- 23 Şubat tarihli Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan yazınızda ABD'nin tavrını çöküş emaresi gösteren hegemonik sistemlerde görülen silaha sarılma eğilimi ile tarif ediyor ve meselenin ekonomik olmaktan çok politik ve psikolojik olduğunu belirtiyorsunuz. Amerikan hegemonyasının ve tek kutupluluğun giderek daha muhkemleştiğine dair dünyada genel bir kabulün yaygınlaşmasına karşın sizin çöküşten söz etmeniz abartılı değil mi? Bunun göstergeleri nelerdir?
- Büyük güçlerin yükseliş ve düşüşleri ancak uzun vadeli bir perspektifle irdelenebilir. Mesela 1903 yılında, kime sorsanız size dünyanın hegemonik gücünün İngiltere olduğunu söylerdi. ABD'nin dünyaya düzen veren bir güç olarak ortaya çıkışı 1918'den, hatta 1945'ten sonradır. Oysa kapitalist sistem içinde İngiliz hegemonyası daha 1870'lerde sona ermiş bulunuyordu. Hegemonik güç, sistemin işleyiş kurallarını ortaya koyan, kuralların işlemesi için gerekli sigorta sistemini oluşturan, asileri hizaya sokan, başka hiçbir gücün veya güçler ittifakının bileğini bükemediği devlettir. Sadece devlet değil, kompleks bir toplum/devlet sistemidir. İngiltere bu anlamda Napolyon savaşlarından sonra, yaklaşık 60 yıl sistemin hegemonik gücü rolünü oynadı. 'Oynadı' diyorum, zira hegemonya gerçekten de bir roldür ve dünkü hasımlarınız bile sizin bu rolü oynamanızdan memnundurlar. Nitekim 1945'ten sonra ABD'nin benzer bir rol oynaması, savaşın iki büyük mağlubunu (Almanya ve Japonya) memnun etmişti. ABD bu rolün gerektirdiği masrafları karşıladığı içindir ki Almanlarla Japonlar sanayilerini çeyrek yüzyıl içinde yeni baştan kurabildiler.
Hegemonik konumların önemli bir özelliği, ilelebet sürdürülebilir olmamalarıdır. Hegemonyanın ortalama ömrü yarım yüzyıldır. Başlangıçta çok tatlı bir iştir hegemonluk; psikolojik hazzın yanısıra, 'serbest' uluslararası ekonomik düzenin işleyişinden en çok hegemon yararlanır. Fakat bir süre sonra rakipler ufukta belirir ve hegemonun masrafları, elde ettiği kazançları geçmeye başlar. Hegemonluk kâr değil, zarar kapısı oluverir. İngiltere 1870'lerde, elli yıl öncesinin iki büyük korumacı, serbesti" düşmanı ülkesinin (Almanya ile ABD) nefesini ensesinde hissetmeye başladı. Almanya demir çelik üretiminden kimya sanayine kadar birçok alanda İngiltere'yi solladı. Bu anlamda Amerikan hegemonyasının da bir yaklaşıma göre 1970'lerin başlarında, en geç olarak da 1980'lerin sonlarında nihayete erdiği söylenebilir. Başta Alman şirketleri olmak üzere, Batı Avrupa şirketleri; Doğu Asya'da da Japon şirketleri, Amerikan şirketlerinin düzeyine yaklaşmış, bazı bakımlardan da onları geçmişlerdi.
Klasik imparatorlukların çöküşünden farklı olarak, hegemonik çöküş, sözkonusu toplum/devlet sisteminin büsbütün çöküşü değil, dünya sistemi içinde bir "güçler dengesi" evresine geçiş olarak anlaşılmalıdır. Hegemonik devlet hâlâ güçlüdür, ama artık birkaç güç odağından biridir. Göreli ekonomik çöküşünü geciktirmek için, rakiplerinin maliyetlerini arttırıcı adımlar atmaya başlar. 1970'lerde petrol krizinin ortaya çıkması bu yüzdendir. Ne İran Şahı, ne de Suud Kralı dünyaya böyle bir şeyi kabul ettirebilirdi. Petrol krizi baştan sona bir Amerikan manîpülasyonudur. Soğuk Savaş sonrasında ABD'nin Orta Asya'dan Orta Doğu'ya uzanan ham madde yollarını denetim altında tutma girişimi de aynı manipülasyonun devamıdır. Avrupa, Rusya ve Çin'in Amerikan 'müdahalelerine' karşı çıkmaları sebepsiz değildir.
