bir çırpıda sıyrılıp kurtulacağımız veya kurtulmamız gereken şeyler olarak algılamaktan ziyade, onları ömrümüzün sonuna kadar imtihan edileceğimiz şeyler olarak düşündüğümüzde bütün bu saydığım şeyler baskısını hafifletecektir. İman etmek zaten her an bir şuur uyanıklığını da beraberinde taşıması gereken bir durumdur. Kardeşlik hukuku, yardımlaşma, Allah rızası anlayışı tam tesis edilmemişse bu konu da bizlerin veya her kimse onların imtihanıdır. Yani işin bir başka veçhesi de bu imtihanın yalnız başörtülülerin değil; onlara türlü eziyeti reva gören, içinde bulundukları durumu onlar için kolaylaştırmaya yanaşmayan insanların da imtihan ediliyor olduğudur. Hayat gerçekten kısadır. Bu hepimizin imtihanıdır. Ve belki en çok da bizim ve sabretmek bizi gerçek bir kazanca ulaştıracak olan bineğimizdir.
-Kardeşlik, ümmet bilinci, vahdet gibi kavramlar düşünüldüğünde Müslümanlar buna oldukça uzak görünüyor. Siz de "yüreklerimiz fersah fersah uzak..." diyerek Müslümanların ilişkilerini özetliyorsunuz. Bunun nedenini nasıl izah ediyorsunuz?
-Kendi hayatımda karşılığı olan, benimle aynı paralellikte büyümüş olan insanlar için problem olan şeyler hakkında konuşmam mümkün. Ama bu mesele bütün İslâm coğrafyasında varsa -ki var- genel olarak buna dair söyleyeceklerimin dikkate alınması gereken bir kıymeti olmamalı. Çünkü kendi ülkemizin sınırları dışındaki Müslümanların içinde bulundukları durumu yakından görmek ve o insanlara tesir eden gündelik hayata dair gözlemlerde bulunmak imkanım olmadı. Bir de bunu, dinin kendi kavramları ile anlaşılır bir şekilde ifade etmek bize kalmamalı. Ehil insanlarımız var bizim. Benim bir meseleyi yazıda ele almam kendi düşüncelerimi paylaşmak amacıyladır. O konuda doğru olduğuna inandığım şeyleri bir arkadaşla konuşmak gibi varsayın. Ama yazdığım şey aynı zamanda bir de soru olarak çıkarsa karşıma buna aynı cevabı vermekte tereddüt ederim. Sınırları hayatımın sınırlarının dışına çıkan şeyler için cevap vermek mesuliyetini üstlenemem.
-Egemenlere, "kapatıyorum gözlerimi açtığımda hepiniz yok olun tamam mı" diyorsunuz. Biz de kapatıyoruz gözlerimizi ve açtığımızda kabus devam ediyor. Peki bir gün açtığımızda kaybolurlarsa kim olacak yerlerinde?
-Elbette var. Neden olmasın. Yani bu dünyada hiç mi adil insan kalmadı, Bunu söyleyemeyiz. Ama şunu söyleyebiliriz; bu insanlar nasıl gelebilirler ki kaybolup gideceklerin yerine? Ben bilmiyorum. Belki bizim siyasi tarihimiz buna ışık tutabilir.
Bizim dini bağlanmalarımız ya da imanımız modernizmin bize bulaştırdığı zihni yapıdan bağımsız olarak gerçekleşmiyor maalesef. Biz aslında modernizmin "idraklerimize giydirdiği" bir zihni yapı ile yaklaşıyoruz her şeye. İslamla olan ilişkilerimizi de aynı açıdan kuruyoruz. Bence temel sorun burada. İman etmek, hayatı yaratan irade tarafından teklif edilen ahlâka teslim olmak demektir. Doğru bir mantık/zihin/kalp formasyonuna sahip olmak demektir. Bu mümkündür ve iman etmek bunu temin eder. Bu o kadar zor bir şey değil. Hatta hiç zor değil. Ama iman edenler, salih amel edenler, birbirlerine sabrı ve hakkı tavsiye edenler için. Ateşin İbrahim(as)'i yakmadığını unutmamak gerekir. Nü nehrinin açıldığını ve zalimlerin üzerine kapandığını unutmamak gerekir. Ashabı Kehf'i unutmamak gerekir. Mağaranın ağzına yuva yapan örümceği unutmamak gerekir. Allah'ın kudreti karşısında her şey mümkündür.
Röportaj: Gülşen ÖZER