Küresel hakimiyet planlarının Irak'ta büyük yara alması ABD yönetimini çelişkili tavırlara ve tepkilere itiyor. Bu durumun en bariz görüldüğü alanlardan biri de ABD'nin müttefikleriyle olan ilişkileri. Savaşın başında işgal koalisyonuna katılmayan Avrupalı müttefiklerini bizzat Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in ifadesiyle "yaşlı Avrupa" diye küçümseyen, aşağılayan Bush ekibi şimdilerde Avrupalı müttefiklerini bir biçimde "Irak belası"na ortaklığa ikna etme peşinde. Bu amaçla yeni Dışişleri Bakanı C. Rice NATO toplantısında İttifak üzerinden Almanya ve Fransa'ya mavi boncuk uzattı ama bunun pek karşılık gördüğü söylenemez. Aynı şekilde Bush'un NATO Zirvesi dolayısıyla Brüksel'e yaptığı ziyarette de taraflar karşılıklı iltifatlarını birbirlerinden esirgememekle beraber temel anlaşmazlık konularında fazla bir ilerleme de ortaya çıkmadı.
Son dönemlerde ABD'nin ilişkilerinin gerildiği bir başka müttefiki ise Türkiye. 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden bu yana inişli çıkışlı bir grafik izleyen Türkiye-ABD ilişkileri Irak sorunundan ötürü sürekli bir gerilim potansiyeli içermekte. Irak'ta seçim sürecinin başlamasıyla birlikte Kürdistan tartışmalarının yoğunlaşması ve sorunu Türkiye devleti ve kamuoyunun bir tür iç gündem konusu olarak algılaması Irak'taki ABD varlığının sorgulanmasını beraberinde getirdi. Öyle ki Kuzey Irak merkezli tartışma silahlı çatışma senaryolarının dillendirilmesine kadar vardırıldı. Şüphesiz Türkiye'nin İsrail ile ilişkilerinde yaşanan pürüzler de öte yandan ABD'nin baskılarına rağmen İran ve Suriye ile yakın dostluk görüntüleri de ABD yönetiminin rahatsızlığını artıran faktörler.
Geçtiğimiz ay Türkiye-ABD ilişkilerine dair değerlendirmelerde öne çıkan bir kavram oldu: Zehir! İki taraf da karşısındakini kendisine karşı zehirle dolu olmakla suçluyor. ABD yönetimi özellikle Türkiye medyası ve kamuoyunda yükselen anti-Amerikan eğilimin hükümet tarafından engellenmesini istiyor. Konuyla ilgili olarak kısa bir süre önce Türkiye'yi ziyaret eden ve Amerikan yönetiminde bulunan şahinlerin önde gelen isimlerinden Savunma Bakan Yardımcısı Douglas Feith karşılaştığı manzaradan duyduğu hayal kırıklığını döndükten sonra resmen iletti. Feith eğer Türkiye kamuoyunda ABD karşıtlığı bu ölçüde sürecek olursa devletler arası ilişkilerin bundan çok büyük zarar göreceğini söyledi.
Yine yönetime yakınlığı ileri sürülen Wall Street Journal gazetesinin yazarlarından Robert Pollack'ın Feith'le birlikte geldiği Türkiye'deki izlenimlerine dair kaleme aldığı yazı da çokça tartışıldı. Pollack solcu-İslamcı karması bir politik tutumun etkisi altında olduğunu iddia ettiği Türkiye'de ABD ve Yahudi karşıtlığının had safhada olduğunu ve hükümetin Atatürk'ün laik mirasını silme yolunda ilerlediğini yazdı. Türkiye'de anti-Semitizm akımının Nazi Almanyası'ndan bile daha yoğun olduğu da hızını alamamışa benzeyen Pollack'ın iddiaları arasında yer aldı.
Türkiye medyasında Pollack'ın suçlamalarla dolu yazısının bir gazetecinin tespitleri olarak görülemeyeceği ve dolaylı da olsa bu görüşlerin yönetimin eğilimini yansıttığı üzerinde mutabakat var gibi. Kaldı ki, Pollack'ın yazısından öte, bizzat Rumsfeld yakınlarda yaptığı bir açıklamayla Irak'ta karşılaştıkları başarısızlığı Türkiye'ye fatura etti bile. Rumsfeld söz konusu açıklamasında Türkiye'nin tezkereyi reddetmesi nedeniyle Irak'a Amerikan birliklerinin kuzeyden giremediğini, bu yüzden de Sünni üçgeni olarak adlandırılan bölgede eski yönetime bağlı unsurları gerektiği biçimde ezemediklerini ve bu unsurların şimdi kendilerine karşı yoğun bir direniş gösterdiklerini ifade ediyor.
Doğrusu Rumsfeld'in bu açıklaması akla tembel öğrencinin "sular akmıyordu, ödevimi yapamadım" mazeretini getiriyor. Rumsfeld'in direniş karşısında başarısız olmalarını kuzeyden Irak'a girememeye bağlaması çok komik. "İki yıldır tüm Irak işgaliniz altında. Kuzey de, güney de elinizde. Buyurun nerden isterseniz oradan girin ve direnişi bitirin! Ne bekliyorsunuz?" diye sormazlar mı? Rumsfeld'in sözleri değerlendirmeden ziyade bir öfkenin, cezalandırma gayretinin bir yansıması gibi. Bu yüzden tutarlılıktan uzak. Bununla birlikte, 1 Mart yarasının ABD yönetiminde açtığı yaranın derin izlerini görmek doğrusu çok rahatlatıcı ve onur verici bir durum.
Amerikan yönetimi açıkça Türkiye hükümetinden kamuoyunu yönlendirmesini, dönüştürmesini istiyor. Yani "Ben bildiğim yolda gideceğim. İşgalle, katliamla, işkenceyle yeryüzünü teslim alacağım ama siz benim bu eylemlerimi görmezden gelin, benden nefret etmeyin ve beni sevin!" diyor. Aynen İsrail'in anti-Semitizm şikayeti gibi. Oysa anlamayacak ne var? İşgal gerçeğine karşı hiçbir halk duyarsız kalamaz. İşgal suçunu görmezden gelemez. Nefreti besleyen işgaldir, işgalcilerin işledikleri insanlık suçlarıdır. Eğer nefret edilmek istemiyorsan, nefrete yol açacak eylemlerden kaçınırsın, olur biter!