Daha önceki evrelerde, kapitalist sistem dahilinde hegemonya talebiyle çıkagelen güçler (18. yüzyılda Fransa ile İngiltere, 19. yüzyıl sonlarında Almanya ile ABD), yükselen ekonomik güçleriyle mütenasip bir asken" güç oluşturmuşlardı. Aslında Fransa (Napolyon) ile Almanya (Bismarck-Hitler) hegemonya değil, imparatorluk peşindeydiler. Ama bana öyle geliyor ki, galip gelselerdi, onlar da hegemonyayı tercih ederlerdi. Yenildiler ve imparatorluk defteri kapandı. Fakat şimdi alışılmış modele uymayan bir gelişme karşısındayız: Batı Avrupa (Almanya) ile Japonya ekonomik bakımdan ABD'yi yakaladılar, hatta bazı bakımlardan geçtiler; ne var ki, askeri güç oluşturmaktan uzak kaldılar. Avrupalıların şu sıralar insan ve toplum haklarından çokça söz ediyor olması erdemlerinden değil, askeri güçsüzlüklerinden kaynaklanmaktadır. Hegemonik konumunun iktisadi payandaları aşınan ABD, şimdi askeri gücünün verdiği imkânla bir numara olma durumunu sürdürme arayışındadır. Bu ise artık hegemonya değil, klasik anlamıyla bir imparatorluk kurmak demektir. Bütün dünyaya söz geçiren bir imparatorluk! Bilgisayarlarının başında, dünyayı uzaydan gelen varlıklara karşı tek başlarına savunan, lise öğrencilerine uygun bir "küresel mühendislik" projesi. ABD bu yükün altında can verir, ama birçok cana da mal olur. Aklıbaşında herkesin hedefi, bu çocukça oyunu durdurmak olmalıdır.
-Savaşçı şahinlerin küresel kapitalizmden farktı pozisyonda olduklarını söylüyorsunuz. Bu durumda şahinler kimi/kimleri temsil etmekte, hangi çıkarlar ya da hedefler için savaşmaktalar? Küresel sermaye ile ABD arasındaki ne tür bir ilişki mevcuttur?
-ABD'nin veya ABD içindeki 'militarist' bir kadronun, bir bakıma kapitalist tarihin mantığını değiştirmeye yönelik bir hareket içinde olduklarını düşünüyorum. Böylesine kapsamlı iddialar bazılarına saçma gözükebilir. Bunlar söylediklerimizi komplo teorileriyle karıştırıp, gerçekte varolmayan oyunculardan söz etmekte olduğumuzu düşünebilir, ikiz kulelerin havaya uçurulmasından beş ay onbir gün önce (1 Nisan 2001), Amerika'nın en önde gelen sosyal bilimcilerinden biri olan Immanuel Wallerstein, "ABD'deki Militarist Kamp" başlıklı bir yazı yazdı. Yazıda başlıca üç Cumhuriyetçi grubun varlığından söz ediliyordu: Ekonomik muhafazakarlar, sosyal muhafazakarlar ve maço militaristler (bunlara Türkiye'de şahinler deniyor). Bu yazıyı Yeni Şafak okuyucuları için özetlemiştim:
"Ekonomik muhafazakarlar iş adamları, onların kadroları ve yüksek kazançlı serbest meslek sahiplerinden oluşuyor. Bunların başlıca talepleri vergi yüklerinin azaltılması ve ekolojik dengeyi gözeten bir takım yasalar yoluyla ilave maliyetler yüklenmelerinin önlenmesidir. Bush'un bu tür taleplere sıcak bakacağı ortadadır. Sosyal muhafazakarlar dini-geleneksel bir takım anlayışlara karşı olan ulusal/uluslararası örgütlere yardım yapılmamasını öneren gruplardır. Bunlarda kendileri aktif oldukları ölçüde Bush yönetiminden destek alabileceklerdir. Sürünün jokeri konumundaki maço militaristlerin talebi, bütün alanlarda güç gösterisi yapılmasıdır: Saddam'ın hakkından biran evvel gelinmeli, örtük İsrail yanlılığı açık ve net bir İsrail yanlılığına dönüştürülerek Arafat-karşıtı bir siyaset izlenmelidir. Batı Avrupa'ya yeni füze savunma sistemleri önerileriyle gözdağı verilmeli, Ruslar fazla şımartılmamalı, Tayvan'a askeri yardım arttırılarak Çin'in hevesleri kursağında bırakılmalıdır. Bu grup sadece silahlı gücün sorunları çözebileceğini düşünmektedir. Şayet ABD katı davranmayacak olursa herşeyini yitirecektir: Gücünü, servetini, dünya-sistemdeki merkeziliğini. Bunlar ihtilafları çözmeye değil, kazanmaya isteklidirler. Bu durum askeri bir eylem gerektiriyorsa, buna dünden hazırdırlar. Ne var ki, bu askeri maçoluk, kapitalist iş çevrelerinin uzun vadeli çıkarlarına uygun değildir. Dolayısıyla, maço militaristler karşılarında sadece Çin, Rusya ve diğer ülkeleri değil, belki bazı büyük transnasyonal şirketleri ve diğer bir takım Amerikan şirketlerini bulmaktadırlar. Bu şirketlerin baskısı Bush'u maço militaristleri dizginlemeye sevk edebilir. Çünkü eğer onları dizginlemezse, maçolar provokasyonları tırmandırabilirler. Bush bu militarist kampı dizginleyebilecek kadar güçlü müdür?"
11 Eylül günü İkiz Kuleler ve Pentagon saldırıya uğrarken, Başkan Bush'un uçağının saatlerce havada kalması gösteriyor ki, Bush ADD (Amerika Derin Devleti) diyebileceğimiz bu örgütlü ulusçu gücü dizginleme kudretine sahip değildir. En azından kısa vadede onlarla işbirliği içinde çalışmak zorundadır. Maçoların hangi kümelerden oluştuğunu 23 Şubat 2003 tarihti yazıda kısaca belirtiyorum.
Küresel sermayenin tabiatını anlamak için de gene birkaç yüzyıllık bir gezintiye çıkmak zorundayız. Modern kapitalizm tarihinin en öne çıkan niteliklerinden biri, sermaye birikim odaklarının belirli bir coğrafyada sabit kalmamasıdır. Birikim sürecinin ticaret ve imalat aşamalarında, başlıca aktörler arasında neredeyse örtük bir uyuşma ve işbölümü vardır. Mesela onüçüncü yüzyıl İtalyan şehir-devletler kapitalizminde, başlıca dört büyük merkez arasında böyle bir ayrışma görüyoruz; Venedik ve Cenova ticarette, Floransa ile Milano imalatta yoğunlaşmışlardır. Venedik hassaten baharat ticaretine, Ceneviz tüccarı ise ipek ticaretine odaklanmıştır. Floransa kumaş imal ederken, Milano esnafı ağırlıklı olarak metal imalatıyla meşguldür.
Fakat ondördüncü yüzyıl ortalarına doğru, sermaye birikimi hızlanmaya, dolayısıyla mevcut faaliyetler biriken sermayeyi massetmeye yetmediğinden aktörler arası rekabet yoğunlaşıp kâr hadleri düşmeye başlayınca, hem sistem çapında savaşlar zuhur etmiş, hem de aktörlerin her biri daha ileri sermaye birikimi için yeni yollar aramaya başlamıştır. (Cenevizlilerle Venedikliler arasındaki savaşlara bazı tarihçiler İtalyan 100 Yıl Savaşları adını vermektedir. Daha sonra benzer kapışmaları Fransız-İngiliz ekseninde Avrupa çapında göreceğiz!)
Kapitalist faaliyetin en büyük ihtiyacı güvenliktir. Elde ettiğiniz kazancı silah gücüyle koruyamıyorsanız, bütün çabanız boşa gidebilir. (Cahiliye Mekkesi tüccarının kazancını ilaf kurumu sayesinde nasıl güvenlik altına aldığına Kur'an-ı Kerim'in "Kureyş" suresinde işaret edilmektedir!) Venedik kapitalisti, koruma işini Venedik devletine havale edip (koruma maliyetlerini ona ödeyerek) büyük ölçüde tarıma döndü. Venedik çevresindeki geniş topraklar üzerinde, bir tür aristokrat girişimcilik sayesinde varlığını sürdürmeye çalıştı. Ceneviz kapitalisti koruma maliyetlerini dışsallaştırdı; kendi devleti yerine, daha güçlü gördüğü İspanya ve Portekiz krallıklarına yöneldi. Onların deniz aşırı ve ülke dışı seferlerini finanse etmek suretiyle, hem daha çok kazandı, hem daha sağlam bir güvenlik şemsiyesinin altına girdi. Böylece Venedik kapitalizmi tarihe karışırken, Cenevizliler modern kapitalist tarihin İlk büyük sermaye birikim çevrimini gerçekleştirdiler.
Birçok bakımdan İtalyan şehir-devletlere benzeyen Felemenk (Hollanda) Cumhuriyeti kapitalistleri, Venedik ve Ceneviz modellerini bir ölçüde birleştirip koruma maliyetlerini yeniden içselleştirdiler. Hollanda'da devlet (siyasi sektör) ile kapitalizm (ekonomik sektör) neredeyse bir ve aynı şey oluverdi. Özellikle Hind Okyanusu ticaretini ele geçirmeleri ve zaman içinde Asya-içi ticarette etkin konuma gelmeleri yüzünden muazzam bir sermaye birikimine yönelen Felemenklerin başlangıçtaki imalat faaliyetleri, Cenevizlilerden de büyük rağbet gördü ve bol miktarda finans kaynağı çekti. Ne zaman ki İngiliz imalat ve ticaret faaliyeti Felemenklerinkini gölgede bırakmaya başladı (1740'lar-dan itibaren), Felemenk sermayesi bu sefer Cenevizlileşmeye başladı, yani imalat ve ticaretten finansa kaydı. Birçok Felemenk kapitalist, kendi 'devletinin' savaş halinde olduğu İngiliz Devleti'ne yüksek faizlerle borç vermeye, yeni kurulan İngiliz şirketlerine ortak olmaya yöneldi. İngiliz sanayi kapitalizmi, bir ölçüde Felemenk finans kapitalizminin omuzları üzerinde yükseldi.
İngilizlerin göreli endüstriyel üstünlükleri 1870'lere kadar sürdü ve bu tarihlerden itibaren ABD ve Almanya gibi ülkeler kapitalist sahneye çıkmaya başladılar. İngiliz kapitalistleri bu sefer finans bölgesine çekilip, bu yeni ülkelerdeki imalat/ticaret faaliyetlerini (ve pek tabii savaş faaliyetlerini) finanse etme yoluyla kârlarını sürdürmeye yöneldiler. Dünyanın atölyesi, dünyanın bankasına dönüştü.
Dikkat edilirse, hiçbir bölge imalat ve sanayi alanlarındaki göreli üstünlüğünü ilanihaye sürdüremiyor ve kârlılığını devam ettirmek için finans alanına kayıyor. Bu sürece aynı zamanda sistem çapında savaşlar eşlik ediyor. Yirmibirinci yüzyıl başlarında yaşadıklarımız da bunun istisnası değildir. İmalat/ticaret gücü son 25 yılda ABD'den Batı Avrupa ve özellikle Doğu Asya'ya kaymıştır. Sistemin mantığına uygun olan, ABD kapitalistlerinin bu yeni bölgelerin finansörü sıfatıyla kârlarını sürdürmeleridir. Fakat, her iki bölge de, ekonomik yükseliş sürecinde, bu güçle uyumlu askeri güçlerini oluşturmada acz gösterdiler. Dolayısıyla, asimetrik bir kapitalist dünya sistemi oluştu ve özellikle Doğu Asya (esas olarak Japonya) aynı zamanda ABD'nin ucuz maliyetli finansörü konumunda kaldı. Ve bütün bu gelişmeler, ABD'ye kapitalist tarihin mantığını emperyal bir mantığa dönüştürme hususunda cesaret veriyor. Daha önce iki yükselen (fakat hegemonik konuma gelemeyen) gücün, Napolyon Fransası ile Hitler Almanyasının deneyip başarısız oldukları Küresel imparatorluk rüyasını, bu defa hegemonyasının son demlerindeki ABD görüyor. Doğrusu Amerika'daki militarist kamp bakımından görülmeye değer bir rüyadır bu. Ama gerçekleşme şansı zayıf ve insanlığa maliyeti olağanüstü yüksektir.
- Türkiye'de egemen politik çevreler sürekli olarak ABD'yi kızdırmama, küstürmeme esasına göre tutum belirlemek gerektiğini, aksi halde bunun sonuçlarının dayanılmaz olacağını iddia etmekteler. Siz ise tam tersi, ABD'nin yanında yer almanın Türkiye'ye uluslararası düzlemde ağır kayıplar doğuracağını iddia etmektesiniz...
- Sistemin büyük güçlerini elbette ciddiye almak zorundayız. Hele bunlar "düşüş sürecindeki" güçler ise, bir kat daha fazla dikkatli olmalıyız. Ancak, her şeyden önce kendimizi ciddiye almalı değil miyiz? Kendini güçsüz, başkalarını (ister dost, ister düşman) kuvvetli varsayanlar, işi baştan kaybederler. Türkiye'nin ekonomik/ticari ilişkilerinin yüzde 65'i Avrupa iledir. ABD'nin ekonomik ilişkilerimizdeki payı ise sadece yüzde 5'tir. (TÜSİAD başkanının her beyanatında AB ile ilişkilere atıfta bulunması sebepsiz değildir.) Böyle bir durumda, siyasi angajmanımızın neredeyse yüzde 100 ABD'ye olması sürdürülebilir bir siyaset olabilir mi? Avrupa buna izin verir mi? Türkiye'nin dış ekonomik ilişkileriyle siyasi angajmanı arasında sürdürülemez bir dengesizlik vardır. İnce bir siyasetle bu dengesizlik giderilmek zorundadır. Türkiye'nin Irak (Orta Doğu) operasyon unda ki tavrı, böyle bir siyaseti göze alıp alamadığını da gösterecektir.
- Direnmesi durumunda ABD'nin Türkiye'yi altından kalkamayacağı bir mali krize sürükleyebileceği, hatta destabilize edebileceği iddialarını gerçekçi bulmuyor musunuz? Tüm bu korkuların kaynağı şantaj malzemesi yada blöf müdür?
- ABD'nin Türkiye'ye ihtiyacı, Türkiye'nin ABD'ye olan ihtiyacından daha fazladır. Ekonomik bir dil kullanmama izin verirseniz, ülke yöneticileri uluslararası birer pazarlamacıdırlar. Her siyasi elit, kendi ulusunun gücünü sistem içinde en yüksek fiyatla pazarlamaya çalışır. Bu süreçte ucuza kapatılmamanın en önde gelen şartı, kendine güvendir. (İkinci şart da haddini bilmektir. Saddam ve Kaddafi gibi megalomanlar, hadlerini aştıkları ölçüde dolduruşa getirilip, emperyalistlerin ekmeğine yağ sürecek işlere bulaştırılırlar!)
Ahlaki önceliğimiz barış ama siyasi önceliğimiz Türkiye'nin ulusal menfaatleri şeklindeki bir formülasyon nasıl bir kişilik yapısı içermektedir? Bu kişilik yapısının Türkiye'ye kazandıracakları neler olabilir?
Ahlakla siyaseti (aynı şekilde, ahlakla ekonomiyi) ayırmak, akli bir maraza işarettir. Bireysel hayatta da itikat ile amel her zaman tam uyuşmayabilir; ama hiçbir aklıbaşında insan, bozuk amelini itikat haline getirmeye çalışmaz. Bu hususta bir hadis veya kelam-ı kibar hatırlıyorum: İnandığınız gibi yaşayın; yoksa yaşadığınıza inanmaya başlarsınız! Marx'ın "Hayat, bilinci belirler!" tarzında bir görüşü var. Bunu tersinden okumakta yarar var: Eğer bilinçli bir varlık olduğunu söylediğimiz insan hayatı belirleme, en azından yönlendirme arayışında olmazsa, hayat onu çepeçevre kuşatacaktır. Bizim geleneğimiz insanı "Eşref-i mahlukat" olarak tanımlar. Buradaki şeref akıldan (bilinçten) gelmektedir. Eşref-i mahlukatı mesela Homo Economicus'a veya Homo Politicus'a dönüştürdüğünüz vakit, ekonomik ve politik çıkarlar için bütün namussuzlukları mubah kılmış olursunuz. Batı düşünce geleneğinde bu yüzden olsa gerek, insan hep hayvana atıfla tanımlanır: Politik hayvan, konuşan hayvan gibi.
-Verdiğiniz bilgiler için teşekkür eder, hayırlı çalışmalar dileriz.
Röp: Rıdvan Kaya